Çapraz Oyun

Çapraz Oyun | Bölüm 10

16 Temmuz 2020
Yazı: 13 Saat + 1 Ömür | Bölüm 3 | Yazan: Hasan Saraç

 

Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 1
Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 2
Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 3
Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 4
Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 5
Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 6
Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 7
Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 8
Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 9
 
 

“Herkesin bir hayale ihtiyacı vardır.”

– Andy Warhol

 
 

10. BÖLÜM

 
 

Mustafa Hoca evine dönüyor.

Mustafa, Köln’deki birahanenin şamatasına kapılıp sıkıntılarını bir nebze olsun unutmuştu sanki. Sahnedeki çalgıcıların enstrümanlarından yükselip dalga dalga bütün salona yayılan ve muhtemelen orada eğlenen Almanlar’dan gayrı hiç kimsenin pek hoşlanmayacağı marş ritmindeki yerel müzik bile onu rahatsız etmemişti.

Müşteriler uzun masalarda yan yana oturmuş, kulakları sağır eden o gürültüye eşlik ederek kol kola iki yana sallanıyorlardı. Önlerine konan yemekleri afiyetle yemek, o çılgın müziğe tempo tutmak ve biralarını içmek dışında hiçbir şeyle ilgilenmiyorlarmış gibi de bir halleri vardı. Kim kimle gelmiş, kim kimin sevgilisi, her şey birbirine karışmıştı. Bu sayede çevresindekiler gibi Mustafa’nın kendisi de üstündeki havalı kıyafete aldırmaz olmuştu.

O da herkes gibi Köln şehrine özgü beyaz biralardan içiyordu o devasa kupalarda. Gece ilerledikçe Mustafa da havaya uyup ikinci birayla birlikte tek eliyle masaya vurarak tempo tutmaya, üçüncüsünden sonra da şarkı sözlerini mırıldanmaya başladı. Son birasını da devirdiğinde birahanedeki tüm Almanlar gibi bağıra çağıra eşlik ediyordu şarkılara… Saatine son defa baktığında gece yarısını çoktan geçtiğini fark etmişti. Servis yapan kızların, önünde duran bardak altlığına attıkları çizikleri saydı. Her biri bir litrelik kupalardan dördüncüsünü de devirmiş bulunuyordu.

Genug ist genug. Bu kadar yeter, diye düşündü. Sallanarak kalktı oturduğu yerden, kıza da okkalı bir bahşiş bıraktı.

Tam kapıdan çıkarken arkadakiler bir sonraki ‘marşarkı’ya başlamışlardı bile.

Kreutzberger Nächte sind lang
Kreutzberger Nächte sind lang
Erst fang sie ganz langsam an
Aber dann, aber dann

Kreutzberger geceleri uzundur
Kreutzberger geceleri uzundur
Önceleri çok yavaş başlar
Ya sonra, Ya sonra…

Off… Of ki of!

Bitmeyen geceler…
Sahte aynalar…
Senin olmayan yansılar…
Başkasına ait hayatlar…

Ya sonra, Ya sonra…

Gerisin geriye kırk dakika yürümeyi göze alamadı. Önünden geçen ilk taksiyi durdurdu ve “Hyatt Regency lütfen” diyerek arka koltuğa kaykıldı. Şoförün yanındaki tabelada adamın adı yazılıydı. Mehmet Nalbantoğlu. Yine bizden biri, diye geçirdi içinden. Ama kimseyle konuşacak mecali kalmamıştı. Sessiz kalma hakkını kullanmaya karar verdi. Biraz sonra da kendisini tanıtmadığı için biraz utandı ama iş işten geçmişti artık. Yol on dört avro tutmuştu. Otelden içeri girmeden önce adama yirmi avro verip Türkçe “Üstü kalsın hemşerim, iyi geceler” dediğini hatırlıyordu, hayal meyal.

Sabah uyandığında saat dokuz olmuştu bile.

Hiçbir acelesinin, hiçbir önceliğinin olmadığı anlamsız bir gün uzayıp gidiyordu önünde. Siniri yeni alınmış bir dişle fındık kırmak gibi bir şeydi bu. Ne halt etse hiç fark etmiyordu. Artık neyin ne önemi vardı ki?

Pencereden dışarı baktığında gördüğü manzara çok hoştu. Kahvaltısını odasına getirtmeyi düşündü bir an için. Sonra bir nebze insan sesi duymak istediğini hissetti. Sezgileri hemen hiç yanıltmazdı Mustafa’yı…

Yatağından kalkıp banyoya gitti. Dişlerini fırçalarken zihninde tuhaf bir şeyler belirmeye başlamıştı. Bir sağanak öncesi tepesine düşen minik su tanecikleri gibi… Önce tek bir damla. Bir süre sonra büyücek bir tane daha. Gitgide artan bir hızla gürüldeyerek gelen sahneler tek tek gözünde canlanıyordu şimdi de…

Rüyasında bir adadaydı.
Oraya nereden geldiği ise meçhul…

Batan tekne desen, etrafta izi yok. Kayaların kovuğunda yakılan ateş desen, isini, izlerini birileri özenle silmiş olmalı. Bambu yapraklarının örttüğü bir kulübe de yok görünürde. Oradaki varlığını kanıtlayacak en ufak bir belge, kayda geçirilecek tek bir vesika bulmak imkânsız.

Orada varmış, ama aslında yokmuş. Niye gelmiş belli değil. Nereye gideceği hiç belli değil.

O da yapacak başka bir şey bulamadığından olsa gerek, bir ağacın üstüne çıkıp kendi görüntüsünü tepeden gözetlemeye başlıyor. İşte orada, diz çöküp oturmuş bir şeyler aranıyor kumsalda. Yemek mi? Giyecek bir şeyler mi? Hayır, başka bir şey… En sonunda cebinden bir ayna çıkardığını fark ediyor diz çökmüş adamın, yani kendisinin. Orada diz çökmüş, arkası sırlı camdaki görüntüsüne bakıyor büyük bir dikkatle, yani ağaca tünemiş haliyle kendisine… Aradan birkaç dakika geçiyor gene aynı şey tekrarlanıyor. Anlamsız hareketler. Elinde tuttuğu aynaya bakmalar, oturduğu yerde kafa sallamalar.

Sanki aynada gördüklerine çok şaşırmış gibi, hiçbirine inanmıyormuş gibi… Tuhaflıklar devam ediyor, bu kez kendisini bir başka ağacın üstünde buluyor. Orada oturmuş, önündeki ağacın üstüne tünemiş olan adamı, yani öteki “ben”i seyrediyor. Biraz önce o ağaca tüneyen de kendisinin kumsaldaki diz çökmüş halini gözetliyor…

İç içe geçmiş halkalar misali.
Sonsuz tekrarlar halinde…

Sonra telaşla başını arkaya çeviriyor. Arkasındaki ağacın üstünde de bir başka “benliği” oturmuş. O da oradan kendisini izliyor. Onun ardında oturan ise bir gerisindekini…

Birden beş dakikadır hiç durmadan dişini fırçaladığını fark edip karşısındaki aynaya bakıyor.

Sonra, paniğe yakın bir telaşla arkasına dönüyor. Orada da biri mi var? Biraz kafası karışık bir Mustafa, tam kıvamındadır. Düşünür, araştırır, cevabı bulamadıysa eğer, bir yere not düşer. Sonra geri döner, yine düşünür. Elbet bir yerlere varır. Yanlış bile olsa bir yere varacağını bilir. Şimdiki Mustafa’nın kafası ise ne yazık ki çok karışık… Hem de öyle böyle değil. Adamakıllı karışık.

Ne kendisinin kim olduğunu biliyor, ne de aynada gördüklerinin kim olduklarını… Ne de omzunun üzerinden kendisini kimlerin seyrettiğini…

Cevabı belirsiz bir soruyla bilgisayarın üstüne giderseniz ne yapacağı hiç belli olmaz. Eskiden, çok eskiden, yıllar öncesinden, yani basit program dillerinin kullanıldığı zamanlarda, noksan ya da hatalı yazılmış kodlar yüzünden bilgisayarlar ‘infinite loop’a girerdi. Bir başka deyişle, o programlar çalıştırıldığında sistem bir nevi sonsuz döngü içinde sıkışıp kalır, kendini tekrarlamaya başlardı.

Diyelim ki, iki adımlık bir komutu uygulamak zorundasınız. İlk komut eğer elinizde tuttuğunuz sayı beşten küçükse yeniden bir sayı seçmenizi emrediyor size. İkinci komut ise elinizde tuttuğunuz sayı beş ise veya beşten büyükse ilk komuta geri dönmenizi emrediyor bu kez de.

Bu dönme dolaptan nasıl çıkarsınız? Mümkün değil, ne yaparsanız yapın o amansız dönme dolaptan asla çıkamazsınız! Tıpkı yukarıdan sarkan zincirlerle boşlukta asılı duran büyük bir silindirin içinde hiç durmadan koşturan deney fareleri gibi… Hiçbir yere varamadan, koşturup durursunuz olduğunuz yerde. Biteviye…

Eğer aynada gördüğünüz yüz size ait değilse, buna karşın arka planda aynaya bakan ikinci görüntü sizin eski haliniz ise, bu durumda siz şimdi hangi adada yaşıyorsunuz gibilerden ipe sapa gelmez bir soru olur bu. Hal böyle olunca ya bu çıldırtıcı soruyu soran zibidiyi sopayla kovalarsın, ya da kaldığı yerden o şarkıyı söylemeye devam edersin.

Kreutzberger geceleri uzundur.
Kreutzberger geceleri uzundur.
Önce çok yavaş başlar,
Ya Sonra, Ya Sonra…

Bitmeyen geceler…
Sahte aynalar…
Senin olmayan yansılar…
Başkasına ait hayatlar…

Aber Dann… Aber Dann…

 
 

* * *

 
 

Mustafa kahvaltısını ederken suskundu.

Kafasını boşaltmaya, elinden geldiği kadar hiçbir şey düşünmemeye çalışıyordu. Cevapsız sorular, belirsiz bir gelecek… Yeterince yorulmuştu.

Kahvaltıdan sonra kafasını dağıtmak için lobiye indi. Oradaki insan trafiği, çeşitlilik, çok ihtiyaç duyduğu sükûnetin anahtarı olur ümidiyle bir süre etrafına bakındı. Sonra bunun da bir işe yaramadığını gördü. Eskiden ilgisini çeken detaylar, birbiriyle heyecanlı heyecanlı bir şeyler konuşan yabancıların mimikleri, bugün aynı tadı vermiyordu Mustafa’ya. Sokağa çıkmaya, önüne gelen ilk sinemadan içeri girmeye ve sıradaki ilk filmi seyretmeye karar verdi.
 
 

* * *

 
 
Akşam olduğunda zihni hiç durmadan önünde resmigeçit yapan, aşılması imkânsız bilinmezlerle bloke olmuştu.

Yasemin’in nerede olduğundan haberi yoktu. İstese de ona ulaşamazdı. Gerçek Kâmil Yalçın’ın kim olduğu, şu anda neler yaptığı hakkında da en ufak bir fikri yoktu.

İşin kötüsü bir gün sonra her şey çok daha zor olacaktı.

Yatmadan önce bir plan yapmanın kaçınılmazlığı altında ezilmeye başlamıştı. Kararını verdi. İstanbul’a vardığında bu haliyle evine gidip kimselere haber vermeden yatağında yatacaktı. Kendisine ait olan çantanın nerede olduğunu bile bilmiyordu. Yani anahtarları da kayıptı. Acil durumlar için bahçede gizlenmiş yedek anahtarına güveniyordu Mustafa. O da olmazsa kapıcının zilini çalıp, kendi kapısını Kâmil Bey kimliğindeki bir yabancıya açtırabilecek bir hikâye uydurmak zorundaydı…

Sabah olunca da ilk iş Yalçın Holding’e gidecek, oradaki en yetkili kişiye başından geçenleri anlatıp, bundan sonrası için nasıl bir yol yordam önerisinde bulunacaklarını görecekti. Bu sorumluluğundan kurtulduktan sonra da kampüse geçip ‘gerçek Mustafa’ya’ neler olduğunu Yasemin’den öğrenmeye çalışacaktı. Tabii bu konuda, o da kendisi kadar karanlıkta değilse!

Artık Köln’deki son geceyi geçirmeye hazırdı.
 
 

* * *

 
 
Bir gün sonra business class’daki koltuğunda, kumanda ettiği ekranda oynayan ne kadar belgesel varsa onları izlemeye ve kafasını zinde tutmaya çalıştı.

İstanbul’a vardıklarında hava kararmıştı. Taksiye atlayıp evine gitti. O saatlerde köprü trafiği yine dayanılmazdı. Kalamış’a vardıklarında saat çoktan sekizi geçiyordu. Aslında bu gecikme işine gelmişti. Kimseye neden bir başka adamın kılığında kendi evine girmeye çalıştığını açıklamak zorunda kalmamıştı.

Buzdolabında bekleyen birkaç lokmayla açlığını giderdi. Yatmadan önce biraz portakal suyu içti. Ve kendine ait olmayan elbiselerden kurtulup usulca yatağına yattı.

Evine dönmüştü işte.

Rüyasında deniz kıyısında uçuşan martıları gördü. Kalamış Marina’nın üstünde süzülüyor, taklalar atıyor, kanatlarını çırpıp eve dönüşünü kutluyorlardı.
 
 

* * *

 
 

Kâmil ofisine gider.

Kâmil tam planladığı gibi erkenden uyanmıştı. Yatağında gerindi. Amma da derin uyumuşum ha, diye geçirdi içinden. Gözlerini karanlığa alıştırmaya çalışıyordu. Perdelerin rengi dikkatini çekti. Kahverengi değil miydi? Gerinirken eli yüzüne gitti. Sakallarım! İyi ama sakallarıma ne oldu? Hiç beklenmedik bir refleksle ayağa fırladı hemen. Bacakları sapasağlamdı!

İyi de…
Ne demekti bu şimdi?
Hayır, bir başka kâbusa daha hazır değildi!

Offffff…

Banyoya koştu. Peki, banyo ne zaman yer değiştirmişti? Koşarak odanın perdelerini açtı. Pencerenin önünden bir taksi geçti. Neler oluyordu? Hani otel? Dün gece beş yıldızlı bir otelde uyuyakalmamış mıydı?

Yatak odasından dışarı fırladı, koridordaki ilk kapıdan içeri girdi. Bir banyo. Işığı açıp aynaya koştu.

Aman Yarabbi!
Kâmil’di o… Ta kendisi… Dosdoğru aynadan kendisine bakıyordu.

Musluğu açıp kafasını gürül gürül akan soğuk suyun altına soktu. Yeniden aynaya baktı. Oradaydı işte… Yarı şaşkın, yarı şokta, her yanından sular akarak, aynadan kendisine bakmaya devam ediyordu.

Katılıp kaldı. Daha doğrusu katıla katıla gülmeye başladı. Sonra biraz daha kuvvetli… Çok daha kuvvetli… Artık kendini tutamıyordu… Kahkahaları büyüdü, banyodan taştı, duvarları aştı, her tarafı kapladı…

Kaç dakika orada kalmıştı? Kim bilebilir? Beş dakika mı? On mu? Yoksa…

Sonra sakinleşmeye başladı. Kâmil üstü Kâmil çoktan duruma el koymuştu. Uyandığı odaya geri döndü. Etrafına bakındı. Kendi bavulu duruyordu yerde, kendi çantası, kendi kıyafetleri… Kendine ait olan her şey buradaydı işte!

İyi de, neresiydi burası?

Saate baktı. Yediyi on geçiyor. Birden hatırladı. Yoldan geçen taksinin plakası 34’le başlıyordu. O halde İstanbul’daydı!

Hemen bilgisayarını açtı. Şifresini girip sağ alt köşeye baktı.

28 Mart 2009… Saat 07.12…

Evet, o gün bu gündü. Yani dünden bir sonraki gün… Sanki başka türlüsü olabilirmiş gibi… İyi ama son iki gündür yaşadıklarını düşünecek olursa artık her şey mümkündü Kâmil için.

Kafasını toparlamaya çalıştı.

Evet, İstanbul’daydı.
Evet, yeniden kendi benliğine ve kimliğine geri dönmüştü.
Dün akşam otelde yatmıştı.
Şimdi ise buradaydı.

İyi ama nerede?

Sessizce odadan dışarı çıktı. Anlaşılan sıradan bir evden ibaretti uyandığı yer. Bir oda, iki oda, üç oda, mutfak, banyo, en sonda da minik bir salon… Allahtan evin içerisinde kimse yok diye mırıldandı. Zaten öbür türlü işler çok daha fena karışabilirdi.

İyi de, kimin eviydi burası?

Etrafına bakındı meraklı gözlerle. Dört bir yanı kitaplıklarla kuşatılmış bir salon. Kitaplar, kitaplar, kitaplar… Üç basit koltuk ve bir yemek masası…

Ya peki duvarda tablolar? Fotoğraflar? Salonda bitkileri?

Bu aradıklarının hiçbiri yoktu bu salonda. Sanki etraf bomboştu. Kütüphanelerden birinin üstünde tek bir fotoğraf duruyordu. Eskiden çekilmiş bir düğün resmi gibi bir şey. Masanın bir tarafında gelinle damat oturmuş, beri yanda görevli memur ve şahitler. Bir daha baktı. Şahitlerden biri sakallıydı. Kravatlı, takım elbiseli, gülümseyen genç bir adam. Neredeyse yirmi yıllık eski bir fotoğraf.

Mustafa!

Telaşla dairenin kapısına koştu. Kapıyı açıp, dış tarafına baktı. Prof. Dr. Mustafa Yılmaz yazıyordu o kapının üzerinde.

İşte oyunun sonu!
Ya da…
Kim bilir?

Donup kalmıştı oracıkta. Daha doğrusu kasılıp kalmıştı olduğu yerde. Sesi büsbütün gitmişti. Artık ince bile çıkmıyordu. Buraya nasıl geldiğini öğrenmenin tek bir yolu vardı.

Hemen Mustafa’yı bulmalıydı!

Peki, bunu yapmalı mıydı? Kâmil üstü Kâmil hemen itiraz etti bu seçeneğe. Hayır, henüz hazır değildi. Önce neler olup bittiğini tam olarak anlaması gerekirdi. Kimdi Mustafa? Rakibi miydi bu adam? Dostu mu? Düşmanı mı? Şartları bilmeden, elinde yeterli bilgi belge olmadan, hukuki bir hazırlık yapmadan hiçbir mücadeleye girişemezdi.

Zaten artık bütün kozlar yeniden eline geçmişti.

Mustafa denen adamı da hafiften sempatik bulmaya, sevmeye başlamıştı ama risk almak onun tarzı değildi. Her detayı bilmeli, her ihtimali düşünmeliydi. Orada oyalanmasının pek akıl kârı olmadığı da açıktı. Ya Mustafa’nın kendisi, ya da eve bakan bir yardımcı falan gelecek olsa? Son sürat hazırlandı. Geride bir şey bırakmamak için etrafını bir kere daha kontrol etti.

Tam çıkıyordu ki ani bir kararla durdu. Yapması gereken çok önemli bir şey daha vardı. Masanın üstünde duran boş bir kâğıdı aldı, üstüne hızlı hızlı bir şeyler karaladı. Sonra onu alıp yatak odasına götürdü ve yatağın üstüne, daha doğrusu yastığın üstüne koydu. Odaya ilk giren kişi o kâğıdı muhakkak görecekti.

Hazır olduğunda kapıyı arkasından çekip çıktı. Eveet, artık kimliğini yeniden ele geçirmiş, eski hayatına, yani asıl hayatına, geri dönmüştü.

Gerçekten geri dönmüş müydü? Bundan böyle her şey eskiden olduğu gibi sürüp gidecek miydi?

Yoksa?
 
 

* * *

 
 

Mustafa Hoca evinde.

Sabah uyandığında, en azından derin bir uyku çekmiş olmanın keyfiyle yatağında gerindi Mustafa. Şöyle bir etrafına bakındı. Oda neden bu kadar karanlıktı acaba? Ne kadar sıkı kapatırsa kapatsın, perdenin bir kenarından her zaman ışık sızardı odasına. Dışarıda hava bulutlu olmalıydı, anlaşılan bugün güneşi göremeyeceğiz diye mırıldandı.

Bir daha gerinirken eli yüzüne gitti.
Sakal… Sakalları vardı çenesinde, yanaklarında…

Hemen ellerini bacaklarına götürdü… İşte o çelimsiz, çarpık sol bacağı da yerli yerinde, oradaydı. Belki de gerçek olduğunu sandığı o iki gün aslında bir rüyaydı zaten. Hatta yer yer komik, yer yer karanlık bir kâbus…

Yüz kasları iyice gevşemiş, duyarlı ruhu huzura kavuşmuştu yeniden.

“Ya Rabbim, şükürler olsun sana” diye inledi!

Sonra yavaşça ayağa kalktı. Bir an için bacaklarının eski halini unuttuğunu fark edip kendinden utandı. Artık normale dönmüşlerdi işte. Öyle yavru kangurular gibi sürekli hoplayıp zıplamanın âlemi yoktu.

Etrafına biraz daha dikkatli bakınca tuhaflığı hemen fark etti. Burası kendi yatak odası değildi! Ne gam, diye geçirdi içinden. Gerçek kişiliğine, kavruk bedenine sahip olduğu sürece gerisi hallolurdu bir şekilde. Anlaşılan bir otel odasındaydı. Daha iyi diye düşündü, neler olup bittiğini kimseye anlatmak zorunda kalmayacaktı.

En azından şimdilik…

Işığı yaktı. Evet ya, işte orada duruyordu sevgili çantası. Hem de kayışıyla birlikte! Kıyafetleri de koltuğun üstüne atılmış durumda sahibini bekliyordu. Başucu komodininin üstünde duran broşüre ilişti gözü. Türkçeydi evraklar… İşte bu çok güzel bir haber diye söylendi kendi kendine. Artık ne Köln’deydi, ne de Paris’te. Keyfi hepten yerine gelmişti. Koltuk değneklerine uzandı, sakin adımlarla banyoya gitti.

Dişlerini parmaklarıyla ovdu.
Yüzünü yıkadı. Aynada kendisini seyretti bir süre.
Ne büyük keyif…

Hemen odadaki televizyonu açtı. Biraz sonra sabah haberlerini sunan spikerden gerekli bilgiyi almıştı. Bugün günlerden 28 Mart 2009 Cumartesi’ydi. Saat de sabahın sekizi.

Yeni bir güne herkes hoş gelmişti.
Odadaki broşüre bir daha baktı. Polat Rönesans yazıyordu üstünde. Eh, dedi içinden, bu da anlaşılır bir şey, havaalanına en yakın otellerden biri işte. Dün gece zihninde sıraya koyduğu yapılacak işler listesi de geçerliliğini böylece yitirmişti. Buna daha çok sevindi. İçinden şu Yalçın Holding binasına gitmek gelmiyordu zaten. O ait olduğu yere, Santral İstanbul’a, Alibeyköy’deki kampüsüne, Yasemin’in yanına gitmeliydi.

Birden hatırladı. Öyle ya, sırayı biraz değiştirmesi gerekiyordu. Önce şu otel odasından kurtulacak ve evine uğrayacaktı. Tabii hesabı ödedikten sonra… Çok geçmeden, gideceği adresi taksinin şoförüne vermişti bile. Sabah trafiğini hiç sevmezdi ama bugün onu bile hoş görebilirdi. Zaten sahilden gidiyorlardı. Bu manzarayı her zaman sevmişti Mustafa. İstanbul’umu özlemişim, diye geçirdi içinden. Çok mecbur kalmadıkça bir daha uzaklara gitmemeyi bile düşünebilirdi.

Saat on gibi mahallesine gelmişti.

Okul Tur taksi durağı yine hareketliydi. Zaten o taksi durağının çalışanlarıyla çoktan ahbap olmuştu. Hangi gün nereye gideceğini onlar kendisinden daha iyi bilirdi. Birkaç kere şemsiyesini, çantasını hatta bir keresinde cüzdanını taksilerden birinde unutmuştu ama ne gam. Hemen yetiştirmişlerdi kendisine… Yavaş adımlarla, oturduğu apartmana yaklaştı. Kapıcı Durmuş her zamanki gibi ortalarda koşturuyordu, hemen yardımına geldi.

“Oo hocam, hoş gelmişsiniz!”
“Sağol Durmuş, ne var ne yok bakalım, her şey yolunda mı?”
“Bildiğiniz gibi hocam. Bıraktığınız yerde duruyoruz.”

Bu da iyi haberdi. Anlaşılan yokluğunda tuhaf şeyler olmamıştı evinde ya da etrafında. Kapısını açıp içeri girdi. Çok şükür, evine sağ salim dönmüştü işte.

Durmuş, bavulunu kapının önüne bırakıp kendi işine döndü.

Bundan sonrasını Mustafa halledebilirdi. İlk iş, elini yıkamak için banyoya gitmek oldu. Oradan yatak odasına geçti. Perdeyi neden açık bırakmışım diye kendine sormaya hazırlanıyordu ki, yastığının üstünde duran notu gördü.

“Mustafa Bey…”

İşte şimdi her şey açığa çıkacak diye umutlandı. Artık şaşırma, aniden heyecanlanma reflekslerini tümden yitirmişti, sanki üç doz müsekkin almışçasına, olup bitenlere kayıtsızca tepki veriyordu. Kâğıdı eline alıp salona gitti. Koltuğuna oturup, kendisine bırakılan notu okumaya başladı.

Mustafa Bey,

Belki tahmin etmişsinizdir. Adım Kâmil Yalçın. Son iki gündür başımdan geçenlerin hikmetini henüz anlayabilmiş değilim. Bu sabah neden sizin yatak odanızda uyandığım hakkında da en ufak bir fikrim yok. Neler olduğunu tam olarak bilme imkânım olmasa da son birkaç gündür sizin de buna benzer tecrübeler yaşamış olduğunuzu tahmin ediyorum.

Sizinle görüşmemizin ve tüm bu olup bitenleri birlikte gözden geçirmemizin yararlı olacağını düşünüyorum. Evinizi daha fazla işgal etmemek için hemen buradan ayrılacağım. İşlerimi yoluna koyabilmem için birkaç güne ihtiyacım olacak. Rica ediyorum, kısa bir süre bekleyin lütfen, en kısa zamanda sizinle temasa geçeceğim. Bir araya gelinceye kadar da olup bitenlerden kimseye bahsetmemeniz en doğrusu olacaktır.

En iyi dileklerimle,
Kâmil Yalçın
28 Mart 2009, Saat 08.00

 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 
Hasan Saraç

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

1 Comment

  • Yanıtla Nalan Bulakeri 17 Temmuz 2020 at 17:01

    Hasan Bey, yine mi çözümü bekleyeceğiz!! 😋 Heyecanla okurken bitti!! Kaç bölüm olduğunu bilmemek de heyecanı arttırıyor! Bekleyeceğim merakla!
     
    Kolay gelsin!

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan