Yokuş aşağı iniyorum mahallemdeki dar sokaktan. Tam dibimden geçiyor bir araba korna çalmadan, tehlikenin serinliğini o geçtikten sonra hissediyorum. Yüzüme çarpan ayazın soğukluğu buğday tenimi yakıyor, aldırmıyorum. Yavaş yavaş yokuşu çıkmaya çalışan yaşlı bir teyzeyle çarpışıyor bakışlarımız. Kendini kötü hisseder mi diye düşünmüyorum bu defa, hızla yürümeye devam ediyorum. Köşeyi dönüyorum, meydandayım. Kalabalığı gören gözlerim kahverengi kaşlarıma haber veriyor, çatılıyorlar Ömer öfkesiyle. Biraz da üzgünüm, İsmet Özel’in cümleyi tamamladığı gibi elbette.* Her şey, her zamanki gibi; henüz ölmemiş yolun kenarındaki banklarda oturan kasketli amcalar. Sahi neyi bekler durur bu adamlar?
Toplaşmış yem yemekte olan güvercinlerin etrafından dolanmaya zahmet etmiyorum ilk defa. Bir sefer de onlar dağılsın, ne var… Uçuyorlar. Kıskanıyorum. Ben ayaklarım üzerinde yürümeye devam ediyorum, hedefe varmadım daha. Dört beş yaşlarında olduğunu sandığım bir çocuk düşüyor yere. Annesi koşup yetişiyor imdadına hemen. Yine de hiç düşünmeden basıyor çığlığı çocuk, hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Yüzü gözü kızarıyor ağlamaktan, nefesi kesiliyor fakat durmuyor, ne de olsa daha çıkmadı acısı içinden. Ne güzel. Yakınını kaybetmiş bir insanın dökmek istediği yaşları hiç taşırmayacak kadar derin olan gözlerimle bakıyorum ona, özeniyorum. Hiç değilse gözlerim sığ olsaydı diyorum, rahatlardık biraz…
Ben de önemsemiyorum bu sefer karşıdan gelenle çarpışacak olan omuzlarımı, çekmiyorum kendimi geriye. Ve çarpıyor tüm olanları boş vermiş iki insanın yorgun omuzları. Karşıdan gelmekte olan genç bir adam, çözülmüş bağcıklarımı gösteriyor işaret parmağıyla. Biliyorum. Yürümeye devam ediyorum, yoğun bir sigara dumanı yokluyor burnumu. Normalde nefret ettiğim bu koku hoşuma gidiyor bu defa, şaşırmıyorum.
Yolu kısaltmak için caminin avlusuna giriyorum. Her şey her zamanki gibi, şadırvandan akmakta olan suyun sesi ve abdest almak için mestlerini çıkaran dedeler… Minareden ezan sesi yayılmaya başlıyor tüm şehre dalga dalga. Aziz Allah. Avludan çıkıyorum, yeniden kalabalığın içindeyim. Herkes bir yerlere gidiyor, birileri ölüyor fakat bu kalabalık hiç eksilmiyor. Eksilse de fark eder miyim bilmiyorum bu kalabalık zihinle. İçim çok kalabalık. Yalnızlığımı her an yüzüme vuruyor içimdeki ve dışımdaki bu insanlar. Herkes ya içimde ya dışımda kalıyor zaten. Anlamam bir türlü, neden aynı zeminde var olamıyoruz asla?
Denizi gördüm nihayet. İnce dudaklarım biraz olsun kıvrıldı yukarıya. Hakimiyet-i Milliye çıkışının önündeyim metro istasyonunun. Kampüste görsem güzel sanatlar fakültesinden olduğuna emin olacağım tarzda bir kadın Yalancı Bahar’ı söylüyor, elinde gitarı ve ritim tutmakta olan ayaklarındaki siyah botlarıyla. Aldırmamam elde değil, durup biraz dinliyorum.
Hayat sende durmam diyor
Her nefeste son geliyor
Bildiğin sende kalsın
Sen yalancı baharsın
Artık senin olmam diyor
Cüzdanıma gidecek gibi oluyor elim. Sonrasında hatırlıyorum, adım başı karşıma çıkan dilenciler sebebiyle kötü hissetmemek için yanımda nakit para taşımadığımı. Gülüyorum. İnsan kendi duygularına bile zırh alabiliyor tanıyınca.
Karşıya geçebilmek için durmasını bekliyorum vefalı bir sürücünün. Durmuyor hiçbir araba, beklemeye devam ediyorum. Hemen biraz ilerimde karşıya geçmek için toplaşmış olan insanları görüyorum. Yanlarına gidiyorum ben de. Aynı anda yola adım atıyoruz, duruyor arabalar mecbur kaldıklarından. Birliğin gücü işte, diyorum içimden.
Karşıya adım attığım gibi bir kadın yaklaşıyor; ayağında terlikler, ellerinde kırmızı güller, başında saçlarını kısmen kapatan bir yazma. Allah Allah diyorum, yalnızım da aslında. Bekliyorum yanıma varmasını, ellerim ceplerimde. Allah sevdiğine kavuştursun kızım, diyor sağ elindeki tek gülü uzatırken. Yok ablam kapandı o defter, diyorum yüzümde tebessümle. Uzaklaşıyor eli mahkûm.
Denize doğru yaklaşıyorum. Kollarımı dayıyorum paslanmış demir korkuluğa. Avrupa Yakasına bakıyorum, bazı şeyler uzaktan güzel. İçimde bir şeyler kıpırdanıyor. Kanı kaynayan genç bir insan olduğumu hatırlıyorum sanki durmak bilmeyen dalgalara baktıkça. Karnımda, var olmanın en büyük sancısına gebe olsam da… Seviyorum yaşamayı ve kaldırım taşında açan bir çiçek gibi olup olmadık yerlerde var olmayı. Yüzümü yalayan rüzgârın boğazıma da sarılmasına izin veriyorum, hasta olacağımı biliyor olsam da. Yaşamayı seviyorum diye düşünüyorum, birileri izin verdikçe. Başımı keyifle yana çevirdiğim esnada, bir adam görüyorum elinde oltası ve kovasıyla tam bulunduğum yere yaklaşmakta olan. Kenara çekiliyorum…
Referanslar ve Kaynakça:
- İsmet Özel’in İçimden Şu Zalim Şüpheyi Kaldır şiirinden bir mısraya atıf. – İsmet Özel, Vikipedi ⇡⇡⇡
- Öykünün ardından Cihan Mürtezaoğlu & Deniz Tekin – Derde İhanet Edemem dinlemeniz tavsiye olunur.
4 YORUMLAR
Okurken kendime doğru bir yolculuğa sürüklendiğim mükemmel bir öykü. <3 tebrik ederim güzel arkadaşım. 🙂
Çok teşekkür ederim Liyya. 🥺
Tüm gün aklımda dolanan şarkıyı burada da okuyunca bir tuhaf oldum 😅 Kısacık bir anı yine kendine has özelleştirip, güzelleştirip sunmuşsun. Eline sağlıkk 💙
Fatma Betülcüm öncelikle çok teşekkür ederim güzel sözlerin için. Aklında dolanan şarkıyı, okuduğun öyküde bulman da eminim ki tesadüf değildir, hiçbir şeyin tesadüf olmadığı gibi. (: