Çapraz Oyun

Çapraz Oyun | Bölüm 12

23 Temmuz 2020
Yazı: 13 Saat + 1 Ömür | Bölüm 3 | Yazan: Hasan Saraç

 

Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 1
Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 2
Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 3
Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 4
Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 5
Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 6
Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 7
Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 8
Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 9
Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 10
Çapraz Oyun 👉🏻 Bölüm 11
 
 

“Gelin Periler, alıp götürün beni bu dünyadan, sizlerle beraber rüzgârlara binip uçmak ve dağların üzerinde bir alev gibi dans etmek istiyorum ben.”

– William Butler Yeats

 
 

11. BÖLÜM

 
 

Bir türlü gelmeyen haber

Mustafa iki gecedir doğru dürüst uyuyamıyordu. En son Polat Rönesans Oteli’nde derin bir uyku çekmişti. Şimdi o geceyi düşünmek bile kafasını karıştırmaya yetiyordu. Uykuyu çeken o muydu? Yoksa Mr. Yalçın mı? Evine ulaştığında onu bekleyen notu okuduğundan beri ne yaparsa yapsın bir türlü normal hayatına geri dönememişti.

Bütün bunlar ne demek oluyordu?

Köln’de yaşadığı tuhaflıklar bir yana, şimdi de gerçek hayatta, gerçek sorunlarla boğuşmak zorundaydı. Bu bilinmezlik daha ne kadar böyle devam edecekti? İşin çok daha kötüsü, Yasemin’le neredeyse bir haftadır görüşemiyordu. Bu ayrılık çok etkilemişti onu. Eskiden neredeyse her gün üniversitedeki ofisine heyecanla gider, Yasemin’in oda kapısını açacağı, o gülümseyen melek yüzünü göreceği ânı düşlerdi.

Ya şimdi?

İki gündür arayıp sormamış, telefonda bir merhaba bile dememişti…

Sanki ondan kaçıyordu. Olabilir miydi böyle bir şey? Hoş, Yasemin’i görse ona ne söyleyeceğini bile kestiremiyordu. Öyle ya, Bay Yalçın, onun iki-üç gün boyunca neler yaşadığından kimseye söz etmemesini buyurmuş, pek yakında da kendisiyle temasa geçeceğini bildirmişti. Hem de en kısa zamanda!

Büyük patrondu ne de olsa!

Bu adam kendisinin neler çektiğinin farkında mıydı acaba? Yasemin’den haber alamadığı her günün onun ömründen kaç sene götürdüğünden haberi var mıydı? Allah’tan bu hafta başında hiç dersi yoktu. Kaç kere eli telefona gitmişti. Sayısını bile hatırlamıyordu.

Bir de oturup rapor yazmıştı büyük patrona.

Üç gün önce Köln’de onun yerine katıldığı toplantıyı, Herr Schneider ile yaptığı görüşmeyi, seçtiği stratejiyi, yaptığı blöfü anlatmıştı tüm ayrıntılarıyla. Alman yönetici zaten hâlâ Uzak Doğu’da olmalıydı. Ama çok değil, belki bir hafta sonra Almanya’ya dönüyordu. Bay Kâmil Yalçın’ın orada neler konuşulduğunu bilmesi gerekmiyor muydu?

Evden çıkıp dosdoğru adamın ofisine bile gitmeyi düşünmüştü. İyi de, ya adam görüşmek istemezse binaya zorla mı girecekti? Dişlerini gıcırdatıp ayağa kalktı. Artık dost bildiği çarpık bacağından bile hoşlanmıyordu. Bari bir kitap okuyayım diye geçirdi içinden. Acep edebiyat tarihinde yazılmış hangi kitap onun acısını dindirebilir, sabırsızlığını yatıştırabilirdi? Bir gece önce neredeyse altı saat yıldırım parti satranç oynamıştı internette. Ne oyunlar ama! Gelen geçen yenmişti kendisini. Kimse de ona sormamıştı, niye bu kadar dalgınsın diye.

Mustafa’nın aklı duygularına galebe gelmiş, erkenden üniversitedeki ofisine gitmişti pazartesi sabahı. Hem de ne yapacağını bilmeden, başı önde, o mahzun, küskün haliyle…

Saatler geçiyor koltuğunda oturmaya devam ediyordu, sürekli boş gözlerle duvara bakarak… Birden ofisindeki telefon çalmaya başladı! Yasemin arıyor olabilir miydi? Hayır, ne yazık ki o değildi. Telefondaki sesi aslında bir yerden hatırlıyordu ama nereden? Kimdi bu tanımadığı kişi? Neden arıyordu, nereden arıyordu, daha da önemlisi bu sesi en son nerede duymuştu acaba?

Aniden oturduğu yerde havaya zıpladı. Tabii ya. Bu sesi Köln’den hatırlıyordu!

“Mustafa Bey’le mi görüşüyorum?”

“Evet, Kâmil Bey… Ben de sizin aramanızı bekliyordum zaten.”

Hayret, Kâmil’in sesi de oldukça heyecanlı çıkıyordu. Hiç durmaksızın konuşmaya devam etti kaldığı yerden.

“Haklısınız. Daha önce arayamadığım için ben de üzgünüm. Ancak emin olun, bunun nedenini açıklayabilirim. Size biraz önce arabamı yolladım. Sanırım on beş dakikaya kadar orada olacak. Sizden rica etsem, lütfen benimle görüşmek üzere hemen buraya gelebilir misiniz acaba? Dilerseniz ben de sizin ofisinize gelebilirim.”

Mustafa çok, ama çok derin bir nefes aldı. Günlerdir yaşadığı kâbusun bir şekilde sona ermesini o kadar çok istiyordu ki, Kâmil Yalçın’ın ona ne diyeceği bile umurunda değildi artık. Tek istediği şu görüşmeyi bir an evvel bitirip Yasemin’e kavuşmaktı. İçinden taşan tüm sesler, duygular, kalp atışları, her şey ama her şey başka hiçbir önceliğinin olmadığını koro halinde kendisine haykırıyordu sanki. Duymamak ne mümkün?

“Hiç gerek yok, Kâmil Bey. Buraya gönderdiğiniz aracı bekleyeceğim. Sanırım sizinle tanışmamızın da zamanı gelmişti artık. Yakında görüşmek üzere…”

Daha önce hazırladığı raporu da çapraz askılı kanvas çantasına yerleştirip, odasından çıktı.
 
 

* * *

 
 

Oyun gerçekten bitti mi, yoksa yeni mi başlıyor?

Zeynep de olan bitenin farkındaydı. Telefonlar mazeret beyan edilerek bağlanmıyor, bütün randevular ileri bir tarihe erteleniyordu. On sekizinci katta çıt çıkmıyor, kimse konuşmaya bile cesaret edemiyordu. Şu anda kendisine verilen tek ve kesin talimat, Mustafa Bey geldiğinde hemen odaya alınmasından ibaretti.

Son dört gündür bir Mustafa Bey efsanesi dolanıyordu etrafta.

Adı var, kendi yok.
Bir gün gelecek, öbür gün beklenecek…
Şimdi aranacak, sonra bulunacak…

Meraktan yerinde duramıyordu Zeynep. Tek arzusu bir problem çıkmadan şu karmaşanın bir an evvel çözülüp sonuçlanmasıydı. Zaten Kâmil Bey de Köln’den döndüğü andan beri ruh gibi dolaşmıyor muydu etrafta?

En nihayet beklenen haber geldi. Kâmil Bey’in sürücüsü arabasını park etmiş, misafiri de asansöre bindirmişti. Zeynep, hemen ofis telefonundan patronunu arayıp kendine ulaşan bilgiyi aktardı. Cevap çok kısa, net ve çok kuru olmuştu.

“Bekliyorum.”

Biraz sonra asansörün kapısı açıldı ve içeriye zayıf, kumral, sakallı bir adam girdi. Kol değneklerine tutunarak odanın ortasına doğru yürüdü ve gülümseyerek kısaca kendini tanıttı.

“Merhaba, iyi günler. Adım Mustafa Yılmaz. Sanırım Kâmil Bey beni bekliyor.”

Zeynep “Hay Allah” diye geçirdi içinden. Bu sesi bir yerden tanıyordu ama nereden olabilirdi acaba?

Birden aklı karıştı.
İyi de bunda şaşılacak ne vardı?
Olan biten her şey kafa karıştırmıyor muydu zaten.

Hemen ziyaretçinin elini sıktı ve ona yolu gösterdi. “En sonunda” diye mırıldandı kendi kendine. “Bakalım şimdi neler olacak?”

Tam o sırada, odaya girmeden önce çantasındaki raporu itinayla çıkarıp Zeynep’e verdi Mustafa Hoca.

“Bunu görüşmemiz bittiğinde Kâmil Bey’e iletmeyi unutmayın lütfen.”

“Elbette efendim, muhakkak iletirim.”

Artık görüşmeye hazırdı Mustafa Hoca.

Kâmil oda kapısının açıldığını gördü. Zaten masasında oturmuyordu. Artık odanın içinde dolanıp durmasına da gerek kalmamıştı.

Bu işi bitireceklerdi…

Kapıdan giren adama baktı. Daha üç gün önce bu vücut ona ait değil miydi? İkide bir aynada gördüğü adam şimdi karşısında duruyordu işte. Ama bir farkla, çok önemli bir farkla, bu sefer onun kafasından neler geçtiğini bilmiyordu!

Mustafa’nın yüzünde ise artık o muzip, bir bakıma nazik ve çekingen, öte yandan güçlü ve güvenli ifadeden eser kalmamıştı. Ne yapacağını bilemeyen, kafası karmakarışık bir adam girmişti kapıdan içeri! Ne bekliyordu ki?

Zeynep bir an için kapıda durakladı. Acaba bir istekleri olacak mıydı? Cevabını sessizlikten almıştı. Kimsenin onun varlığından bile haberi yoktu. O yalnızca orada olmaması gereken üçüncü kişiydi. O kadar. Çay kahve faslını da atlayacakları belli olmuştu. Sessiz adımlarla odadan çıktı ve kapıyı usulca kapadı.

Artık baş başa kalmışlardı. Bir an için göz göze geldiler. Sonra gözlerini indirip sustular.

Mustafa konuşmanın kendisi için erken olduğunun farkındaydı. Görüşmek isteyen Bay Yalçın olduğuna göre, sırasını bekleyebilirdi. Kâmil ona kanepeyi göstererek oturmasını bekledi. Karşısındaki adamın kol değnekleri ile ne kadar rahat hareket edebildiğini biraz hayret, biraz gıptayla seyrediyordu. İki gün boyunca yaşadığı deneyimi hatırladı. Meğer ne kadar beceriksizmiş de haberi yokmuş.

En sonunda o da Mustafa’nın yanındaki koltuğa oturdu. Şu anda fazla konuşmanın bir anlamı yoktu. Anlamsız sorular, gereksiz sözler… Bunlar bekleyebilirdi. Hepsi bekleyebilirdi… Her şey bekleyebilirdi…

Cebinden çıkarttığı mektubu özenle tuttu elinde, sonra yavaşça Mustafa’ya uzattı.

“Sana pek çok şeyi açıklayabilmeyi isterdim. Ya da sormayı isterdim. Ama ben de senin gibi bir bilinmezin içinde yuvarlanıyorum. En iyisi şu mektubu vereyim, önce bir oku. Sonra konuşuruz.”

Mustafa, Bay Yalçın’ın daha ilk dakikadan kendisine sen diye hitap etmesinden rahatsız olmuştu. Ancak şimdi bir de buna takılmanın zamanı değil, diye düşündü.

Elini uzatıp mektubu aldı. El yazısı ile kaleme alınmış, birkaç sayfalık bir mektuptu bu. Okumaya başladı…

Kâmil Bey Evladım,

Önceleri kendime verdiğim sözü tutmaya kararlıydım. Ne bana yolladığın o adamla ne de bir başkası ile görüşmeyecek, konuşmayacaktım. Bir ömür boyu suskun kalmışım. Üç beş yıl daha idare edebilirdim. Ama ziyaretime gelen adamın ses tonundan, benimle konuşma tarzından anladım ki, bu öbürlerinden farklı.

Sonra Mustafa’mı düşündüm ve bu satırları yazmaya karar verdim. Allah günahlarımızı affetsin. Aradan uzun yıllar geçti. Çok şey aklımda birbirine karıştı. Yine de tüm yaşadıklarımı şimdi sana anlatacağım.

Annen çocuk beklerken zor bir hamilelik geçiriyormuş. Doktorlar da dağ havası iyi gelir deyince baban anneni alıp bizim Uludağ’a getirmiş. O sıralar yeni açılan Beceren Oteli’nin bir odasında kalmaya başlamışlar. Bir gün baban, yanına iki kişi alıp etrafta yürüyüşe çıkmış. Aniden sis bastırınca da yollarını kaybedip geceyi bir kulübede geçirmişler. Sabah olup otele geri döndüklerinde baban anneni kanlar içinde yatağında yatarken bulmuş. O zamanlar yollar şimdiki gibi değil. Yol açık bile olsa dağdan Bursa’ya inmek en az iki saat alırdı.

Telaşla etrafa haber salmışlar. Yakındaki köyde ebelik yapıyordum. Daha yaşım yirmi bile değil. Ebelik etmeyi de civar köylerdeki büyüklerimden öğrenmişim.

Beni hemen otele getirdiler. Anneni bulduğumda artık ölmek üzereydi. Son bir gayret seni doğurttum. O sırada Rabbim anneni çoktan yanına almıştı bile. Etraf kalabalık, bir heyecan, bir koşturma, bağıranlar, emir verenler. Ben de ne yapacağımı bilemez haldeydim. Tam o sırada doğumunu bekleyen bir ikiz kardeşin olduğunu fark ettim. Bir süredir nefes almayan ananın vücudu içerisinde sıkışıp kalmış. Belli ki sakat doğacak.

Ben onu da zorla dışarı çıkardım. Yarı baygın, öldü ölecek, sakat bacağıyla öylece ortada, masanın üstünde, beze sarılı duruyordu. Baban annenin ölü bedenini ve seni yanına alıp oteli terk etti. Cebime biraz para tutuşturup öylece bırakıp gittiler beni. Otelde hapis kaldım. Mutfakta çalışan bir kadın bana yardım etmese kardeşin çoktan açlıktan ölürdü. İki gün boyunca başında nöbet tuttuk. Elimizden geldiğince sütle beslemeye çalıştık.

Üç gün sonra bir adam çıkıp geldi. Neler olduğunu öğrenince bir yerlerle telefonda konuştu, sonra beni ve çocuğu alıp şehre indirdiler. Şimdiki Çekirge o zamanlar küçük bir köydü. Beni orada bir eve yerleştirdiler. Birkaç gün sonra aynı adam yanında başka biriyle yeniden geldi. Evin tapusunu adıma yapmışlar. Bir tomar da para verdiler.

‘Kemal Bey bu sakat çocuğu yanına istemiyor, ona sen bakacaksın, sakın ola hiç kimseye bir şey söyleyeyim deme, seni sürekli izleyeceğiz ona göre’ diyerek gittiler.

Üç dört ay sonra o adam bir daha geldi. Oğluma bir doğum belgesi çıkarmışlar. Belli olmasın diye de onu daha ileri bir tarihte İstanbul’da doğmuş gibi göstermişler. Anası, babası belli değil. Adını da Mustafa Yılmaz koymuşlar. Ben artık Mustafa’mla yaşamaya başladım. Sakatlığı da ilk göründüğü kadar önemli değilmiş, hayata tutundu.

Aradan epey zaman geçti. Mustafa daha tam yürüyemiyordu ama güçlenmişti. Emekliyor, ne desem anlıyordu. Benimle konuşmaya bile başlamıştı. Artık o benim has evladım olmuştu. Sonra bir gün kapım çalındı. Bir baktım bizim köyden komşunun oğlu Galip gelmiş. Anamın, babamın rızasını da almış. Şehirde iş bulmuş, benimle evlenmek ister. Ben de kabul ettim. Sessizce evlendik. Artık hem bir evladım, hem de bir kocam vardı.

Aradan iki hafta geçmeden o adam yine çıkıp geldi. Bana evde kalan kimdir, diye sordu. Ben de kocamdır, dedim. Çocuğu ne yaptın, dedi. Bizim çocuğumuzdur, kocam kabul etti, dedim. Niye ona anlattın, yanlış işler yapmışsın diyerek kapıyı çarpıp gitti.

Bir gün sonra, bu sefer iki kişi geldi. Benden doğum evraklarını ve Mustafa’mı alıp gittiler. Yanlış bir iş yaparsan başına belâ alırsın diye de beni tehdit ettiler. Yığıldım kaldım. Tam hayatıma yeniden bir düzen vermeye çalışıyordum ki bu sefer kocamı çalıştığı maden ocağındaki patlamada kaybettim. Kaza mıydı? Tesadüf mü? Nasıl olmuş bir türlü bilemedim. Senelerce bu acıyla yaşadım.

Sonra öksüz kalan yeğenim Yasemin evime yerleşti. Ona hiçbir şey anlatmadım. Okudu, üniversite bitirdi. Seneler sonra bir gün eve bir kitap getirdi. Baktım Mustafa Yılmaz diye biri yazmış, doğum yılı da tutuyor. Bir de yetim olduğunu ve kol değnekleri ile yürüdüğünü öğrenince elim ayağım boşandı.

Ağladım. Çok ağladım. Ama kimselere bir şey söyleyemedim.

Kâmil evladım. Seni ben doğurttum, üzerinde emeğim var. Baban beni yaşayan bir ölü haline getirdi. Sonra duydum ki o da bu dünyadan göçüp gitmiş.

Sen hayattasın. Mustafa’m da hayatta… Eskiden olduğu gibi susmaya devam edeceğim. Sen neyi doğru biliyorsan öyle yap. Bir daha da bana adam gönderme. Bırakın beni kendi halime, acımla birlikte öleyim evimde.

Emine

 
 

* * *

 
 
Kâmil, Mustafa’nın mektubu bitirdiğini anlamıştı. Yerinden kalkıp kanepeye, ikiz kardeşinin yanına oturdu.

İkisi de öylece oturup kalmıştı.
Yan yana.
Konuşmadan.
Bakışmadan.

Sonra… Çok sonra…

Kâmil oturduğu yerden kollarını uzattı, elleriyle Mustafa’nın kollarını kavradı. Öylesine. Mustafa da oturduğu yerden kollarını uzattı, Kâmil’in kollarını sıkıca tuttu. Öylesine. Önce kolları, sonra vücutları kenetlendi birbirlerine…

İkisi de öylece oturmaya devam etti. En sonunda bakıştılar. Gözlerinden çıkan kıvılcımlar Kaf Dağı’nı aştı. İkiz ruhlar buluştu. Sımsıkı kenetlendi bir daha asla ayrılmamacasına…

Aradan çok zaman geçti. En sonunda Kâmil konuştu:

“Bana bak Mustafa, anlaşılan önce ben doğmuşum. Bir bakıma ağabeyin sayılırım, ona göre! Sen şimdi daha fazla oyalanmadan git şu Yasemin’e bir evlenme teklif et… Sonra buraya gelirsin. Birlikte ne yapacağımızı, nasıl yapacağımızı konuşuruz.”
 

SON

 
Hasan Saraç
Kalamış – İstanbul

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan