Ruh-u Revan

Katarsis

15 Eylül 2022

Öykü: Katarsis | Yazan: Pınar Sude Genç“Canım biliyorsun bu röportaj beni rezil de edebilir vezir de. Koskoca Ahu Devinim’le röportaj yapma şansı yakaladım düşünsene!” Telefonun diğer ucundaki kişinin söylediği şeyi onaylayan bir şekilde başını salladı. “Doğru diyorsun canım da heyecanlanmamak da elde değil yani. Evet sektöre yeni atılmış olmamama rağmen takdir toplamayı başardım ama ülkenin en başarılı kadın yazarıyla görüşeceğim, küçük bir şey değil ki bu! Hayır bir de kadının evine gideceğim, daha da heyecanlı! Yani ofis diye bir şey varken ya da onlarca müsait cafe varken neden bir yazar ille de evinde röportaj vermek ister ki? Neyse bakalım yakından bakınca da o kadar kusursuz muymuş Ahu Devinim. Sağ ol canım benim, öpüyorum, röportajdan sonra konuşuruz yine.”

Beklediği taksi gelmişti, durması için işaret verdi ve arka koltuğa oturdu. “Merhaba, Kuzguncuk’a gideceğiz.”

Taksi şoförü başını hafifçe öne eğerek aldığı komutu onayladı.Birkaç dakika süren sessizliği taksici bozdu. “Memleket nere sizin abla?”

“İstanbulluyum.” Keşke kulaklığımı takıp müzik dinlemeye başlasaydım, diye içinden geçirdi.

“Has İstanbullu kaldı mı abla burada yaa. İstanbul’da İstanbullu kalmadı resmen, nereden nereye işte.” Sağ elindeki siyah tespihi havaya kaldırıp sallamışken başını can sıkıntısıyla iki yana salladı.

“Çalışıyor muydunuz abla?”

“Gazeteciyim.”

“Off en sıkıntılı işlerden. Bir de bayan olarak. Sıkıntı yaşıyorsunuzdur mutlaka değil mi abla?”

“Her mesleğin zorlukları var sonuçta. Hangi iş kolay ki?”

“Doğru diyorsun abla.”

Bir anlık boşluğu fırsat bilen Elif, kabloları sanki çok sıkı bir düğüm olmuş gibi çözmek için olağanüstü bir çaba verip taksicinin de görmesini sağladıktan sonra kulaklığını taktı.

Kulaklarına fısıldanan şarkı Beach House’dan Space Song’du. Şarkının verdiği huzur, ruhunun her katmanına yavaş yavaş yayılırken camı boynunun hizasına kadar indirdi ve gözlerini kapatıp rüzgarı teninde hissetti. Birkaç dakika geçmişti ki birden saçının rüzgârda bozulmaması gerektiğini hatırlayıp hem telaşla hem de öfkeyle camı kapattı. Zaten şarkı da bitmişti.

“Neden kapattın ki abla sıcak değil mi? Gerçi klimayı da çalıştırabilirim istiyorsan.”

“Yok yok az kaldı ineceğim zaten şimdi.”

Daha iyi görebilmek için öndeki iki koltuğun arasında kalan boşluğa yaklaştı. “Abi buradan sola döneceğiz. Heh şu gri arabanın arkasında durabiliriz.”

Parayı şoföre uzattıktan sonra çantasını alıp kapıyı açtı. “İyi günler.”

“İyi günler abla!”

Kuzguncuk, Elif’in en sevdiği semtlerden biriydi. Sırf biraz yürüyüp mahallenin tadını çıkarabilmek için varması gereken yerden erken inmişti taksiden. Perihan Abla sokağının renkli evlerine bakarken aklına Perihan Abla dizisi geldi ve tebessüm etti. Birden kulağına Perihan Abla’nın kayıp eşyaları ararken söylediği “Şeytan aldı götürdü, satamadan getirdi” sözleri ile tebessüm etti. Çocukluğunda hafızasına kazınmış o sahne sebebiyle hâlâ kaybettiği bir eşyayı ararken bu tekerlemeyi söylerdi. Beklemediği bir anda çocukluğundaki bu anıyla karşılaşmak içini ısıtmıştı.

O zamanları düşünerek düşüncelere dalmıştı ki Ahu Devinim’in evinin önüne geldiğini fark etti. Ahşap, müstakil, klasik bir Kuzguncuk eviydi. Heyecanla zili çaldı ve çok geçmeden kapı açıldı.

“Merhaba, ben Gazeteci Elif Aydın.” Karşısındaki; bembeyaz saçları sıkı bir topuz ile toplanmış, siyah elbiseli bir kadındı.

“Hoş geldiniz Elif Hanım, buyurun. Ahu Hanım’ın şu an küçük bir işi var sizi birazcık bekleteceğiz maalesef.”

“Sorun değil” dedi yardımcı kadına gülümseyerek ve ardından evin içine göz attı. “Şey isminiz neydi acaba?”

“Benim mi?” diye sordu kadın şaşırmış gibi. Elif ise evet anlamında başını salladı.

“Zehra.”

“Zehra Hanım bilginiz var mı bilmiyorum ama biz normalde şirket olarak yapmış olduğumuz röportajlarda fotoğraf çekimi de gerçekleştiririz fakat Ahu Hanım bunu kabul etmedi. Dolayısıyla kendisiyle veya evle ilgili çekimde bulunamayacağız ancak benim bireysel olarak, hiçbir çekim yapmadan evin belirli yerlerini gezmeme müsaade var mı acaba?”

“Evet Ahu Hanım hiçbir zaman fotoğraf çekimini kabul etmez ama siz kendisini beklerken salonu inceleyebilirsiniz” dedi ve ortadan kayboldu.

Elif, adeta minimalizme tepki olarak tasarlanmış salonun içini adımlamaya başladı. Zümrüt yeşili duvarların hemen her yerinde tablolar asılıydı. Şöyle bir dönüp baktı, gerçekten duvarın tamamında neredeyse tablo asılmamış köşe yoktu. Tabloları incelemeye başladı. Bir duvarın hemen hemen tamamını fil çizimleriyle dolu tablolar kaplıyordu. Diğer bir duvar ise Fransızca yazılmış bazı mektupların çerçeveletilmesinden oluşuyordu. Fransızca yazılı mektuplar Elif’in ilgisini çekmişti, Ahu Hanım’a sormak üzere defterine not aldı.

Salonu dilediği gibi inceleyemeden Ahu Hanım’ın gelme ihtimalinin düşüncesi zihnine intikal edince tablolarla daha fazla oyalanmama kararı aldı ve tam karşısında duran devasa kitaplığa doğru ilerledi. Bu görkemli kitaplığın birçok dilden ve kategoriden kitaplar barındırdığını fark etmek fazla zamanını almadı. Kitapları eline alıp kurcalama dürtüsüne karşı koymaya çalışan Elif; en sonunda can sıkıntısıyla, camın hemen önünde karşılıklı duran turuncu berjerlerden birine oturdu. Burayı doyasıya inceleyebilmesi için kendisine saatler verilmesi gerekiyordu. Şimdi kütüphaneyi incelese camın önünde dizili çiçeklerin hatırı kalacaktı sanki. Çiçekleri incelese aklı ahşap masa takımında kalacaktı.

“Merhaba! Çok bekletmedim sizi umarım.”

Sesle birlikte irkilen Elif, ahşap sarmal merdivenden inmekte olan Ahu Hanım’a doğru döndü ve gülümseyerek cevap verdi. “Beklerken salonu inceleme fırsatı buldum, benim için gayet zevkli dakikalardı” dedi ve kadın kendisine iyice yaklaşmışken ayağa kalkıp elini uzattı; kısa bir tokalaşmanın ardından kadın, Elif’e oturması için eliyle müsaade verdi ve kendisi de tam karşısındaki berjere oturdu. Ahu koltuğa kurulduktan saniyeler sonra yardımcı kadın yanlarında belirdi.

“Zehra Hanım’ın Türk kahvesi çok lezzetlidir, ikram edebilir miyiz acaba?”

“Elbette, orta şekerli bir Türk kahvesine hayır demem.”

Yardımcı kadın görevini anladığını belirtir gibi başını hafifçe öne eğdikten sonra mutfağa varmak üzere salondan ayrıldı.

“Yeniden merhaba. Ben Elif Aydın, Mürekkep Gazetesi’ni temsilen buradayım. Hazır olduğunuzu söylediğinizde kayda başlayabilirim, kayıt dışı bir bilgi verecek olursanız bunu belirtmenizi rica ederim, aksi durumda sizin de bildiğiniz gibi ağzınızdan çıkan her cümleyi haberimde kullanma hakkına sahibim.”

Çok heyecanlı olsa da iyi bir giriş yaptığını düşünerek içinden kendisini tebrik etti. Ahu önce gülümsedi, biraz duraksadı ve nihayet koyu kırmızı rujlu dudakları kıpırdamaya başladı. “Elbette Elif Hanım, kayda başlayabilirsiniz.”

Elif kayıt cihazına bastıktan sonra sol elinde mürekkepli kalemi ve sağ elinde sorularının yazılı olduğu siyah defteri ile söze başladı.

“Yazar olmak sizin tercihiniz midir Ahu Hanım?” sorusunu sorduktan sonra, gülümseyerek düşüncelerini toplamaya çalışan Ahu’yu daha dikkatli incelemeye başladı. Siyah kıvırcık saçlarına, buğday tenine ve zarif elleri üzerindeki kahverengi soluk lekelere kadar inceledi.

“Yazarlık, benim yaratılışım ile bana verilmiş bir nitelik diyebilirim sanırım. Hiçbir zaman yazar olmak için çabalamadım yahut ileriki zamanlarda yazar olmamdan ötürü kıvanç duymadım. Nasıl benim ismim Ahu’ysa ve ben bu ismi kendim seçmediysem, boyum 1 metre 71 santimetreyse ve ben bunu
değiştiremiyorsam, yazarlığım da aynı şekilde benim irademden oldukça bağımsız bir varoluş. Ne ben onu seçtim ne de o bana sonradan geldi. Yazma vasfım, en başından beri benimleydi.”

Tam bu esnada Zehra getirdiği kahveleri iki berjerin arasında duran sehpaya bıraktı ve sessizce gitti.

“Yani aslında şöyle de bir şey var ki…” kahvesinden bir yudum aldı. “Yazarlık insanın karakteriyle doğan bir şey. Hatta ben tüm sanat dalları için aynı şeyi düşünüyorum. Şöyle açıklayabilirim ki global olarak etkilendiğimiz bazı olaylarla karşı karşıya kalıyoruz kimi zaman. Sanatçılar, herkesin bir miktar etkilendiği bu olaylardan, hayatın günlük akışından kopacak kadar derinden etkileniyor. Sanatçıyı, yalnızca tüketici olan insandan ayıran nitelik de budur bana sorarsanız. Duyguları ruhunun çok derinlerinde, çok yoğun bir şekilde hisseder. Ruhu sıradan bir insana göre çok daha derin olduğundan mı bu böyledir yoksa farkındalığı sayesinde düşüne düşüne o duyguyu kendisi mi derinlerine iter işte orasını bilemiyorum.”

Kahvesinden büyük bir yudum daha aldı.

“Yazarlık da bu derin ruhlu insanların içlerindeki yaralara sürdüğü bir çeşit pansumandır. Yazdığı yazı sayesinde ruhundaki yara öncelikle dışarı çıkmaya fırsat bulur. Bir çeşit kusma, arınma, katarsis de diyebiliriz bunun için. Daha sonra yazdığı eseri estetikle bütünleştirdiğinde, kusmasına izin verdiği yaraya pansuman yapmış olur.”

Aldığı cevaptan oldukça tatmin olan Elif, yüzüne yayılan bir gülümsemeyle defterindeki ilk maddenin üzerini çizdi.

“Çok yetenekli bir yazar hiç çalışmadan da iyi bir yere gelebilir mi öyleyse?”

“Bu soruyu Mete Gazoz’un şu sözüyle yanıtlamak istiyorum: Yetenek sizleri ortalama insanların üzerine çıkartır. Çalışmak sizi yetenekli insanların üzerine çıkartır.”

“Gerçekten güzel söylemiş milli sporcumuz.”

İkisi de aynı anda kahvelerinden bir yudum aldılar ve koordine bir şekilde aynı anda tabaklarına bıraktılar.

“Her zaman yazacak motivasyonu kendinizde nasıl buluyorsunuz? Bu soruyu aktif olarak köşe yazarlığı da yapıyor olmanızdan yola çıkarak soruyorum.”

“Kesinlikle bahsettiğiniz gibi bir motivasyon söz konusu değil. Ben motivasyonla bir yere varılacağına inanmıyorum. Evet motivasyonla bir yola çıkabilirsiniz fakat sizi o yolda yürütecek şey katiyen motivasyon değildir; disiplindir, azimdir, ümittir. Sadece motive hissettiğim günlerde yazıyor olsaydım bugünkü Ahu Devinim olamazdım ve siz de şu anda bu röportajı bir başka yazarla yapıyor olurdunuz.”

Gözlüğünü geriye doğru ittirirken dolu dolu bir kahkaha attı. Heyecanı yeni yeni durulmuş olan Elif bu tuhaf kahkaha ile birlikte kendisini yeniden diken üstünde hissetmeye başladı.

“Peki Ahu Hanım, yalnızca yazma sürecinizde yaşadığınız sıra dışı durumlar var mı?”

“Özellikle bir öykü veya roman üzerinde çalıştığım sıralarda yakın çevremle çok çatışırım. Öykü veya roman, her ne yazıyorsam, tamamlanana kadar hem benim hem de yakın çevrem için çileli bir süreç olur. Yazdığım eserin dünyası ile kendi dünyamın gerçekliği birbirine nüfuz eder ve dolayısıyla ben de iki farklı evren arasında gerçekleşen bir seyahat yapmış olurum. Bu seyahatin bir nevi jet lag1 etkisi beni huysuzlaştırdığı için insanlarla sorun yaşadığımı söyleyebilirim sanırım.”

Kırmızı ojeli parmakları, berjerin kenarını sıkı sıkı kavramıştı. Özellikle bu soruyu yanıtlarken oturduğu yerden destek alma gereksinimi duyması Elif’in gözünden kaçmadı.

“Benim şahsi tecrübeme göre yazarlık yapan kişilerin empati becerileri daha gelişmiş oluyor, hâliyle bu da insan ilişkilerine yansıyor. Her ne kadar insanlarda yazarların sessiz, sakin, içe kapanık bir yaşamları olduğu düşüncesi zihinlerinde yer etse de gerçek hayatta olayların akışı tam olarak bu şekilde cereyan etmiyor. Birçok başarılı yazarın sosyal ilişkilerinin çok kuvvetli olduğuna şahitlik ediyoruz. Sizin yaşam tarzınıza baktığımızda ise çok daha bireysel bir manzarayla karşılaşıyoruz. Bu durum gerçekten göründüğü gibi mi? Bir de röportajın ısrarla evinizde gerçekleşmesini istemenizin sebebini öğrenebilir miyiz acaba?”

Sorusunu sorduktan sonra kendinden emin bir tavırla arkasına yaslandı. Ahu kaşlarını çattı, dudaklarını sertçe birbirine bastırdı. Kahvenin yanında gelen su bardağına uzandı ve suyunu tek yudumda tamamen içti. Ahu’nun verdiği bu gerginlik sinyalleri Elif’i de huzursuz etti.

“Öncelikle birbirinden oldukça bağımsız bu iki soruyu peş peşe sormanızı, kariyerinin henüz çok başında toy bir gazeteci olmanıza veriyorum.”

Elif, fevri bir hareketle kaydı durdurdu. “Pardon Ahu Hanım?!”

Ahu, oturduğu yerde duruşunu dikleştirdi ve tek kaşını kaldırmışken cevap verdi: “Sorunuzu yanıtlıyordum Elif Hanım, neden kaydı durdurduğunuzu anlayamadım.”

Elif oturduğu koltuğun ucuna doğru gelip Ahu’ya doğru eğildi. “Ben buraya sizi gazetemizde tanıtmak için geldim. Elbette yazarların gerçekçi cevaplar vermelerini isteriz ama bu yukarıdan bakan tavrınızı bu kadar çabuk araya sokup gerçek yüzünüzü bu kadar erken ortaya çıkarmasaydınız keşke. Eminim kaydı durdurmasaydım birçok okurunuz hayâl kırıklığına uğrayacaktı.” Tek solukta cümlesini bitirmişti.

Ahu kendini zorlayarak ufak bir kahkaha attı. “Ahh toy dememe mi alındınız? Biraz ara verelim isterseniz.”

“İyi olur.”

Çantasından hınçla sigarasını ve telefonunu alıp aceleyle evden çıktı, kapının önündeki merdivenlere çöküp sinirle saçını çekmeye başladı. Kendi canını acıttığını sonradan fark etti. Titreyen elleriyle sigarasını yaktı.

“Demek ki koskoca Ahu Devinim de olsan, öz güven tahtın sallandığında hemen karşındakine saldırıyorsun…”

Telefonu titreşti.

“Efendim Burak Bey? Evet evet başladık. Ufak bir sıkıntı oluştu onun için biraz ara verdik.”

Karşı tarafın lafını kesmemek için çabalarken sonunda lafa girebildi.

“Ahu Hanım’ın sebep olduğu bir gerginlik sebebiyle…”

Gözleri dolmaya başlamıştı ki telefon suratına kapandı.
 

* * *

 
Kaydı başlattı.

“Sosyal bir insan değilsiniz bildiğimiz kadarıyla Ahu Hanım. Belki sakinliği tercih eden bir yapınız var ama eğer böyleyse yıllardır İstanbul gibi kaotik bir şehirde yaşamanızın özel bir sebebi var mı?”

“Evet sakinliği seven bir yapım var fakat İstanbul’da yaşamak da benim için bir mecburiyet.”

Elif’te merak uyandırdığını fark edince sözlerine daha istekli devam etti.

“Yapım gereği çok kolay depresifleşirim. Yani aslında depresif bir ruhum olduğunu söyleyebilirim. Depresif olduğum zamanlarda da çok daha üretken olurum fakat ben de insanım nihayetinde. Toplumda, sanatçılar sanki temel ihtiyaçları olan kimseler değilmiş gibi bir algı var. Ne bileyim benim de pazara gidebileceğimi düşünmüyor kimse. Bakın gülümsediniz… Bilmiyorum böyle çok farklı bir evrenimiz varmış gibi bir algı var zihinlerde ama biz de insanız. Romantik filmlerde yaşayan, üç saatlik film boyunca hiç tuvalete gitmeyen ütopik bir karakter değiliz ki. Siz ne kadar gerçekseniz ben de en az sizin kadar gerçek ve gerçekçiyim. Hayâl ürünü olanlar yalnızca eserlerimdeki karakterlerim.”

İkisi de aynı anda tebessüm edince bir an olsun birbirlerine yakın hissettiler.

“Dolayısıyla benim de depresifliğe tamamen teslim olmamam gerekiyor ki yaşamıma devam edebileyim.”

Kısa bir an gözlerini kısıp odanın uzak bir köşesine bakarak duraksadıktan sonra sözlerine devam etti.

“Çok kalabalık bir yerde hiç hareket etmeseniz bile arkadan gelenler sizi ittirir ve istemeseniz bile ilerlemek zorunda kalırsınız. Yahut sağınızdan veya solunuzdan geçen biri size omuz atar, belki varlığını bile unuttuğunuz omzunuzu hatırlatır size. İşte İstanbul da tam olarak bu işlevi görüyor benim hayatımda.”

Elif, mahcup bir hayranlıkla başını salladı.

“Ahu Hanım duvarlarınıza astığınız Fransızca yazılı şeyler tam olarak nedir acaba?”

Ahu içten bir tebessüm eşliğinde cevap verdi. “Lise eğitimimi Fransızca aldım. Çerçevelettiğim mektuplar da benimle aynı okulda olan lise aşkımın bana tatillerde yazdıkları. Siz sormadan söyleyeyim, kendisiyle liseden sonra hiçbir iletişimimiz olmadı. Şu anda da ne yaptığını hatta hayatta olup olmadığını bile bilmiyorum. Bilmek de istemiyorum açıkçası, onun lisedeki o hâliyle zihnimde kalmasını tercih ediyorum.”

“Anladım. Bir lise aşkınız olması sizin için gerçekten kıymetliymiş anlaşılan.”

“Bir şeyin var olması onu değerli kılmaz. ‘Şey’ dediğimiz, bizim zihnimizde var edilen biçim ve özellikler ile değer kazanır. Mühim nokta mutlak olan varlık değildir, zihnimizde var ettiğimiz yahut var edilen düşüncedir. Başka türlü açıklayacak olursak, en başından beri bir babaya sahip olan çocuk ‘İyi ki babam var’ demez. ‘İyi ki böyle bir babam var’ der. ‘Böyle’ kelimesinin altına sığdırdıkları ile var olur çünkü babası. Elbette hiç babası olmayan bir çocuk ise ‘Keşke babam olsaydı’ der. Öncelikle özelliklerine değil, varlığına ihtiyaç duyduğu için… Hiç bilmediği bir babayı tahmin edemediği ve etiketler ile sınırlandırmak istemediği için… Her neyse gereksiz uzattım sanırım.”

“Estağfurullah…”

Bu örneği “baba” üzerinden vermesi Elif’i bir an duraksatıp düşündürtse de konuyu dağıtmadan bir sonraki sorusuna geçti:

“Yaşamak başlı başına zor bir eylem. Sanatçıların normal insanlardan çok daha hassas ruhlu olduklarını göz önünde bulundurursak, siz bu zorlu eylemle yazarak başa çıkıyorsunuz.”

Ahu onayladığını göstererek başını sallayınca devam etti.

“Peki sanatçı olmayan insanlar için bu zorlu eylemle başa çıkma yolunda ne önerirsiniz?”

“Her insanın bir katarsisi olduğuna inanıyorum. Bu benim için yazarlıktır belki sizin için gazetecilik yapmaktır. Bir başkası için yorulduğu anlarda başını sevdiği kişinin omzuna dayamaktır. Kimisi için şarkı söylemek, kimisi için de şarkılara konu olacak bir aşk yaşamaktır… Bence mühim olan kişinin kendi arınma yolunu bulması ve bulduğu bu yöntemi kendine iyi geldiği için sürdürdüğünü unutmamasıdır çünkü insan öyle garip bir varlık ki kendine iyi gelmesi için yaptığı bir şeyi bile zamanla görev hâline getirip kendine eziyet edebiliyor. Hayat her birimize yeterince eziyet yaşatıyor, bir de hayatımızı kendi ellerimizle zorlaştırmanın ne anlamı var ki?”
 
 

Pınar Sude Genç

 
 

Açıklamalar:

  1. Jet Lag: uzun mesafe (doğu-batı veya batı-doğu) seyahatinin neden olduğu vücudun sirkadiyen ritimlerindeki değişikliklerden kaynaklanan fizyolojik bir durumdur. Örneğin, New York’tan Londra’ya, yani batıdan doğuya uçan biri beş saat geri gelmiş gibi hisseder. Londra’dan New York’a, yani doğudan batıya seyahat eden biri ise, sanki 5 saat sonrasına gitmiş gibi hisseder. Jet lag daha önce sirkadiyen ritim uyku bozukluklarından biri olarak sınıflandırılmıştır. – Vikipedi    ⇡⇡⇡

 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan