Bir Kahve Molası

Nağme Apartmanı | 5 | Biz

22 Eylül 2021

Öykü: Nağme Apartmanı | Bölüm 5 | Biz | Yazan: Edibe Vural

 

İndeks

Nağme Apartmanı 1. Bölüm: Sevgili Televizyon
Nağme Apartmanı 2. Bölüm: Doktor Civanım
Nağme Apartmanı 3. Bölüm: Çiçek Öldüren
Nağme Apartmanı 4. Bölüm: Güllü Daire
Nağme Apartmanı 5. Bölüm: Biz

 
 
Akşamın karanlığı çökmüştü artık. Bu küçük kafenin üç masasından birine birileri beni çivilemiş gibiydi. Zor da olsa kalkmayı becerdim. Delikanlı garsona borcumu sordum. Cüzdanımdan çıkan serseri bozuk paralar yere saçılınca eğilip toplamak ile toplamamak arasında kaldım birkaç saniye. Bu sırada genç adam çoktan eğilip yerden almaya başlamıştı paraları. Bir karar vermemiş olmamama rağmen yine de topladım kuruşlarımı. Hayatımdaki çoğu şeyi böyle yapıyordum zaten. Kendi özgür irademle yaptığım ne kadar az şey vardı… Sırf birileri yapıyor diye yaptıklarım, kalabalık diye yürüdüğüm yollar, “Zamanı geldi” denildi diye atıldığım işler…

Kafeden çıkarken yarın yine geleceğimden habersiz beni yolcu eden ak pak yüzlü gence “Görüşürüz” dedim gayri ihtiyari. Geceyi geçireceğim öğretmenevine dönerken beynim bir kasetçalardı ve benim elimde bir karışık kaset vardı. Birden fazla sanatçının bulunduğu bu karışık kasetin ismi Nağme Apartmanı’ydı. Bu zamana kadar yazdığım, hatırladığım tüm dairelerin zihnime bir şarkı ile misafirliğe gelmeleri ne hoştu. Tam benlik, tam Nağme Apartmanı’na yakışır bir anı penceresi vardı zihnimin içinde.

İndiğim tramvay durağı ile kalacağım bina arası üç dört dakikalık bir mesafe vardı. Yürürken gölgemi gördüm, beni takip ediyordu. Gölgeler insanları korkutur diye düşündüm en az karanlık kadar. Oysa bana çocukluktan kalma bir oyunu, esrarengiz bir masalı, hayallere açılan gizli bir kapıyı andırıyordu gölgeler. Yatağa uzandığımda ertesi gün için planlar oluşturmaya başladım kafamda. Beni takip eden gölgemin geçmişim olduğunu düşündüm bir an için. Yarın kapıcı dairesini, babamı, annemi yani bizi anlatacaktım.

Sanki çok mühim bir işmiş, unutulmaması gereken bir şeymiş gibi yataktan kalkıp kalemimin ucunu açtım. Defterime bir başlık attım. Biz yazdım. Yarını bekledim.

Biz

Nağme Apartmanı’yla yıllar sonra karşılaştığımdan beri her dairenin hikayesini koşar adım yazdım. Hatırladıkça zihnim kaleme, kalem kağıda aktı. Fakat her daireye girdiğimde dönüp son kez bizim daireye baktım. Hâlâ orada olduğunu bilmek bana güven verdi. Er ya da geç bizim eve girecektim. Bir şair öyle diyordu ya “Neden eve dönmekten ibarettir hayat?”

Babam, sadece apartmanda değil tüm mahallede tanınırdı. Biri yardıma ihtiyaç duyduğunda bir anda orada belirirdi. “Hızır gibi yetiştin” cümlesi babamın en çok duyduğu cümle olabilir. Zayıf ve kemikli bir yüzü vardı. Gözleri çukurda ve biraz da koyu renkli gözaltlarına sahip olduğundan hastalıklı denebilecek kadar sağlıksız görünürdü fakat oldukça sağlam, sağlıklı bir adamdı. O zamanlar böyle görmüyordum babamı.

Şimdi bakınca kendi halinde, işinde gücünde garip bir adamdı babam diyorum. İnsanları çocukken başka, yetişkin olunca başka tanımak ne garip. Annem ise babamın tam tersi kocaman yanakları, canlı yüzü, ışık saçan gözleriyle tam bir sağlık timsaliydi.

Babamla annem arasında hâlâ ad koyamadığım bir ilişki vardı. Kekremsi bir tat gibi. Bilmediğim ve pek şekerli olamayan meyve gibi. Annem de babam da sadece kardeşim ve ben varız diye o evdelerdi sanki. Daimi bir matem havası hakim olan evleri bilir misiniz? Hiç dinmeyen yas vardır bu evlerde. Ölümün şaşkınlığı geçmiş, bir kabulleniş kalmış gibi ama hâlâ kimse unutamıyor öleni.

Birbirlerine saygısızlık yaptıklarını, kavga ettiklerini pek görmedim ama sarıldıklarına da hiç şahit olmadım.

Çok konuşmazlardı. Elektriğin kesildiği geceler hariç. Onun için hep karanlık olsun isterdim. İki gözlü evimiz o zaman yuva oluyor, gülüşmeler önce duvara ardından kulaklarıma çarpıyordu. Televizyonun ruhsuz kuru sesi diniyor, bizim canlı kanlı seslerimiz yankılanıyordu evde. En sevdiğim oyun olan gölge oyunu ise tam bu akşamlarda oynanıyordu.

Babam, duvara yansıyan ellerinin gölgesiyle türlü şekiller, hayvanlar yapıyordu, biz de bilemeye çalışıyorduk. Bazen kedi, bazen kurt, bazen bir bulut bazen bir kuştu babamın elleri. Gölgeleri hep sevdim, babamın ellerindeki sonsuz nesne hazinesini de…

Aydınlık günlerde babam tüm apartmanın işini bitirdikten sonra eve gelir zaten hiç kapanmayan televizyonun karşısındaki iki kişilik koltuğa kurulur, gerekmedikçe konuşmazdı. Ben ve kardeşim ise bazen yere uzanır bazen de namaz kılar gibi oturur ödevlerimizi yapardık. Apartmandaki en sıkıcı evin bizim ev olduğunu düşünürdüm.

Annem babama yardım eder, babamın yetişemediği yerde imdadına koşar, temizlik ve yemekle geçirirdi günlerini. Annem ve babamı apartmanda en az tanıdığım insanlar olarak görürdüm. Kendilerini hiç açmayan insanı nasıl tanır ki biri. Kapalı kutu mu desem, sır küpü mü, gizli bir in mi?

Evimizdeki neredeyse her eşya oradan buradan gelen eşyalardı. Gönül teyzenin eski televizyonu, Sibel ablanın fiskosu, Güllü dairenin eskimiş kadife koltuğu, annemin nereden bulduğunu bilmediğim yer minderi, ucuz diye alınmış ve tüm öteberimizi saklayan plastik beşli çekmece, banyo kapısının arkasında duran ve annemin her işte kullandığı mavi pembe iki büyükçe leğen. Ev sanki Nağme Apartmanı özeti gibiydi.

Annem en çok geniş bir mutfağı olsun istiyordu. Mutfağımızda bir pencere yahut bir havalandırma olmadığından dert yanıyor, yemek kokusunun bir türlü evden çıkmadığından dert yanıyordu. Her dairenin ayrı bir kokusu vardı demiştim daha önce de. Bizimki mecburi bir kokuydu, bir tercih fırsatımız olsa annem yemek kokusunu muhtemelen tercih etmezdi. O günlere dair hâlâ damağımda ve dimağımda kalan bir tat varsa bu annemin yaptığı mercimek çorbasıdır. Okuldan eve aç bir kurt gibi geldiğimde dünden kalma bayat ekmeği katık ettiğim çorba bana enerji vermekle kalmaz evde olduğum gerçeğini boğazımdan mideme inene kadar ılık bir geçişle hissettirirdi.

Bizim evde ev ahalisi hariç herkesin hâli konuşulurdu aslında.

Dokuz numara bugün ne sipariş etti? Yedi numaraya kim ziyarete geldi? Üç numaranın tesisatında sorun çıktı. Beş numara yine çöpü sulu sulu bıraktı. Kimse birbirine nasılsın demez ama apartmandaki herkesin nasıl olduğunu bilirdi. Bu apartmanda her kapının ardında başka bir hengame vardı ama bizim kapının ardında biz hariç herkes vardı.

Babamın konumundan mütevellit ondan beklenmeyecek bazı huyları vardı. Mesela o küçücük evimiz natürmort, portre, figür ve soyut resimlerle doluydu. Kimi imzalı, kimi adsız, kimi öğrenci elinden çıkmış gelişmeye gayet müsait resimler, kimi ise gerçek bir sanat eseri gibi. Dördüncü katta oturan Yakup Hoca’yla babamın arası epeyi iyiydi. Yakup Hoca, İstanbul Üniversitesi Resim Bölümü’nde hocaydı. Kocaman kalın çerçeveli gözlükleri, kıyafetiyle her daim uyumlu fularları, sanatının yüzüne kondurduğu naif ifadesi, ne dediğinden çok dikkat çeken mikrofonik sesiyle unutamadığım bir apartman sakiniydi Yakup Hoca. Babam sık sık ziyarete giderdi bu sanat adamını. Öğrencilerinin yaptığı muhtemelen çöpe gidecek olan bütün resimleri toplar eve getirirdi. Bir kapıcıdan beklenmeyecek kadar sanatseverdi.

“Sanat illa parası olana mı?” derdi hep. Bana kalsa esas sanatsever babamdı. Resmin, müziğin, heykelin içine doğmuş biri ile babamın iradesi bir miydi yani? Benim diyen resim tutkunlarına taş çıkaracak kadar bilgiliydi. Botticelli’den Picasso’ya, Monet’ten Klimt’e, Dali’den Osman Hamdi Bey’e tüm sanat tarihine hakimdi. Bu durumun baş müsebbibi ise Yakup Hoca’ydı. Kendi çizecek yeteneği yoktu. Yakup Hoca’nın bir odasını atölyeye çevirdiği evinde çok denemişti çizmeyi ama olmamıştı. O, toplamayı, biriktirmeyi ve izlemeyi severdi.

İstanbul’dan taşınıp memlekete döndüğümüzde en sevdiklerini seçip çerçeveletmiş, evimizin duvarlarına asmıştı.

Ona kalsa hepsini asardı boş bulduğu her duvara. Ama annem babam kadar sanat aşığı değildi. O daha çok alınması gereken tozları hesaba kattığından yeni bir çerçeveye tahammülü yoktu. Resimleri annemden çok sevdiğine emindim. Belki annemin bir resmi olsa onu da annemden çok sevecekti. Canlı olan her şey ona göre eksik ve acizdi. Oysa resimler öyle mi? Tüm beklentileri karşılayan, idealize edilebilecek yegane varlıklar onlardı. Sanattaki bu kusursuzluk, babamın ilgisini çeken bence buydu. Ben de anlatırken şimdi anlıyorum ki bizim ev donuk bir fotoğraf, diğer tüm daireler ise zihnimdeki sonsuz renkteki, boyuttaki, zaman ve mekandaki resimlerdi. Fotoğrafı makine üretirdi resmi ise insan…

Her hafta Beyoğlu’nun farklı yerlerindeki sergileri takip eden babamı orada görenler gerçek bir sanatsever olarak adlandırıyorlardı. Yakup Hoca’nın öğrencileri de tanıyordu artık onu. Yalnız ne iş yaptığını duyan insanlar bir anda dumura uğruyor, hiç yakıştıramadıklarını ekşiyen yüzlerinde ve büyüyen gözlerinde gösteriyorlardı babama.

Babam başka bir yerde başka bir ailenin içine doğsaydı sanatçı olacaktı, emindim. İnsanın nerede doğduğu mühim meseleydi. Mesela ben Nağme Apartmanı’nda doğmasaydım kim bilir adım ne olacaktı? Mesleğim müzik öğretmenliği de olmazdı sanıyorum. Doğdunuz yer milyonlarca ihtimal arasından size seçilen hayatın başlangıcı…

Yakup Hoca sonraları apartmandan taşındıysa da babam onu sık sık ziyarete gitti. Dönerken de elinde resimlerle geldi.

Keşke dışarıdan biri olarak anlatsam bizim evi. Akvaryumun içinde olduğunun farkında olmayan balık gibiyim. Eminim diğer daireleri daha gerçekçi yazdım. Oysa aynı saydamlığı kapıcı dairesine karşı sağlayamıyorum. Bizim evdeki buz gibiliği biliyorum ama böyle görünmek istemiyorum. Herkesin sıcacık olduğu bu apartmanın en soğuk ve yavan dairesi olmak beni ziyadesiyle üzüyor. Lezzetli bir kase kabak çekirdeği arasındaki acı çekirdek olmayı kim ister ki? Yine de o yılları büyük bir özlemle hatırlıyorum. Belki de diğer daireler de kendini acı çekirdek olarak değerlendiriyordur.

Tüm bu düşünceler başıma üşüşmüş beynimi didiklemek suretiyle beni rahatsız ediyorken bu rahatsızlığı genç bir ses bozuverdi.

“Kusura bakmayın, bir şey sorabilir miyim?”

Başıma üşüşmüş düşünceleri sinek kovalar gibi elimle kovaladım ve kafamı kaldırdım. Bakışlarımın yönünde günlerdir kahvesini, tatlısını afiyetle mideme indirdiğim kafenin genç garsonu duruyordu. Biraz şaşkın, bir heyecanlı.

“Tabi” dedim.

“Çoğunlukla,” dedi “mahalle sakinlerinden başka pek kimse gelmez bu kafeye. Merak ettim birkaç gündür aynı saatlerde gelip gidiyorsunuz, hiç durmadan bir şeyler yazıyorsunuz arada bir yazdıklarınıza bakıp gülüyor bazen de hüzünleniyorsunuz. Haddim olmayarak ama merakıma yenik düşerek soruyorum burada ne arıyorsunuz? Buraya yeni mi taşındınız? Yardımcı olmak yeni komşumuzla tanışmak isterim.”

Normal şartlarda kafeye oturunca “Ben yıllar önce bu apartmanda yaşıyordum. Falancanın kızıyım. Buraya yeni atandım. Acaba uzun süredir oturan var mı?” diye kendimi tanıtmam gerekirdi. Küçük de olsa bir araştırma yapmalıydım. Bu beklenirdi en azından. Ama küçüklüğümden beri iflah olmaz bir gizem aşığı olduğumdan bunu yapmamıştım. Hem nostaljik hem de gizemli bir hafiye hikayesinin içinde hissetmek istemiştim sanırım kendimi. Şimdi bu genç adamın meraklı bakışları ve iyi niyetli sorusu sanki tüm gizemimi söndürecek diye korktum. Ama aynı zamanda paylaşmak, anlatmak istiyordum.

“Zamanınız var mı?” diye sordum delikanlıya.

“Daha iyi bir işim yok” dedi gülümseyerek. Karşıma oturdu, sanki hayatın sırrını verecekmişim gibi gözlerini ayırmıyordu benden. Pürdikkat ağzımdan çıkacaklara odaklanmıştı.

O sırada kafenin içinden bir şarkı yükseliyordu.

İnleyen nağmeler ruhumu sardı
Bir rüya ki orda hep şarkılar vardı
Uçan kuşlar, martılar
Yeşil tatlı bir bahar
Gülen şen sevdalılar vardı
Arzular orada zevk oradaydı
Bir deniz ki aşk dolu dalgalar vardı….

 
 

Devam edecek…

 
 

Bir fincan, bir kupa, bir bardak kahveye bu kez Nağme Apartmanı’nın kapıcı dairesine davetlisiniz. Hoş geldiniz ve afiyet olsun…

 
 
Edibe Vural
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

2 YORUMLAR

  • Yanıtla Şen Sevgi Erişen 24 Eylül 2021 at 19:33

    Çok akıcı bir uslubunuz var, çok severek okudum, arada da gülümsettiniz beni. “Hikaye gerçek mi?” diye sorsam ayıp olur mu?

  • Yanıtla Nur Şimşekkaya 20 Ekim 2022 at 14:34

    Bayıldımmm 🌸

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan