Varoluşsal İkilemler

Tılsımlı Hikâye Ucu Kararmış Bir Kibrit Çöpünden İbaret

19 Şubat 2024

Yazı: Tılsımlı Hikâye Ucu Kararmış Bir Kibrit Çöpünden İbaret | Yazan: Josef Kılçıksız

#MeToo seferberliği, Amerika’nın, New York Times’ta Harvey Weinstein’a yönelik bir soruşturmanın yazarları olan gazeteciler Jodi Kantor ve Megan Twohey ile konuşan kadınlara inanması nedeniyle gerçekleşti. Daha sonra Ronan Farrow, haftalık “The New Yorker” dergisinde on üç kadının film yapımcısını taciz ve cinsel saldırıyla suçladığını, diğer üç kadının ise tecavüz ihbarında bulunduğunu yazdı.

Hayatlarını tüm kamuoyunun mercek altına aldığı sanatçılar, davranışları sembolik kabul edildiği için, söylemleri, tutumları ve skandalları cinsiyetçilik etrafına düğümlenen tartışmaları hep alevlendire geldi.

Gérard Depardieu’nun beş yıl önce çekilen ve aktörün hem kadınlar hem de küçük bir kız hakkında çok sayıda aşağılayıcı sözler sarfettiği görüntülerinin yayınlanması, ülkede hatırı sayılır bir duygu tsunamisi yarattı. Hatta on üç kadın, bir “seks canavarı” tarafından sözel ve fiziksel cinsel şiddete maruz kaldıkları ithamıyla Gérard Depardieu hakkında tecavüz şikayetinde bulundu.

Bu ifşalar, parlak aktör, ulusal figür, uluslararası yıldız ile seks avcısı, tecavüzcü ve cinsiyetçi adam arasındaki algı uçurumunun daha da açılmasına neden oldu. Bazı çevreler Gérard Depardieu’da, hem sevgi dolu bir ebeveyn, kendini adamış bir aktör, hem çeşitli tecavüz ve cinsel saldırı şikayetlerinin hedefi bir “sapkın”, iki adamın barındığına insanları inandırmaya çalışıyor. Bu sav doğru olsa bile asıl korkunç olan şey, toplumun, “yarık” kişiliği banalize etmeye ve normalleştirmeye dair körlüğüdür.

“Complément d’enquête” adlı televizyon programındaki görüntüler, aktör Gérard Depardieu’nun neredeyse yolunun kesiştiği tüm kadınlara ve hatta bir çocuğa seksist söylemlerle saldırdığını gösteriyor. Bu somut kanıtlara rağmen, sinema dünyasının bir parçası, ailesi ve hatta cumhurbaşkanı onu savunmaya devam etti.

Emmanuel Macron, “Fransa’nın gururu” dediği Depardieu olayını siyasi silaha dönüştürmekle, bana kalırsa, ciddi bir hata yaptı. Macron, masumiyet karinesinin savunulması gereken bir ilke olduğunu belirterek Depardieu’den yana tavır aldı. Ancak, kamuoyuna mal olmuş ünlüler masumiyet karinesinden sanki sıradan vatandaşa nazaran daha fazla faydalanıyor. Cumhurbaşkanının söylemleri, “wokizm”den nefret eden, kimliklerinin, ırksal veya cinsel üstünlüklerinin sorgulandığını gören gerici seçmene güvence verir nitelikteydi. Macron’un Gérard Depardieu’ye övgüsü, kamuoyunun en gerici kesimine, özellikle de kadınların sözlerini kendi tahakkümlerine karşı dayanılmaz bir meydan okuma olarak gören erkeklere yeni bir nefes baloncuğu hediye etti.

2017’de film yapımcısı ve seks avcısı Harvey Weinstein’ın açığa çıkmasından bu yana, cinsiyetçi ve cinsel şiddet mağduru kadınların seslerini özgürleştiren dalga, Fransız toplumunun bu eylemleri ve faillerini -anonim veya ünlü olduklarına bakmaksızın- değerlendirme biçimini değiştirdi. Ancak, Gérard Depardieu ve Weinstein arasında, Depardieu’ye neden daha ayrıcalıklı davranıldığını açıklayan bazı nüans farkları bulunuyor.

Weinstein, Depardieu kadar kamuoyu tarafından pek tanınmıyordu ve her şeyden önce sevilen bir “baba” figürü rolünü hiç oynamadı. Depardieu, Fransız sinema ailesi tarafından oldukça seviliyor. O, baba, büyükbaba, amca gibi rollere, sinemanın yanı sıra özel hayatında da beden giydiren “son derece mütevazı, narin ve hatta iffetli biri” olarak tanınıyor.

Geleneksel olarak solun kalesi olan kültür dünyasının ileri gelen şahsiyetleri bir araya gelerek gerici çevreyi baştan çıkarmaya yönelik operasyonlardan birini gerçekleştirdi. Fransız sinema ailesinin ileri gelenleri geçenlerde “Le Figaro”da, “Onun Bize Kazandırdıkları Adına” başlıklı bir bildiriyi, saldırı ve tecavüzü kınayan kadınların sözlerinin hemen altında yayınlatarak Depardieu’yü canhıraş bir tonla savundular.

Depardieu, kardeşinin de söylediği şekilde, kamuoyunda derinlere kök salan bir dokunulmazlık zırhından faydalanıyor. Anlayacağınız, Gérard Depardieu davası, cinsiyetçilik ve cinsel şiddet konusunda alışılagelen tüm kriterleri bulanıklaştırmaya devam ediyor.

Macron’un politik doğruculuk adına takındığı tavrın arkasında büyük bir kamuoyu desteğinin olması, yer yer radikal feminizmin toplumda yarattığı “bıkkınlıkla” açıklanıyor. Hatta bu kamuoyu desteğinin kahir oranda kadınlardan oluştuğu söyleniyor. Programa konuşan bir kadın “Sciences Po” öğrencisi, radikal feminizmin aslında, erkeklere “ideolojik iğdiş” uygulayan cinsiyetçi bir akım olduğunu ileri sürdü.

Depardieu’nün saldırganlığını radikal feminizmin bir komplosu olarak satın alan medya da suçlunun yararına oluşturulan koruma ve erkek dayanışması ağının bir şekilde içinde olduğunu gösteriyor.

Bir kısım medya, özellikle suçlu, orta sınıftan “beyaz” bir sanatçı olduğunda, olayı komployla açıklamaya çalışıyor ancak tacizci bir yabancı, bir Mağribi, bir Siyahi ya da bir “chomeur” (aylak, işsiz) olduğunda, bu sefer sosyo-kültürel açıklamalar öne sürülüyor.
Bu ayrımcılığın bence, dizginsizce artan vahşi göçün ve olumsuz ekonomik konjonktürün zehirlediği bir sosyallikle birlikte düşünülmesi gerekiyor.

Kadınlara tecavüz eden veya cinsel saldırıda bulunan erkeklerin çoğunluğu aslında hayvanî dürtüleriyle hareket eden hasta canavarlar değiller. Kadınlara ve çocuklara tecavüz edenler, bir cezasızlık algısıyla bunu yapabileceklerini anladıkları için bunu yapıyorlar. Kısacası, Depardieu’yü sevenlerin “komplo makinesi” onu beladan uzak tutmak için, suçlamaların medyaya yansımasının hemen ardından tam hızla çalışmaya başladı. Sol cenah olayı radikal feminizmin “itibar suikastı” olarak okudu.

Fransa’da, güçlü sosyal bir sermayeye sahip erkekler, onları suçlarının sorumluluğundan kurtarmak ve ait oldukları siyasal mahallenin sözde onurunu savunmak için harekete geçen birçok arkadaşlarının veya müttefiklerinin dayanışmasından yararlana geldi. Bu hemcins dayanışmasının kültürel, feodal arka planını sorgulamak bu yazının amaçları arasında bulunmuyor ancak sol entelektüeller arasındaki dayanışma, kadının özgürleşmesini kendine dert edinmiş bir söylemin ideolojik ve kuramsal paradoksları göz önüne alındığında, basit bir hemcins dayanışması olmaktan çok öteye geçip cinsel şiddetin kuluçkalandığı toplumsal momenti sınıfsızlaştırıyor.

Cantat, Polanski veya Strauss-Khan olaylarında olduğu gibi zengin kökenden gelen “beyaz” erkeklerin uyguladığı cinsel veya aile içi şiddet eylemleri, bu sınıflara mensup erkeklerin şiddete karşı kayıtsızlığını ve ayrıca birbirlerine karşı gösterdikleri sözde “sınıf” dayanışmasını da ortaya çıkardı.

Bana kalırsa, tecavüzcüleri korumayı amaçlayan kamuya açık söylemler Fransa’daki siyasi ve entelektüel seçkinlerden oluşan bir “kast” sistemini de görünür kılıyor. Bu kastın üyeleri, derinliği yalnızca burjuva sınıf kibriyle açıklanabilen, bir kadın düşmanlığıyla doludur.

Depardieu olayı, “Kötülük iyiliğin bilgisinin eksikliğinde mi kaynaklanıyor yoksa bilinçli olarak yapılan bir şey midir?” sorusunu aklıma getirdi.

Bu soruya dair, Platon ile Augustinus arasında birkaç yüzyıl arayla tartışmalar yapılmıştı. Platon, “Bilerek mi kötü davranıyoruz?” sorusuna, “Hayır, iyinin ne olduğunu bilmediğimiz için kötü davranıyoruz” yanıtını vermişti. Platon, insanların aptallık, cehalet veya körlük nedeniyle zaman zaman kötülüğü iyilikle karıştırarak kötülük yaptığını ileri sürüyordu. Çoğu insanın doğru bir şeyi yapmak isteyip de sonunda yanlış bir şey yaptığı olmuştur. Platon bu ortak deneyimi, hedefi şaşırmamıza neden olan bir tür körlüğe bağlıyordu.

Bir şeyin kötü olup olmadığını araştırmadan ya da bilmeden onun iyi olduğuna peşinen inananlar, iyi niyetle iyiliği arzulasalar bile, bence kötü insanlardır çünkü eylemleri onlara bir şeyin kötü olup olmadığını araştırma sorumluluğunu yükler.

Aziz Augustine “İtiraflar”ında, “kendisinden başka hiçbir kötülük nedeni olmayan kötülük; nedensizce yapılan kötülük” kavramlarına açıklık getirirken, “İhlallerden hoşlanırız” diyor, dahası, “bazen kötülük olsun diye kötülük yaparız, sırf zevk için kötülük yaparız” diye ekliyordu.

Yasağı çiğnemekten gerçek bir zevk aldığımız için zaman zaman kötülük yaptığımız doğrudur. Bana kalırsa, iyi ve kötü kendilerini, birbirleriyle savaşan iki ayrı varlık olarak sunmazlar; bu iki eğilim içimizde bir arada barınır. Ve kötülük, daha ziyade (özgür) iradenin ve bilincin bir kusuru olarak ortaya çıkar.

Kısacası, düşmana karşı hem saldırı hem savunma olarak elimizde sadece hümanist özgür bilinç diyebileceğim bir silah kaldı.

Aziz Augustine, “Bu durum, Tanrı’dan, yani en yüksek iyiden yüz çevirdiğimizde ortaya çıkar” derken kötülük olgusunu sosyal bağlamlarından soyarak metafizik bir alana devretmiş oluyordu.

“Doğuştan iyi miyiz?” sorusuna Thomas Hobbes “The Citizen” adlı yapıtında, “Hayır, boğulacak kadar bencil tutkulara batmış durumdayız” diye yanıt verip ekliyordu:

“Çocuklara istedikleri her şeyi vermezseniz ağlarlar, sinirlenirler, bakıcılarına vururlar çünkü doğaları onları buna zorlar.”

Bence, çocuklar iyi ya da kötü denen ahlâki kategorilerden habersiz oldukları için kötü ya da iyi olarak kategorize edilemezler, yani anlayacağınız, “iyi ya da kötü çocuk” diye bir şey yoktur.

Hobbes’a göre, sivil toplumun kapsamı dışındaki insanların koşulları, yani “doğa insanı” durumu, herkesin herkese karşı savaştığı bir sosyallikti. Hobbes’a dayanarak söylersek, bizler toplumun, güvenliğimizi garanti altına almak için kontrol etmeye çalıştığı, doğa durumunda (temel) hayvansal içgüdüleri tarafından yönlendirilen varlıklardık.

Post modern “Guernica toplumu”nda toplumsal sahnenin hayvani doğası, bize her türlü şiddetin her şeyden önce bir insanlıktan çıkarma ve ego fikriyle başladığını hatırlatıyor.

Pablo Picasso | Guernica

Picasso, etrafı yakıcı parıltılarla çevrili parlak bir haleyle çevrelenmiş bir ampulü, bombardıman sırasında gökyüzünü yırtan alevleri simgelemek için çizmişti. O ampul bugün, ensest, tecavüz, çocukların suistimali, taciz, mobbing, body shaming gibi verbal ve fizikî şiddet halının altına süpürüldüğü için artık yeterince ışık saçmıyor.

Picasso, karnı bir okla deşilen acı kişnemesiyle bir atı, diktatörlerin ve Alman bombardıman uçaklarının İspanyol halkına yaşattığı acıyı simgelemek için çizip tablosuna atın burun delikleri ve dişlerinden oluşan bilinçaltı bir kafatası imgesi yerleştirmişti.
O at bugün artık bir yılkıdır ve sosyal-Darwinist kapitalizmin ekonomik şiddetine maruz kalan tüm sosyal sınıflar için bir alegoriye dönüşmüştür.

Tablodaki insan gözlü boğa, insanla hayvanî olan arasındaki sonsuz mücadeleyi çağrıştırıyordu. Kuşkusuz bu hayvanda, faşist İspanya’nın ya da rejimlerin vücut bulmuş halini görmeliyiz. O boğa bugün de neo-faşizmin kurbanlarını simgelemeyi sürdürüyor.

Güvercin sanki eserden silinmiş gibi zar zor görülebiliyordu. Bu silme sembolikti; yoğun bombalama sırasında Guernica’da savaş karşısında ortadan kalkan barışı simgeliyordu. Güvercin, savaşın aslında bitmediğini, verbal ve sofistike biçimleriyle (ırkçılık, sözlü taciz, dışlama, aşağılama, enflasyon ve pahalılık, narsistik tutum ve ego savaşları gibi) için için sürdüğünü ve kalıcı barışın bir yanılsama olduğunu gösteriyor.

Tabloda başı geriye dönük, acıdan gözlerini deviren bir kadın, ölü bebeğini tutuyor ve çaresiz bir el hareketiyle gökyüzünü sorguluyordu.

Tablonun sağında kolları havada ve dudakları ağlamaktan donmuş başka bir kadın, alevler tarafından yutuluyordu; alevler bombalara bir gönderme işlevi görüyordu. Günümüzde kadının ahvali bir Guernica tablosundakinden çok farklı değildir.

Tuvaldeki tek adam figürü parçalanmış halde yerde yatar şekilde resmedilmişti. Elinde, kahramanca olduğu kadar güçsüz bir direnişi simgeleyen kırık bir kılıç tutuyordu. Bu savaşçının diğer elinin yanında hayaletimsi bir çiçek, tablodaki mum gibi, umudun sembolü olarak ısrarla büyümekteydi.

Bu savaşçı figürü, her çeşit şiddetin illa da sınıfsal bir bağlamının olduğunu ve onu sofistike tüm biçimleriyle teşhis etmenin ancak faşist şiddet tarafından kılıcının kırıldığına inanılan insancıl-sosyalist arketipin inşasıyla mümkün olduğunu anımsatıyor.

Velhasıl, kimlikçi ve gerici çevrelere yakın bir aktör olan Depardieu’den şahsen çok haz etmem ben. Ve bütün bu felsefi Brainstorming’e rağmen onun “iptal” edilip edilmemesi sorusuna hâlâ doyurucu bir yanıt bulmuş değilim.

Sanatçının yapıtını beğenmek cinayetini onaylamak anlamına gelmese de şiddet sanatla aramdaki kırmızı çizgiyi simgeliyor.

Depardieu olayı bana, “Sinema giderek ‘tecavüz’ kültürünün üretildiği yerlerden biri haline mi geliyor?” sorusunu sordurttu.

Kısacası, yedinci sanat, saldırganın bakış açısını satın alıp cinsel saldırıyı bir oyun veya erotik bir taşkınlık ânı olarak tasvir ettiği zaman, cinsel şiddetin önemsizleştirilmesine katkıda bulunmuş oluyor.
 
 
Josef Kılçıksız
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

5 YORUMLAR

  • Yanıtla Şen Sevgi Erişen 21 Şubat 2024 at 20:11

    Güzel bir sorgulama olmuş Josef! Bazen farkına bile varmadığımız ( öyle kabul etmeye alıştığımız için) o kadar çok kışkırtıcı , yanıltıcı, cinsiyetçi ya da genel olarak ayrımcı bakış açısını sergileyen filmler izliyoruz ki!

  • Yanıtla Josef Kılçıksız 22 Şubat 2024 at 03:59

    Haklısın Sevgi
    Reyting uğruna neler yapılıyor neler.
    Bu durumda sanırım farkındalık anahtar kelime,
    Yorum için teşekkür ederim.

  • Yanıtla Sonay KARASU 23 Şubat 2024 at 12:42

    “Öte yandan ışığı göremezsiniz ama o size her şeyi gösterir. “ULUS BAKER
    …..
    Her şey insanın düşünmesi, farkına varması, özgür bir beyin ile sorgularken kendine dahi ceza kesebilecek kadar dürüst olmasından geçiyor sanki.
    – Arayış ve uyanış-

    Uykusuzluklarım, uyku halindeki ömrüme aciz bir başkaldırıştır. Daha ne kadar fazla delirebilirliğimin en uzun etütleri sanki geceler.
    Önemsiz bir çağdan geçiyorum.
    Ağlamaklı ve öğretilmiş bir umutla.
    ——

    Kıymetli kaleminiz susmasın 🙏📝

  • Yanıtla Josef Kılçıksız 23 Şubat 2024 at 14:13

    Derinlikli yorum icin çok teşekkür ederim Sonay

    “Günümüzde dikkati çekecek kadar çok sayıda insanın sokakta kendi kendisiyle konuştuğu hiç dikkatinizi çekmedi mi? (…)
    Yaşantılarını ya bütünüyle yaşayamıyorlar, ya da bütünüyle kendi içlerinde yaşayıp kalıntıları dışarıya dökmek zorunda kalıyorlar.”
    (Niteliksiz Adam II, s.100)

    Depardieu’nünki tam tersi, kalıntıları kendi içinde yaşayıp bütünü dışarıya dökmek…

    https://www.ekdergi.com/niteliksiz-adam-bir-burjuva-dekadani-anlatisi/

    • Yanıtla Sonay KARASU 23 Şubat 2024 at 22:45

      İnsan okudukça, bildikçe, yüzleştikçe gerçek dünya ile bir korku kaplıyor içini. Ve nitelikli denileni gördükçe nitelikliksiz olmayı daha önemli vasıf görüyor.

      Hepimiz aynı gemide batırıyor gibiyiz.
      …..
      Selam ile 📝🙏

    Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan