Öykü & Deneme

Yusuf Abi

22 Eylül 2023

Öykü: Yusuf Abi | Yazan: Josef Kılçıksız

O akşamüzeri ben ve anneannem tahta sofranın etrafına kümelenmiştik. Anneannemin en yakın arkadaşı Süheyla teyzenin çığlığı duyuldu birden. Hemen koşuştuk pencereye.

“Gadasını aldığım, sana gelecek bela beni bula Yusuf’um” diye bağırıyor; yavrularını, gümüş sırtlı gorilden korumak isteyen dişi bir goril gibi sinesini dövüyordu. Ninem bir çırpıda dışarı fırladı ve bir kedinin gece güvesini kapması gibi kolundan tutup içeri aldı Süheyla teyzeyi.

”Anlat hele, niye dellendin yine?”

Süheyla teyze bir şey söyleyecek oldu fakat muşmula kurusuna benzeyen dudaklarını sıkarak sustu.

”Otur soluklan, bir iki lokma bir şey ye, sonra anlatırsın.”

Ninemin meşhur Lagana ekmeğinden bir dilim kopardıktan sonra, “Bu kör olasıca gelin, iştah miştah bırakmadı bende Raşel” dedi.

Süheyla ismini telaffuz etmek benim için çok zordu. Ben de ona ”Şehla teyze” diyordum. Bu yüzden, “Ben şaşı mıyım gavurun dölü” diye çıkışırdı bana.

O akşam yemek faslı çabuk bitti. Anneannem ve Süheyla teyze kilitli odaya çekilip fısır fısır konuşmaya başladılar. Kilitli odaya çekilmeleri meselenin vahametini gösteriyordu. Çünkü annem öldükten sonra ninem odanın kapısına bir Beytlehem yıldızı asmış ve sıkı sıkıya kilitlemişti. Sadece Paskalya’da ve Noel’de girmeme izin veriyordu.

Ninem böyle durumlarda benim için, bilhassa, aralık bırakırdı kilitli odanın kapısını. Pusuya yatıp hikâyem için malzeme toplayacağımı bilirdi çünkü.

Ninem anlatırdı, babamı kaybettikten sonra annem bunalım geçirmiş ama öyle böyle değil, dünya tarafından kovulduğuna kanaat getirip arığı kurumuş gül çalısına benzeyecek kadar. Evimizin bodrumuna sık sık inip oradaki örümceklerin gür siyah saçına ördüğü ağları seyredermiş.

Velhasıl, bu hikâyenin ninem versiyonu cepte. Bildiklerimin üzerine, kapı aralığından duyduklarımı ve kendi tahayyüllerimi de ekleyerek bir liman hikâyesi yazmayı umuyorum.

Aslında az konuşurdu Süheyla teyze. Anlaşılan, zaman, çokça kelime, çokça sır biriktirmişti içinde. O gün ansızın başlayan bir sağanaktı konuşması, nereleri ıslattığını bilmeyen bir yağmur.

Süheyla teyzenin gelini, başta işveliymiş kocasına. Gel zaman git zaman, bir çekmecenin dibindeki uyumsuz çoraplar gibi olmuşlar. Süheyla teyzenin dal gibi oğlu Yusuf abi hissetmiş bir şeylerin yolunda gitmediğini. İçine ata ata, kınını ince ince kesen bir bıçak gibi olmuş. Sonunda arsız vesveselere yenik düşmüş ve gül gibi karısını bebesiyle anasının yanına koyup uzak denizlere miço olmaya gitmiş. Seyrek de olsa, mektup yazar, para da yollarmış.

Aradan epey zaman geçmiş, bebe yaşta bıraktığı çocuğu benim yaşlara gelmişti.

“Oğlum, o da senin gibi öksüz sayılır, onu kolla” diyen ninemin ikazları olmasa onunla oynamayı sevmezdim. Burnundan dudağına doğru kıvrıla kıvrıla ilerleyen bir sümüğü vardı oğlanın, üstelik, osurur gibi söylüyordu “s”leri.

Süheyla teyze, arada kendi sesini tartıyor, sonra iki iç çekiş arasında birdenbire gelen mıhlanma ve ağlama halleri, bir kâğıt kesiği gibi, canımı sızlatıyordu.

Ona kalırsa, gelini kendini beğenmişin tekiydi. Yemek kokulu ve bol kavgalı bir mahalleden geldiğini unutup oğluna tepeden bakar olmuş.

Oturduğumuz mahalle öyle ahım şahım bir yer değildi gerçi. Bir kısım mahalleli bize ”gavur” diyordu ama anneannem, “Sakın kimseye kin gütme oğlum, hepimiz aynı örgünün saçıyız nihayetinde” derdi.

Bir mitralyöz gibi konuşmasını sürdürdü Süheyla teyze.

Üstelik gelin sakarın tekiymiş; daha evde genç kız iken zavallı babasının üzerine demliği bocamış. Kaynar su, marangoz olan adamın elini kolunu kayısı kıvamında pişirmiş, derisi, tokaçla vurmaktan büzüşmüş çamaşıra benzemiş ve bu olaydan sonra ailenin geçimi epey zorlaşmışmış.

Tepeden tırnağa kulak olmuş dinliyorum. Süheyla teyze, noktalama işaretlerinin bile soluklanma hakkı yokmuşçasına, kelimeleri ardı ardına sıralamaya devam ediyordu:

Gelinin gözü te baştan beri dışarıdaymış. Şeceresi, ağzı açık bırakılmış süt gibi bozuk çıkmışmış.

Köyümüzde, eğik burnu hakikaten bir kartalınkine benzeyen, “kerkenez Fuat” diye biri vardı. Herifin oğlu tam bir kadın avcısıydı. Kasıla, böbürlene, “Süheyla teyzenin gelinini samanlıkta mıhladım” dermiş. “Allah belamı versin ki yalan söylemiyorum, yoksa nereden bileceğim, yanağındaki gamzenin aynısından bel ve kalça arasında bir tane daha olduğunu, nerden bileceğim, üst kasığında bir doğum lekesi olduğunu” diye delil de sunarmış köyün çapulcu takımına.

Ninem, “Tövbe estağfurullah, şimdi böyle elinde ekmek günaha gireceksin, yeter kadının namusuna laf ettiğin” diyerek araya girdi. Ninem, “Serçenin su içtiği kaptan içen, kendi halinde sessiz biri” derdi kadın için.

Nineme göre bu sessiz hallerinin müsebbibi yabancılık uruydu. Gerçekten de köyümüze, hani o serin çiy sızdıran testilerinden Süryani şarabı içilen Midyat’tan gelin gelmişti.

“Susması sana niye batar ki Süheyla? Kimi yarasından konuşmaz, kimi yaradılışından.“

“Kimi de kibrinden ve günahlarından” diye ekledi Şehla teyze, pardon, Süheyla teyze. “Günahları, uzun bir güneş tutulması gibi çöktü üzerimize lanet olasıcanın” diyerek derin derin iç çekerken nefesi, birilerini öpecekmişçesine hep büzük tuttuğu dudaklarına çarpıp bir ıslık gibi ağzından çıkıyordu.
 

* * *

 
Pembe bir gün batımıydı. Yine vesveseden, şüpheden, ihanetten bunalmıştı Yusuf abi. Evden dışarıya zor attı kendini. Yürüdü kıyı boyunca. Sazlığa geldi; gölgesinin durduğu yere. Böyle zamanlarda nehrin yukarısına gidecek vapurlara malların yüklenmesini seyrederdi.

Sazlıkların orada, kanatlarında göç heyecanı, türlü türlü kuşlar vardı; tüm uçuşları gerisin geriye katetmek isteyen. Bazıları vardı ki adeta kurşun taşıyorlardı taşlıklarında; bir kez konmayagörsünler bir daha havalanamıyorlardı.

Ağustos sonlarıydı, lakin çoktan eylül görgüsü kazanmıştı zaman. Uzak dağların zirvelerini örten ilk karın ve uzak denizlerin üfürdüğü ilk güz esintilerinin arasında bir yerdeydi mevsim.

Pembe şafağı hisseden köpekler kesik kesik uluyordu. Yusuf abi işte böyle bir şafakta terk etmişti köyü; arkasına dönüp bakarsa tuzdan bir heykele dönüşeceğini bilen Lut Nebi gibi ayrılmıştı evinden.

Onunkisi deniz sevdası falan değildi aslında; daha ziyade, gözden uzakta olmaya, utançtan buharlaşıp yok olmaya dair bir hınçtı.

Zor zanaattı miço olmak. Sırtındaki gömlek, kuruyan teriyle sertleşip kalınlaşıyordu her geçen gün. Daraldığında denizin iyodu koşuyordu imdadına.

Tayfanın kahir ekseriyeti, unutmuş gibi yapıp yaşamayı taklit eden müzmin bekarlardan mürekkebti. Dünya, onlar için, sanki sadece küfürden, eğlenceden, hurdadan, plastikten, frengiden ve anasondan yapılmıştı.

Pantolonlarının iki tarafındaki körüklü cepleri ve kalın kabanlarıyla tayfa, denize meydan okurdu. Her limandan ayrılış, parmak uçlarından siyah iş ayakkabılarını bağlamaya hızla geçen bir kederin eşlik ettiği, bir uğurlamaya benzerdi.

Hemen hemen her limanda ferlerini söndürüyorlardı. El sürdükleri yabancı etler, yabancı yüzler, buzdan putları andıran, kırık dökük armağanlarıydı hayatın. Orada her şey geçici, her yer biraz dünyalıktı işte. Hepsi biliyordu oysa, Fizan’dan gelen, eşyaları dağılmış, eski bir bavul gibi, dünyanın onları umursamadığını.

Akşamdan kalma hayal kırıklığıyla dolu olurdu kamaraları. Tayfaya sorsanız, bu kalp kırıklıkları, hep denizin kabahatiydi.

Yusuf ağabey de her limanda, kendini paralarcasına içip eğlenirdi. Ölçüsüz eğlentileri, uzun sürecek bir ayrılığın ve nedametin intikamını almaya benziyordu. Gece olup kamarasına dönünce hırçın kediler gibi boşluğu tırnaklar, içinde boynuzları öne eğik boğalar tepinirdi.

O gece kamarasına varır varmaz komaya girmişçesine sızdı. Bir örümcek yürüdü sonra çıplak göğsünün üstünde; yapışkan salyalarını hiçbir zaman üstünden silemediği, şüphenin ve vesvesenin örümceğiydi bu.

Nemi, fırtınası ve kamçı gibi dalgalarıyla muhteris olurdu deniz. Gövdelerini eski fırtınaların aşındırdığı, can çekişen gemiler olurdu bazı kıyısında.
Bir keresinde, bir rivayete göre, eskiden esir ticareti de yapılan, metalden gövdelerinde kazanların titreştiği farklı bayraklı gemilerin denizaşırı mallarını boşalttıkları, tayfaların başlarında şişe kırılan meyhaneleriyle ve zemin kattaki loş ışıklı pencerelerinin her birinde saçlarını tarayan işveli onlarca kadının olduğu bir liman şehrine demir atmışlardı.

Oraya demirleyen gemiler, ekseriyetle, kahveyi, miski, fildişini ve tarçını ve kendi köküne eğilen bin bir çiçeğin soğanını ve her türlü baharatı ve Halep kumaşlarını ve kıymetli taşları ve isyanları ve Habeş kıyılarında pusuya yatmış korsanları ve beyaz ırkın kürk tüccarlarını ve miçoların terden, tozdan bulamacını ve Tarlabaşı apartmanlarının arasına gerili çamaşır iplerini andıran upuzun kollarıyla Hint yarımadasının Jibon maymunlarını ve Zanzibar sahilinde bekleyen karabiberi, güherçileyi, patiskayı ve ipek kumaşı ve orta yerinden çatlamış iki kulplu amforaları ve hiç solmayan gülü ve hiç gidilemeyen o ülkeden, eski bir bavulun içine doldurularak getirilen bulutu taşırdı.

Buraları, kiremit saçaklı serin avlularında, peçenin yarısına kadar örttüğü yüzlerini ve siyah tülün yarısına kadar kapladığı kollarını hareket ettirerek raks eden çıplak ayaklı dansçıların olduğu ve ganimetlerini kirece boyalı kalın duvarların koruduğu, gaddar kralların kentleriydi.

Orada, gece çökünce, gün boyu bütün usareyi kumundan emen çöl sessizliğe bürünür; heybetinin tüm hevesi dibe çökerdi. Çöl kervana, kervan ise dünyadaki tüm yeîse meydan okurdu. Yorgun kervanbaşı ve yük hayvanlarıyla katar, yine de bir güvercin ölüsünü bile Habeş çölünden uçurabilecek kadar umar ve inançla dolu olurdu.

Gün günden deliydi; yol yolu öptü, uzak yakını. Kalın zaman örtüleri geçti miçoların üzerinden fakat taş devrilip çağ bitmemişti henüz.

Birkaç aylık deniz yolculuğundan sonra kolonları, bilinmeyen derinliklere tahkim edilmiş, ışığı karanlık maviye değen bir deniz feneri görünmeye başlamıştı. Vardıkları şehirde çanlar hareketsizdi ve hiçbir pencere açmıyordu kanatlarını.

Kurşun delikleri ve çatlaklar sebebiyle cüzzamlı bir yüzü andıran bir duvarın üzerinde, İsa, bir eli çarmıha çiviliyken diğer eliyle orak çekiç tutar şekilde resmedilmişti ve “Rahip Luis Espinal ölümsüzdür. Yaşasın Bolivarcı devrim” diye yazıyordu resmin altında.

Hemen hemen her sokağın ortasında, yana yatmış, yer yer yanan cemseler vardı. Az ötede bir köpek yavrusu, üstünde şişman ve yumuşak sineklerin tepindiği, başka birinin ölüsünün başında bekliyordu.

Top güllelerini andıran memeleri nefti gömleklerinin içine sıkışmış genç kızlar, silahlarını çaprazlama asmışlardı göğüslerine; asker yeşili parkalarıyla uzun saçlı erkeklerse kayışlarından omuzlarına takmışlardı. Kızlı erkekli kalabalık, bu yarı yıkık evlerin teraslarında sabahlara dek oturup gözlerini koyultana kadar, aşktan ve devrimden konuşuyordu.

Anlaşılan, zamanın yutmakla tehdit ettiği şeyleri ondan kurtarmak iddiasında olan tanrı yüzü görmüş bir şehirdi burası.

Neyi vardı ki öyle o gün göğün ve yeryüzünün? Demir alma zamanı geldiğinde Yusuf abi dönmedi gemiye. Gemi, dünyanın yükünü içinde taşıyan birini almadan limandan ayrıldığı için oldukça hafiflemiş görünüyordu.

Yusuf abi, o son mektubu o gün o şehirden yazmıştı. Ne yazmıştı da annesinin dellenmesine sebep olmuştu?

Ne ninem ne de Süheyla teyze biliyordu bunun cevabını. Bu sırrı, bilse bilse, ölmek için denize dik inen şu karşıki dağlar ile şehir bilirdi. Bazı dağların ve bazı şehirlerin herkesten gizledikleri uhrevi gerçekleri olurdu çünkü.
 
 
Josef Kılçıksız
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

6 YORUMLAR

  • Yanıtla Didem Çelebi Özkan 22 Eylül 2023 at 13:41

    Ne zor bu ülkede gelin olmak. Yazının ana karakteri, hatta başlığa bile ismini veren Yusuf olsa da ben geline takıldım daha çok. Onun o sessizliğine teslim ettiği acılarına.
     
    Bu arada kayınvalideye sinir olsam da içinde olduğu hezeyanı anlatışın gülümsetti beni. Kayınvalide karakterini harika karikatürize etmişsin 👌🏻 Anneanne karakterine ise bayıldım; kadim bilgilere sahip insanların olgunluğu, hoşgörüsü ve sevgisi var onda.
     
    Yusuf’a gelirsek, onunla pek empati kuramadım, bana biraz varoluşçuların tutunamayan karakterlerini anımsattı. Elbette onun mutsuzluğunu da anlıyoruz öyküden fakat işte dediğim gibi; benim aklım daha çok bir ömür o kayınvalide ile yaşamak zorunda kalacak, köyde başka erkeklerin hedefi halinde olan, en az Yusuf kadar mutsuz karısında kaldı daha çok.

    • Yanıtla Josef Kılçıksız 22 Eylül 2023 at 14:38

      Aslında Yusuf abi yüceltilecek bir adam değil Didem, hatta nihilist, feodal biri, gelin ile arasında paralellikler kuran o kadar çok “bahtsız” kadın var ki, ülkeyi neredeyse bir kadın distopyası haline getirenler utansın.
       
      Yorumun benim için çok değerliydi, teşekkür ederim.

  • Yanıtla Metin Çoban 22 Eylül 2023 at 13:54

    Sevgili Josef, kapı aralığı dinlemenin böyle güzel öyküler çıkardığını bilseydim, kapının önünden ayrılmazdım😅
    Çok beğendim.
    Şehla teyze çok fitnüs ficürüs bir kadın, oğlun gül gibi kızı ve oğlunu kapına bırakmış, çekmiş gitmiş.
    Ama erkek çocuğu annelerinde böyle bir şey var. Oğulları her türlü haltı yese de evdeki gelin hep suçludur.
    Bu ülkede ki kadına kötü davranmanın, annelerin erkek çocuklarına “kadınlara nasıl davranılması gerektiğini” iyi öğretemedikleri sebebiyle olduğunu düşünüyorum.
    Yusuf abinin yazmış olduğu notu da merak etmiyor değilim hani. Çok iyi bağlamışsın. Tebrikler 👏👏

  • Yanıtla Josef Kılçıksız 22 Eylül 2023 at 14:44

    Sevgili Metin;
     
    Sen de Şehla teyze dediğine göre pek haz etmemiṣsin, aslında o bir antagonist, anlatıdaki zehiri absorbe eden bir paratoner. Süheyla sanırım bunu başarıyor.
     
    Yorumun güldürürken düşündürdü.
     
    Sevgiyle

  • Yanıtla Şemse Aydın 22 Eylül 2023 at 18:29

    Josephcim kapi araligi bahane, sen bu üretken beyninle her halükarda sıradan hikâyeleri ustaca ilginç hale getirir, yazarsın. Hikâyeden çok üslubun, söz ustalığın ve benzetmelerin iyi bir hikayesinde dinlemenin tokluğunu verdi. Agzına, yüreğine saglık.

    • Yanıtla Josef Kılçıksız 24 Eylül 2023 at 23:29

      Peşin güven için çok teşekkür ederim canım benim. Uzun yıllardan sonra görüşmek çok güzeldi.

    Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan