Bir Kahve Molası

Nağme Apartmanı | 3 | Çiçek Öldüren

30 Haziran 2021

Öykü: Nağme Apartmanı | Bölüm 3 | Çiçek Öldüren | Yazan: Edibe Vural

 

İndeks

Nağme Apartmanı 1. Bölüm: Sevgili Televizyon
Nağme Apartmanı 2. Bölüm: Doktor Civanım
Nağme Apartmanı 3. Bölüm: Çiçek Öldüren
Nağme Apartmanı 4. Bölüm: Güllü Daire
Nağme Apartmanı 5. Bölüm: Biz

 
 
Rastgele çalan şarkıyı uzaklara dalarak dinlediğim sırada beni başka bir dairenin kapı zilini çalmaya iten sesle irkildim. Martılar canhıraş şekilde çığlıklarıyla kulaklarımda varlıklarını hissettirmeye başladılar. Bu büyük kuşların sesleri yükseldikçe apartman içindeki gezintim hızlanmaya başladı. Mahirlerin üst katında oturan Sibel abla, o gülmez yüzüyle kapıyı araladı. Yine istemiyor gibiydi beni ve kimseyi… Neyse ki içinde olduğum anılar benim anılarımdı ve bir tek bana izin vardı bu yolculuk için. Aralandı kapı, kıvrılıverdim içeri.

Çiçek Öldüren

Çocukluğumun geçtiği bu apartman da tıpkı hayat gibiydi. Herkes hep iyi, hep güzel, hep mutlu değildi. Acı çeken, çektirenler de vardı.

Sibel abla, Mahirlerin bir üst katında eşi Fikri ağabey ile oturuyordu. Annemin dediğine göre evlendiklerinden beri burada yaşıyorlardı. Ben daha çok küçükken gelmiş oldukları için kendimi bildim bileli bu dairedelerdi. Sibel abla güzelliğiyle mahalleye nam salmıştı, tüm mahallelinin güzel deyince akla gelen ilk estetik formu Sibel ablaydı. Sarı röfleli kabarık saçları, süt beyazı teni, yeşil ile ela alacası gözleri, incecik beli ve her daim özenli giyimi ile bakanı bir daha baktıran bir hoşluğu vardı. Fakat dillere destan olan bir tek güzelliği değildi. Sibel abla masallardaki cadılarla yarışır bir hâl taşırdı kusursuz bedeninde.

Neredeyse her şeyden şikayet eden, asla mutlu olmayan, konuşurken bile azarlayan, iğneleyici sözlerini insanların yüzüne batırmaktan imtina etmeyen bir kadındı. Babam Sibel ablanın adını yahut kapı numaralarını bile duyunca tedirgin oluyor, yüzüne hemen bezgin bir ifade oturuyordu.

Fikri ağabey öyle değildi ama. Hemen hemen her gün iş dönüşü bana, en yakın arkadaşlarım ve apartmanın çocuk çetesi üyeleri Maria ve Sadik’e yemelere doyamadığımız leblebi tozlarından birer fişek alırdı. Temiz, güler bir çehreye sahipti. Hani bakınca insanın içine su serpen insanlar olur ya. Hah Fikri ağabey o insanlardandı. Her zaman sinekkaydı tıraş olurdu. Babasının öldüğü haberinden sonra kırk gün sakalını kesmemişti de ne değişik olmuştu. Onun kolalı gömlekleri ünlüydü. Sibel abla oldukça titiz bir kadındı. Titizliğini en iyi sergileyebileceği yer kocasının üstü başı oluyordu. O da bu şovu asla kaçırmıyordu.

Fikri ağabey orta boylu, boyuna göre heybetliydi. Daima jilet gibi ütülü gömleklerini daha da güzel gösteren omuzları vardı. Annem onu görünce “Ah şunların bir çocukları olsa ne kadar güzel bir çocuk olur” derdi. Doğruydu. Sibel abla ve Fikri ağabeyin çocuğu olsa ne güzel olurdu. Reklamlarda oynayan yıldız çocuklara benzerdi belki de…

Sibel abla her sabah sevgili eşini yolcu eder etmez başlardı temizliğe.

Önce balkonu yıkar, tırabzanları siler, çiçeklerine su verir ardından öğleye kadar bir fiil çalışan elektrikli süpürgesiyle dip bucak bırakmazdı. Annem onun bu bitmez temizliğine de şu yorumu getirirdi “Ne yapsın garibin başka uğraşı yok ki…”

İyi bir eş olmanın temizlik ve güzel yemekler yaparak gösterileceğine dair sonsuz bir inancı vardı Sibel ablanın. Kendi varlığını somut olarak göstermeye, hatta bağırmaya çalışıyordu ev işleriyle. İnsanlara “Bakın, ben iyi bir eşim, anne olsam mükemmel bir anne olurum, aileme hep özen gösteririm…” gibi mesajlar veriyordu. Oysa işler başkaydı… Sibel abla neredeyse hiçbir şeyi sevmezdi. Onun ağzından duyduğum en yüksek beğeni cümlesi “idare eder” oluyordu. Güzel yüzlü insanlara memnuniyetsizlik ve mutsuzluk hiç yakışmıyordu, güzelliklerini heba ediyorlar gibi geliyordu bana. Hâlâ öyle gelir. Oysa sürdüğü kırmızı rujdan, yanağına kondurduğu pembe allıktan daha çok yakışırdı ona gülümsemek.

Babam ara ara ondan bahsederken ‘Çiçek Öldüren’ diye bahsediyordu. Her on günde, iki haftada bir babamı meydandaki çiçekçiye yollayıp menekşe aldırırdı. Her hafta ölür mü çiçek? Sibel abla öldürüyordu işte. Balkonu rengarenk olsun istiyordu ama daha büyüteceği çiçeği seçmeye bile hevesi yoktu. Geçtiği yerler güllerle dolsun istiyordu ama bir kez gülmüyordu, neşeli bir sesi yoktu. Her canlıyla girilen ilişkinin karşılıklı olduğunu unutuyordu. Hayvanları da pek sevmezdi ya! Sürekli martılardan dert yanıyordu. Balkona geliyorlarmış, pisletiyorlarmış her yeri. Bir de çığlıkları yok muymuş? Kulaklarını kanatıyormuş, ne yapmalıymış etmeliymiş bunları uzak tutmalıymış. Babam her defasında onun yanından estağfurullah çekerek geliyordu. Annem ise her defasında aynı yumuşak ses ile “Bir çocukları olsa böyle olmazdı aslında” diyordu. Öyle saçma geliyordu ki bu cümle bana. Ya hu Sibel ablanın mendeburluğu ile çocuğun ne alakası vardı?

Şimdi yeni yeni anlıyorum annemi ve Sibel ablayı.

Aslında onun tüm kızgınlığı bir çocuk sahibi olamayışınaydı. Yetiştiremediği çiçekleri her hafta yeniden aldırması, yüzüne oturmuş kalkmaz mutsuzluğu, kirlenmeyen evi her gün temizleyişi, zavallı martılara düşmanlığı hepsi anne olmak için delice çırpınışı fakat bu özlemin bir vuslata eremeyişindendi. Yetişkinler hep neye kızıyorlarsa başka şeylerden çıkarıyorlardı hınçlarını. Sibel abla da öyleydi işte. Tahammülü yoktu, sabrı yoktu, mutsuzdu.

İlla sevgi dolu olmak için anne olmak gerekmiyordu elbette. Zaten Sibel abla da büsbütün sevgiden yoksun değildi. İçinde bir yerlerde hapis kalmıştı sanki bir sevgi yünü. Onu çıkarıp bir kazak haline getirmek ardından giymek emek işiydi sadece.

O evde sevgisizlikten çiçekler bile ölüyordu. Belki martıları da sevse çığlık atmazlardı yahut artık çığlıklar onu bu denli rahatsız etmezdi. Mahalleden çıksaydı, mesela biraz yürüseydi sahilde. Bir vapura binerdi, en ucuna doğru gider otururdu. Denize dökerdi derdini, kızgınlığını. Yok ama! Sibel abla kendini cezalandırıyordu hiçbir suçu yokken. Onu görünce gözlerim doluyordu. Eskiden bunun ondan korktuğum için olduğunu düşünüyordum. Ama şimdi yeşil ela alacalı gözlerindeki özlemin acısından dolayı gözlerim doluyormuş, anladım.

Annem beni ve kardeşimi Sibel abla için hep tembihliyordu. O katta çok gezmeyin, çok ses etmeyin, Sibel ablanızın gözüne çok batmayın, onlara gidince ben işmar etmeden sakın hareket etmeyin gibi gibi. Kızmasın, şikayet etmesin diye görünmez olun Sibel abla için diyordu yani ya da biz öyle anlıyorduk. Meğer annem bu genç ve anneliğe özlem duyan kadına bir eksikliği varmış izlenimi uyandırmamak için bizi tembihlermiş. Bu naif düşünce o mahallede o senelerde kalmış gibi sanki. Şimdilerde insanlar gözlerine, gönüllerine bir kusur radarı taktırmış gibi kusur yakaladığı anda robotik bir duygusuzlukla yazıyor cezayı. Sorana da “Artık sistem bu” diyor utanmadan.

Sibel ablanın o bitmez tükenmez şikayeti kendineydi.

Evindeki kalıp gibi düzen aslında insanın dağınıklığına aykırıydı. Her evin bir kokusu vardır derdi annem. Gönül teyzenin evi yoğun bir Türk kahvesi kokardı, Mahirlerin evi sigara, bir başka daire damla sakızı, bir başkası mercimek… Onun kapısının önünden geçenler arap sabununu burnunun dibinde hissederdi fakat bir kez kahkaha duyulmazdı. Neşesi yoktu evin. İnsan en çok sevdiği zaman insandı. Sevmeden olmazdı. Öldürdüğü çiçekler değil kendisiydi, çürüyen dallar değil içiydi…

Yaz ayları gelince tüm komşular birleşip münasip bir hafta sonunda apartman sakinlerinden Hıdır amcanın otobüsüne doluşur, Florya’ya yahut Büyükçekmece’ye giderdik. Denize girer, piknik yapardık. Sibel ablayı herkes bir hafta evvelden ikna etmeye çalışırdı. Gelmeyeceğinden değil, gelecekti herkes bilirdi bunu. Yeterince ısrar ile yapardı her işi. Herkes muhakkak bir kere onu özel davet ederdi. Sonunda gelirdi.

Herkes eğlenir, güler, top oynar, kavun karpuz kesip yer, mısır dişler. Sibel abla eğlenmeyi bile kendine yakıştıramazdı. O süt beyaz teni pancar gibi dönerdi eve söylenerek.

Biz memlekete döneceğimiz gün babamla annemi bir köşeye çekmiş helallik istemişti. “Çok kahrımı, nazımı çektiniz. Sizin çok emeğiniz var bende. Hiç kalbimi kırmadınız, helal edin ne olur hakkınızı” demişti. O güne kadar bilmeden böyle davranıyor zannediyordum. Oysa her şeyin farkındaydı. O zaman neden bu kadar kırıp dökmek diye sordum anneme. Annem, Sibel abla hakkında zihnime kazınan o cümleyi kurmuştu yine. “Bir çocuğu olsaydı böyle olmazdı.”

O zaman anlamsız gelen bu cümlenin karşısında ilk defa bir soru sordum anneme.

“Anne, madem çocukları olsa böyle olmazdı neden bir çocukları yok?”

Annem donup kaldı bir süre. Sonra iç çekişe benzer bir cevap verdi; “Allah kısmet etmiyor yavrum.”

Allah neden onlara bir çocuk vermiyordu ki? Hem de onlar bu kadar çocuk isterken… Ne kadar kızgındım Allah’a.

Her şey onun elindeyken, yan apartmandaki Aliye teyzenin dokuz çocuğu varken neden Sibel ablaya vermiyordu bir evlat? Demek ki üç ayda bir hekime gidip derman araması, her hafta Sümbül Efendi hazretlerine gidip dilekler dilemesi, İstanbul’un bir ucuna gidip bir ağaca çaputlar bağlaması bundandı. Apartmandaki tüm kadınlar seferber olmuşlardı.

Şimdi genç bir kadın olarak Sibel ablayı kucaklamak, ona şevkat ile şifa vermek istiyorum ve onu anlıyorum. Onu bana anımsatan şarkıyı mırıldanıyorum… Bir martı çığlığında, boynunu bükmüş bir çiçekte, yeni yıkanmış nevresim kokusunda, bebek ağlayışında, annelerin oflayışında bana Sibel ablayı anlatan bir şarkı…
 

Kimseye etmem şikayet
Ağlarım ben halime
Titrerim mücrim gibi
Baktıkça istikbalime…

 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 

Bu hafta bir fincan, bir kupa, bir bardak kahvenizi yudumlarken çiçek ve hüzün dolu bir balkonu hayal edebileceğiniz bu öyküyü bırakıyorum.

 
 
Edibe Vural
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

2 YORUMLAR

  • Yanıtla Nimet Canbayraktar 30 Haziran 2021 at 14:35

    Bu hikayeyi büyük bir zevkle okuyorum ama sizin yaşınızı düşününce o külahtaki leblebi unları zamanını yaşamış olamayacağınızı düşünüyorum. Ama öylesine güzel ki anlatımınız, adeta siz de biliyormuşsunuz gibi o tadı.
     
    Gerçekten de her kapının arkasında bambaşka hikayeler var, birbirine hiç benzemeyen.
     
    Sevgilerimle 😏🥰💖

    • Yanıtla Edibe Vural 1 Temmuz 2021 at 16:09

      Nimet Hanım, bu öykü dizisindeki en yakın okuyucum sizsiniz. Bu durum beni çok sevindiriyor çünkü anlatmaya çalıştığım dönemleri ve yerleri birebir yaşamış olduğunuzu anlıyorum yorumlarınıza bakarak.
       
      Yaşım bu dönemleri yaşamama engel oldu belki ama ben kendimi hiç gerçek yaşımda hissedemiyorum nedense 🙂 Aanki o günleri ben yaşamış gibiyim. Her hikayede keşke ben de orada olsaydım diyorum…
       
      Apartmanlar bana hep hikaye ambarı gibi geliyor. Yeter ki kapıları nezaketle tıklat, arkasındaki hikayeyi dinlemeye hazır ol 🙂
       
      Bu sıkı takibiniz için size ne kadar teşekkür etsem az. İyi ki varsınız 🙂

    Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan