Çapraz Oyun

Çapraz Oyun | Bölüm 11

20 Temmuz 2020
Yazı: 13 Saat + 1 Ömür | Bölüm 3 | Yazan: Hasan Saraç

 

Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 1
Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 2
Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 3
Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 4
Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 5
Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 6
Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 7
Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 8
Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 9
Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 10
 
 

“Hayal gücü bilgiden daha önemlidir. Zira bilgi sadece tüm bildiklerimiz ve anladıklarımızla sınırlıdır, oysa hayal gücü bütün evreni ve herhangi bir zamanda bilinebilecek ve anlaşılabilecek her şeyi kucaklar.”

– Michael Scott

 
 

11. BÖLÜM

 
 

Bilinmeyenler

Kâmil evden çıkıp bir süre yürüdükten sonra bir taksi durağına geldi. Birden nerede olduğunu anlamıştı. Kalamış Marina’daki Divan Brasserie’de birkaç kez misafirleriyle buluşup bir şeyler yiyip içtiklerini anımsıyordu. Yasemin’in söyledikleri de geldi aklına. Mustafa Hoca’sının bu civarda oturduğunu söylememiş miydi?

Artık kuşkusu kalmamıştı.

Şimdi yapılması gereken en önemli şey o kâbus kıvamındaki iki günde neler olup bittiğini ortaya çıkartmak olacaktı.

Nokta.

Taksiye binip Levent’teki Holding binasının adresini verdi sürücüye. İstanbul’u da özlemişti. Ve kendi hayatını… Birden yüz hatlarının gevşediğini, dudaklarının istem dışı bir gülümsemeyle yayıldığını hissetti.

Mustafa Hoca derste ona soruyu soran yaşlı adama ne demişti?

Işık herkesin içinde var… Yeter ki ona güvenin…

Bahar havası arabanın aralık penceresinden içeri doluyordu. Gökyüzü safir mavisi, Boğaz yeni uyanmış şuh bir kadın kadar çekiciydi. Âşık olmamak mümkün müydü bu şehre? Gençlik yıllarında Las Vegas’taki Caesars Palace otelinde izlediği Andy Williams’ın şarkılarından birini mırıldanmaya başladı.

You’re just too good to be true
Can’t take my eyes off you
You’d be like heaven to touch
I wanna hold you so much

Kâmil üstü Kâmil bile gülümsüyordu;

Gerçek olamayacak kadar güzelsin
Gözlerimi senden alamıyorum
Cennette olmak gibi sana dokunmak
Sana sarılmak için tutuşuyorum.

Bir süre sonra Holding binasına varmışlardı.

Her zamanki sağlam, güvenli adımlarıyla yürüyüp kapıdakileri selamladı ve asansöre girdiğinde on sekizinci katın düğmesine bastı. Saatine baktı, dokuzu çeyrek geçiyordu. Asansörden dışarıya adımını attığında onu ilk fark eden Zeynep oldu.

“Kâmil Bey, hoş geldiniz. Ben aşağıya haber vermiştim ama Mustafa Bey henüz gelmediler.”

Kâmil birden hatırladı. Öyle ya. Mustafa Bey…

“Kendisiyle görüştüm, Mustafa Bey bugün gelmeyecek Zeynep Hanım. Belki daha sonra… Hadi bakalım sen bana bir bardak sütlü kahve getir de güne başlayalım.”

“Olur efendim. Bu arada çok geçmiş olsun, sesiniz de düzelmiş.”

Kâmil gülümsedi. “Haklısın. Dün gece gayet iyi uyudum, ondandır.”

Biraz sonra güvenlik danışmanı gelmişti bile.

Osman Bey, eskiden Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde uzun süre daire başkanlığı yapmış tecrübeli bir güvenlik uzmanıydı. Bekârdı, daha doğrusu işiyle evliydi. Emekli olunca bir meslektaşıyla birlikte güvenlik konularında hizmet vermek üzere VERİTAS adında bir şirket kurmuştu. Öyle kapıda görev yapan güvenlikçileri bulmak, yönetmek gibi sıradan bir iş değil, çok daha üst düzey projeler üzerinde çalışıyordu VERİTAS. Osman Bey de son iki yıldır Kâmil’in özel güvenlik danışmanı olarak görev yapıyordu.

Osman Bey her zaman olduğu gibi kendine yakışan sade bir lacivert takım elbiseyle içeri girmişti. Saç çizgisi geriye kaydıkça daha da genişleyen aydınlık alnında, sürekli düşünen bir insanın çizgileri vardı. Kaşları çatık olmasa da ifadesi ciddiydi. Yakışıklı değilse de karizmatikti. Ruhu adeta fiziğinden taşıp, bir güç, sağduyu, dürüstlük ve özgüven aurasıyla çevresine yayılıyordu.

“Merhaba Osman Bey, otursana…”

“Teşekkür ederim efendim, böyle iyiyim.”

İlk giriş cümleleri böyle olurdu daima. Osman Bey her zaman bu daveti teşekkür ederek geri çevirir, odada olduğu sürece hep ayakta beklerdi. Bazı durumlarda en üst düzey yöneticilerinin, hatta ailesinin bile bilmediği sırları kendisiyle paylaşan patronuna duyduğu sadakat ve bağlılığın bir göstergesiydi bu davranış biçimi.

“Beni çağırtmışsınız.”

“Doğrudur. Sizden bir araştırma yapmanızı rica edeceğim. Araştıracağınız kişinin adı Mustafa Yılmaz. Bu adam hakkında ulaşabileceğiniz tüm bilgileri, her türlü detayıyla bana getirmenizi istiyorum. Ancak bu defa süre de çok önemli. Tüm dosyayı bana en fazla kırk sekiz saat içinde temin etmeniz gerekiyor.”

En son cümleye kadar her şey yolunda gidiyordu.

Patronu için bu tür araştırmaları sık sık yapardı Osman Bey. Ama kırk sekiz saat? Bu biraz sürpriz olmuştu. Ancak, emekli olduktan sonra hayatta öğrendiği en önemli şeylerden biri de buydu. Yaptığı işte, vermek zorunda olduğu hizmette ‘ama’ kelimesine yer yoktu.

“Baş üstüne efendim. Sürenin de kısalığını düşünecek olursak bize incelemeyi başlatmamız için bir yer, bir şehir adı gibi ipuçları verebilir misiniz acaba? Ne de olsa resmi kayıtlarda en az yüz tane “Mustafa Yılmaz” ismiyle karşılaşabiliriz.”

Adam haklı, diye geçirdi içinden Kâmil. Ama bildiklerini anlatmaya kalksa işin suyu çıkacaktı. Mustafa Yılmaz’ı tanıdığını açık etmek niyetinde değildi bu aşamada.

“Doğru söylersin, Osman Bey. Bildiğim kadarı ile Bilgi Üniversitesi’nde hocaymış. Elli yaşlarında olduğunu duymuştum. Sanırım bu yeterli olacaktır.”

“Kesinlikle efendim. Öyleyse hemen başlıyoruz araştırmaya. Başka bir emriniz var mı?”

“Hayır Osman Bey, bu kadarı yeterli. Aklıma gelmişken… Yarın bu saatlerde bana bir ara rapor getirmeniz iyi olur. Anlaştık mı?”

“Baş üstüne, Kâmil Bey.”

Lacivert takım elbisesi ve siyah ayakkabılarıyla odadan çıkıp gitmişti Osman Bey. Biraz sonra da Zeynep’i çağırdı Kâmil.

“Anlat bakalım Zeynep, işler nasıl gidiyor?”

Zeynep, ses tonu eskiye dönmüş ama yine de bir şeyler ters gidiyor, diye düşündü. Her şeyi en ince detayına kadar hemen öğrenmek isteyen takipçi bir patrondan çok, meraklı bir yönetici gibi sormuştu. Sanki görev icabı sorar gibi. Sanki şu anda esas önceliğim başka yerde, der gibi.

“Talep ettiğiniz üzere, tüm randevu programınızı üç günlüğüne dondurduk efendim. Dilediğiniz zaman yeniden düzenleme yapacağız. Peki, Bakan Bey’le olan görüşmeniz için bir hazırlık yapalım mı? Sanırım hukuk müşavirimiz de birazdan burada olacak.”

Kâmil biraz duraklayıp, bir şeyler düşündükten sonra devam etti konuşmaya:

“Hmm, şöyle yapacağız… Hele iki üç gün daha bekleyelim bakalım. Bu arada Orhan’a söyle hazırlansın. Süleyman Bey’le görüşmemi bitireyim, hemen çıkıp eve gideceğim. Bana da Selin Hanım’ı bağla bir konuşayım. Anlaşılan bu pazar size tatil yok. Yarın sabah geldiğimde görüşürüz. Osman Bey de yarın saat 10’da yine burada olacak, ona göre.”

Çok geçmeden oda kapısı aralanmış, Süleyman Bey içeri girmişti.

“Merhaba Süleyman Bey, nasılsınız? Şöyle oturun.”

Süleyman Bey uzun senelerdir Holding’in hukuk servisinin başındaydı. Pek çok yabancı avukatlık ofisiyle iyi ilişkilerinin olması özellikle yurtdışında önemli bir sözleşme imzalayacakları zaman işe yarıyordu. Zevkine, keyfine düşkün bir adamdı Süleyman Bey. Osman Bey’den bir farkı da “oturun” denince evindeki koltuğa yayılır gibi patronunun karşısında yerini almasıydı.

“Hoş geldiniz Patron. Köln’e gittiğinizi duydum. Öyle mi?”

“Doğru duymuşsun. İki gün şöyle bir dolanıp geldim. Seni çağırmamın sebebine gelince… Orada yaptığım bir görüşme sırasında bilmediğim bir şeyi öğrendim. Bazı Avrupa firmaları, dolandırıcılığa veya beklenmedik sürprizlere karşı önlem olarak bir senaryo geliştiriyorlarmış. Diyelim ki, şirketin üst düzey bir yetkilisinin yerine geçen biri gidip bazı iş görüşmeleri yapıyor. Hatta bazı belgelere imza atıyor. İmza geçersiz ama karşı taraf bunun farkında değil. Bu tür anlaşmazlıklarda işin çıkmaza girmesi olasılığına karşı alınmış bir nevi tedbir diyebiliriz. Bu işi fazla büyütmeden sessizce çözmek için geliştirilmiş bir nevi güvenlik sistemi. Bana ilginç geldi. Malum bizim pek çok yöneticimiz Orta Asya’da, Afrika’da dolanıp duruyor. Birtakım ikili anlaşmalar yapıyor falan. Söz gelimi bizim başımıza böyle bir şey gelse ne olacak? Şirket olarak bu konuda bir ön hazırlığımız var mı?”

Süleyman Bey’e soru bilmediği yerden gelmişti. Lafları yuvarlamayı tercih etti.

“Kâmil Bey, bu anlattıklarınız çok ilginç. Aslına bakılırsa uluslararası sözleşmelerde her iki taraf da firmaya ait bir yetki belgesi, en azından bir imza sirküleri talep eder. Bu nedenle bahsettiğiniz türden bir hazırlık yapma ihtiyacı duymamıştık bugüne kadar. Ama Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde yatırım yapan firmalara hukuki konularda danışmanlık yapan New York merkezli iki şirkette arkadaşlarım var. Hatta birisi çok eskiden beri tanıdığım bir Türk avukat. Onlarla bir temasa geçeyim bakalım. Size de bir, bilemediniz iki hafta içinde bir rapor hazırlatırım. Ne dersiniz, uygun mu?”

“Tamamdır Süleyman Bey, sen bana raporu yolla, sonra gerekirse birlikte üstünden geçeriz. Ben daha yeni geldim. Bir eve gideyim diyorum.”

Süleyman Bey mesajı almıştı.

Hiç oyalanmadan izin isteyip bir alt kattaki ofisine geri döndü. Kâmil, iyi atlattık diye mırıldandı kendi kendine. ‘Başımdan geçenleri bu adama anlatmaya kalksam, ruhsal bunalım geçiriyor gerekçesiyle yetkilerimi karıma devrettirmeye kalkar, sonra da maaşına zaman ister.’ Öte yandan, Köln’de neler olup bittiğini hâlâ bilmiyordu, en azından bu konuda bir hazırlık yapmaya ihtiyaç duyuyordu yine de. Hoş, orada ziyaretine gitmeyi planladığı Alman da randevu verirken bir haftalığına Uzak Doğu’ya gideceğini söylememiş miydi? Bu koşullarda şimdilik başlarını derde sokacak bir olasılık da görünmüyordu. İşin güzel tarafı, Kâmil üstü Kâmil de aynı fikirdeydi.

Birden kendini çok yorgun hissetti.
Evini, karısını, çocuklarını özlemişti…
 
 

* * *

 
 

Bir gün sonra Osman Bey tam vaktinde ofise geldi.

“Kâmil Bey” diye anlatmaya başladı. “Biz üç kişilik bir ekiple birlikte Mustafa Yılmaz hakkındaki ön araştırmamızı tamamladık. Resmi belgelere göre kendisi İstanbul’da doğmuş. Ailesinin kim olduğu kayıtlarda görünmüyor. Kartal’daki kimsesiz çocuklar yurduna daha iki yaşlarındayken bırakılmış. Bu yetimi oraya kimin getirdiğine dair bir bilgi de yok, ne yazık ki. Tüm eğitim hayatı ile ilgili detaylar size sunduğum raporda yer alıyor. Bağlı olduğu bir derneğe, özel hobi grubuna rastlamadık. Sabıkası temiz. Pasaport kayıtlarına göre yılda birkaç kez yurt dışına çıkıyor. Daha yeni bir seyahatten dönmüş. Arkadaşlarım nereye gittiğini bulmaya çalışıyor. Kalamış’ta kendine ait bir dairede tek başına yaşıyor. Sık sık bir araya geldiği arkadaş grupları varsa bile biz henüz tespit edemedik. Akademik kariyeri ve çalışmaları ile ilgili kayıtlar da dosyanızda mevcut. Açıkçası hayat hikâyesinde ilgimizi çeken sıra dışı, şüphe uyandırıcı bir detay bulamadık. Tabi yarın sabaha kadar çalışmalarımıza aralıksız devam edeceğiz. Sizin başka bir talebiniz olabilir mi?”

Kâmil sessizce dinliyordu. Anlatılanların çoğunu kendisi de biliyordu zaten.

“Aslında Yasemin’den çok daha fazlasını öğrendim Osman Bey, hatta evindeki banyosunun yerini bile biliyorum” demek geldi içinden. Osman Bey’i şaşırtmış olurdu ama işi de berbat ederdi… Böyle bir şey yapar mıydı Kâmil Yalçın, elbette hayır…

Oturduğu yerde düşünmeye devam ediyordu… Bütün bu anlatılanların eksik bir tarafı vardı ama ne?

Gözleri uzaklara daldı.

Kafasını kurcalayan şeyin ne olduğunu hatırlamaya çalıştı. Hani görürsün de bir türlü ne gördüğünü hatırlamazsın. Minicik bir detaydır ama aslında her kapıyı açan maymuncuktur…

Düşün Kâmil. İyi düşün…

Odaya bir sessizlik çökmüştü.

Osman Bey ilk defa orada ayakta beklerken ellerini nereye koyacağını kestiremediğini fark etti. Havada bir şeyler uçuşuyordu. Görmediği ve fakat varlığını hissettiği tuhaf şeyler. Kâmil üstü Kâmil de kıpırdanmaya başlamıştı.

Düşün…

Kâmil, Mustafa, Köln, Paris, Sorbonne, Yasemin, yemek…

O akşam birlikte yedikleri yemeğin bu işlerle ne alakası olabilirdi? İyi de, Yasemin o yemeği yerlerken neler anlatıyordu?

Bursa, anne-baba, kaza, üniversite, burs, doktora, hoca, teyze, anne, Emine Anne.

Tabi ya!
Emine Anne…

Zihninin derinliklerinde, loş bir köşede gizlenen detay buydu işte! Bir kitap kapağında resmini gördüğü yazarın adının ne olduğu, ya da Yasemin’e burs veren hocasının kim olduğu neden öylesine önemliydi? Emine Anne durup dururken neden ağlamıştı? Yoksa Mustafa Yılmaz’ı bir yerden tanıyor olabilir miydi?

Çare yok, öğrenmek istiyorsa Osman’a anlatacaktı.

“Osman Bey, çalışmanız iyi gidiyor. Yarına kadar kaldığı yerden devam edin. Ancak dün aklıma gelmeyen bir detayı hatırladım biraz önce. Mustafa Hoca’nın bir yardımcısı var. Asistanı, doktora öğrencisi, onun gibi bir şey. Herhalde aynı bölümde çalışıyorlardır. Onun bir üvey annesi varmış. Adı Emine. Bildiğim kadarı ile Bursa, Çekirge’de yaşıyor. Soyadını bilmiyorum ama neredeyse elli yıldır aynı evde yaşayan bir kadını bulmanız sanırım o kadar da zor olmayacaktır. İçimde o kişinin Mustafa Hoca’yı bir yerlerden tanıdığına dair bir his var. Bence işin bu kısmını ekipten ayrı olarak tek başınıza siz incelemelisiniz. Bu anlattıklarım şimdilik gizli sayılır, başkalarının ya da ekibinin bilmesine gerek yok. En iyisi siz hemen şimdi atlayıp Bursa’ya gidin. Boşa vakit kaybetmeyelim. Sizden haber bekleyeceğim. Bu iş sonuçlana kadar beni özel hattan arayabilirsiniz. Ulaşamayacak olursanız mutlaka Zeynep’e haber verin. Tamam mı?”

Osman Bey, işvereninin bu işle ilintili olarak kendisine açık ettiğinden çok daha fazla bilgiye sahip olduğunu çoktan tahmin etmişti zaten. Ve elbette bu tahminini kendisine saklayacak, bilmezden, duymazdan, anlamazdan gelecekti.

“Ne yazık ki bana aktardığınız bilgiye biz henüz ulaşamamıştık Kâmil Bey. Hatırladığınız çok iyi olmuş. Şimdi müsaade ederseniz, ben hemen oraya gidip bu işle şahsen ilgileneyim. Başka bir emriniz var mı?”

“Tamamdır Osman Bey, hadi bakalım, umarım eli boş dönmezsiniz.”
 
 

* * *

 
 
Osman Bey, daha bu görüşmenin üzerinden dört saat geçmeden Çekirge Polis Karakolu’ndan kendisi için gerekli olan bilgileri almıştı bile. Emine Çiçek, Bursa’nın yerlisi sayılırdı, Uludağ köylerinden birinde dünyaya gelmişti. Ve Kâmil Bey’in de dediği gibi, evinden dışarı pek çıkmıyordu.

Osman Bey hiç vakit kaybetmeden verilen adrese gitmiş, hava kararmadan patronunu aramıştı bile.

“Kâmil Bey, iyi günler efendim. Çok haklıymışsınız. Emine Hanım ile Mustafa Bey arasında bir ilinti varmış. Ancak bu ilişkinin ne olduğunu henüz öğrenebilmiş değilim. Belirttiğim gibi, doğru adrese geldiğim kesin, ancak…”

“Bu da ne demek oluyor Osman Bey?”

“Kâmil Bey, bahsettiğiniz kişiyi, Emine Çiçek’i buldum. Evinde yalnız yaşayan yetmiş yaşlarında bir kadın. Bu bölgenin de yerlisi sayılır. Kendisiyle bir saate yakın karşılıklı görüştüm. Onu tedirgin etmemeye çalışarak merak ettiğiniz konular hakkında neler bildiğini öğrenmeye çalıştım. Beni en çok etkileyen şey, ziyaretime şaşırmaması oldu. Sanki birilerini bekliyormuş gibi bir hava sezdim o görüşmede. Önceleri bu konuda hiç konuşmak istemedi. Hatta beni kapıdan göndermeye çalıştı. Dediğim gibi, daha sonra uzunca bir süre sohbet ettik. En sonunda mecbur kaldım ve kendisine biraz daha ayrıntılı bilgi verdim. Yani sizden bahsetmek zorunda kaldım. Sizin direktifinizle hareket ettiğimi söyledim. İzin istedi ve uzun süre düşündü. Belki on dakika hiç konuşmadı. Sonunda tek bir konuda söz verdi bana.”

Kâmil artık yerinde duramaz olmuştu.

“Peki, neymiş o verdiği söz?”

“Kâmil Bey, yaptığımız görüşmeyi size aktaracağımı açıklamak zorunda kaldım Emine Hanım’a. Hatta kendisini İstanbul’a davet ettim. Sizinle görüşmesini önerdim… Çok sakin bir yapısı var. Çok soğukkanlı ve çok kararlı görünüyordu. Yani Emine Hanım’ı zorlayarak daha fazla bilgi edinemeyeceğimi hissettim. Tüm önerilerime olumsuz cevap verdi. Uzun süre düşündükten sonra da bana o sözü verdi.”

“Ne sözü verdi, Osman Bey?”

“Efendim, bu gece düşünecekmiş. Duasını edip, akabinde size bir mektup yazacakmış. Yarın sabah saat sekizde yeniden uğramamı söyledi.”

“Hepsi bu kadar mı yani?”

“Üzgünüm efendim, sanırım o istemedikçe ben daha ileri gidemiyorum.”

“Osman Bey…”

“Evet efendim?”

“Bu durumda ne yapacağınızı biliyorsunuz değil mi?”

“Kesinlikle, bir dostumdan rica ettim. Bu akşam eğer telefonunu kullanacak olursa, kiminle temasa geçtiğini öğreneceğiz. Ayrıca ben arabamı sokağın başına park edip geceyi etrafı kolaçan ederek geçireceğim. Eğer bir yerlere gitmeye kalkar ya da bir ziyaretçisi gelecek olursa muhakkak benim haberim olacak. Başka bir emriniz var mı?”

“Hayır, Osman Bey, anlaşılan gerekli tedbirleri çoktan almışsınız. Kendisine nazik davranmaya devam edin. Mektubu yazar da size verirse hiç bekletmeden bana getireceksiniz.”

“Bu konuda hiçbir endişeniz olmasın efendim.”

“İyi geceler.”

“Size de iyi geceler efendim.”
 
 

* * *

 
 

Mektup

Osman Bey, arabasını Holding otoparkına bırakıp hızlı adımlarla binadan içeri girdi. Asansöre bindiğinde on sekizinci katın düğmesine basıp beklemeye başladı.

Neredeyse üç buçuk saattir, yani mektubu alıp Bursa’dan yola çıktığı andan itibaren kafasını başka şeylerle meşgul etmeye, cebinde taşıdığı belgede neler olabileceğini düşünmemeye çalışıyordu.

Kâmil Bey’le çalıştığı iki yıl boyunca hiç bu kadar karmaşık bir olaya şahit olmamıştı.

Şirketin güvenlik ekibiyle yaptığı çalışmalar, bazı önemli kişiler hakkında yaptığı özel araştırmalar, gizlice ele geçirdiği bazı bilgiler, hiçbiri böylesine ilginç, böylesine gizemli değildi. Kâmil Bey’in odasına adımını attığı anda bunu fark etmişti. Ne kadar ilgisiz görünmeye çalışsa da Kâmil Bey, bu konuya diğerleriyle kıyaslanmayacak kadar özen gösteriyor, yaptığı araştırmayı neredeyse saat başı takip ediyordu.

Normalde bir araştırma görevi kendisine verilir, o da çalışmasını bitirdiğinde raporunu Zeynep Hanım’a iletir ve beklerdi. Hepsi bu… Bazen bir konuda ek bilgi istenir, nadiren de Kâmil Bey kendisini odasına çağırır, birkaç soru sorduktan sonra da işine geri dönerdi.

Son iki gündür yaşadığı baskıyı daha önce hiç hissetmemişti Osman Bey.

Bu mektup bir sonuç muydu, yoksa devamı da gelecek miydi? Mektupta ne yazdığı neden bu kadar önemliydi? Bursa’nın Çekirge mahallesinde oturan yaşlı bir kadının yazdıkları Kâmil Bey’i neden bu kadar ilgilendiriyordu? Hem merak ediyor hem de bu konuda fikir yürütmesinin veya soru sormasının yakışık almayacağını adı gibi biliyordu.

Her zaman olduğu gibi sakin, sabırlı ve saygılı olmak dışında yapabileceği bir şey yoktu. Zeynep Hanım onu gördüğünde başıyla sessizce selamladı ve hemen Kâmil Bey’in odasına aldı.

İşte bir tuhaflık daha!
Sanki herkes onun gelmesini bekler gibiydi…
Neler oluyordu?

Odaya girdiğinde o her zamanki, alışılagelmiş hüviyetine geri dönmüş, yalnızca işini iyi yapan bir güvenlik danışmanı oluvermişti. Öne doğru birkaç adım attı. Kâmil Bey’in masasına yaklaştı, cebinden mektubu çıkartıp uzattı. Kâmil Bey oturmasını işaret etti ona başıyla. Osman bu daveti her zaman olduğu gibi nazikçe reddetmiş, ayakta beklemeyi tercih etmişti.

İşvereni ise onu çoktan unutmuştu bile.

Sanki o odada değilmiş gibi, hatta hiç var olmamış gibi… Önce mektubu eline almış, zarfı yavaş hareketlerle açmış, koltuğuna yaslanıp elinde tuttuğu satırları okumaya başlamıştı.

Yüzünde en ufak bir oynama yoktu.

Sanki tüm vücudu tek bir noktaya sabitlenmiş, yalnızca gözleri çalışıyordu. İlk sayfa bittiğinde aynı sükûnetle ikinci, sonra da üçüncü sayfayı okumaya devam etti.

Osman Bey bile aradan kaç dakika geçtiğini kestiremiyordu. Öylece ayakta, sessizce, elleri iki yanında beklemekti onun asli görevi. En sonunda Kâmil okumasını bitirdi. Yavaşça mektubu ceketinin cebine yerleştirdi. Başını kaldırıp ayakta durmaya devam eden Osman Bey’e baktı.

“Evet, Osman Bey… Benim için önemli olan bir araştırmayı gereken titizlikle yürütüp sonuçlandırdınız. Size çok teşekkür ederim…”

Bir süre sessiz kaldı, hiçbir şey söylemedi. Düşünüyordu. Sözlerine nasıl devam edeceğine karar verememiş gibiydi. En sonunda kaldığı yerden devam etti.

“Öte yandan… İki gündür benim için yaptıklarınızın tümüyle aramızda kalması gerekiyor. Zaten uzun zamandır Bursa’ya gitmediğinizi söylemiştiniz, öyle değil mi?”

Sıra Osman Bey’e gelmişti.

“Hayır efendim. Zaten biliyorsunuz benim kayak sporlarıyla işim olmaz. Hele burada yapılacak o kadar çok iş varken… En son ne zaman Bursa’ya gittiğimi bile hatırlamıyorum.”

Kâmil oturduğu yerden gülümsedi, duyduklarını başıyla onayladı ve ayağa kalkıp elini uzattı.

“Evet, Osman Bey, ben de tıpkı sizin gibi düşünüyorum.”
 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 
Hasan Saraç

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan