Sessizlik Öyküleri

Tanrım, Tanrılar, Yukarıdakiler

15 Nisan 2021

Öykü: Tanrım, Tanrılar, Yukarıdakiler | Yazan: Hakan Özbek

Hayâl kurma ile ilgili ciddi problemlerim vardı. Herkes hayâl kurar; ben dahil. Şimdi size, bir problemim vardı, dediğimde sakın yanlış anlamayın. Hayâl kurmayı beceremiyor değildim elbette. Sadece işi tadında bırakamıyordum. Kurduğum hayâl benim gerçeğim oluyor, o hayâlde boğuluyor, kayboluyor, kendimi arıyorum.

“Hayâl ettiğin kadarsın.”

Bu sözü bir yerlerde okuduğuma neredeyse eminim, sadece nerede okuduğumu hatırlamıyorum. Gerçekten hayâl ettiğim kadarsam, yazık. Benim büyük hayâllerim olmadı pek. Yalnızca küçük şeyleri hayâl ettim. O anlık şeyleri. Hemen olabilecek şeyler. En fazla birkaç gün içinde. Fazlasını hayâl etmek, hayâl edebileceğim bir şey değildi.

Bazen bir şeylerden bir şeyler isteriz. Kimimiz tanrıdan, kimimiz evrenden, kimimiz boşluktan… Ve bazen istediğiniz şeyler olur. O zaman, keşke başka bir şey isteseydim, deriz ya. Ne gerek var? İstediğimiz şey olmuş işte. Hem de o an olmuş, hemen. Şartların olgunlaşmasını falan beklemeden. Mesele hayâl ise bu da bir hayâl değil mi?

Bakkaldan bir sakız aldım. Bilirsiniz, şu eski şekerli sakızlardan, içinden karikatür çıkan. Ben henüz göt kadar bir çocukken de vardı bunlardan. Bir karikatür görmüş, çok gülmüştüm. Hangi karikatür olduğunu hatırlıyorum ama bunu size anlatamam. Çünkü size komik gelmeyecektir. Aslında komik falan da değil, benimki çocukluk işte. O zaman gülmüştüm ya, şimdi de onu görürsem kendi çocukluğuma gülecektim. Hatta bulsam o karikatürü belki çerçeveletirdim bile. Evet, bir sakızdan çıkan karikatür için küçük bir çerçeve gerekir.

Bu sakızlar eskiden tek tek satılırdı, şimdi ise çoklu paketlerle de satılıyor.

Daha fazla karikatür okumak için, belki de o karikatürü bulmak için şansımı artırmak istedim, bilmiyorum. Çoklu paketlerden bir tane aldım. Paketi açtım, ardından tüm sakızları tek tek açmaya başladım. İkişerli, üçerli ağzıma doldurdum. Çiğneyip, tadı azalınca masanın üstüne bıraktım. Sakız böyle çiğnenmez mi?

Paketten çocukluğumda deliler gibi güldüğüm karikatürden çıktı. Hem de iki tane! Bu bir hata sanırım, öyle tahmin ediyorum. Bir pakete neden aynı karikatürden iki tane koysunlar ki yoksa. İkisini birden aldım. Koltuğuma uzanıp deliler gibi gülmeye başladım. Çocukluğumu iki elimde tutmuştum. Gerçekten. İki tane en sevdiğim karikatür vardı. Telefonumdan Twitter’ı açtım, en sevdiğim karikatürden aynı paketten iki tane çıktığını falan yazdım. Kimse sikine takmadı elbette. Ne bir yorum, ne bir beğeni, ne de başka bir şey. Bir şey olmasını da beklemiyordum aslında.

Çıktım ve bir çerçeveciye gittim. Cebimden karikatürleri çıkarıp adama gösterdim.

“Bunlar için çerçeve yapabilir misiniz?”

Yüzüme sırıtarak baktı. Biraz bekledi.

“Benimle taşak mı geçiyorsun?”

Taşak mı? Ne taşağı şimdi? Ayrıca doğrusu neydi bunun? ‘Taşak’ mı yoksa ‘Taşşak’ mı? Yazarken taşak daha güzel duruyordu ama söylerken taşşak demek daha vurucu oluyordu.

“Yok abi ne taşşağı? Taşşak maşşak yok!”

“Siktır git lan dükkandan!”

Küfür falan etmedim. Çocukluğum ellerimde dururken kimseye küfür etmem ben.

Çocukluğumu hatırlıyorum çünkü, çok narin bir çocuktum. Taşşak falan bilmezdim. Siktır gidemezdim. Kimsenin anasına da sövmezdim. Akıllı, uslu, sessiz bir çocuktum o kadar. Ben öyle taşaklı konuşursam, çocukluğum incinirdi. Sadece çıktım dükkandan.

Bu çerçeveci muhabbetinin bir devamı yok. Sadece anlatmak istedim o kadar. Hem her şeyin bir yere bağlanması mı gerekir? Bence gerekmez. Duvarda bir silah asılıysa, o silah mutlaka patlamaz. Neden patlasın ki, dekordur o.

Neyse.

Birkaç gün sonra odamda kitaplarıma bakarken, bir arkadaşımın benden aldığı kitaplar aklıma geldi. Üstelik birini çok severdim; Boris Vian’ın Generallerin Beş Çayı. Canım o anda o kitabı okumak istemişti. Şimdi dışarı çıkmak mümkün değildi. Yasak falan vardı, hafta sonuydu. Çıksan da bir işe yaramayacaktı, her yer kapalıydı. O sırada kapı çaldı, arkadaşım geldi. Elinde bez bir poşet, içinde kitaplarım… Bana uzattı.

“Ben artık ümidi kesmiştim.”

“Okuyup getirdim işte.”

“Ulan dört sene oldu neredeyse. Bu kadar uzun sürecekti ise teker teker alsaydın ya!”

“Neyse işte. Ne yapıyorsun?”

“Hiç, kitap okuyacaktım. Generallerin Beş Çayı’nı.”

“O bendeydi, nasıl okuyacaktın ki?”

“Hayâl oğlum işte. Hem sen nasıl çıktın, yasak var?”

“Üst sokakta oturuyorum ben, yasak olsa ne, olmasa ne? Tavla oynayalım mı?”

“Yok, oynamayalım. Keyfimi sikme şimdi. Ben kitap okuyacağım. Okuyacaksan git evinden kitap al, gel.”

“Buradan bir şey okusam?”

“Ya siktır git, dört sene sürüyor okuman.”

Tıpkı benim dükkandan siktır olup gittiğim gibi gitti.

Ay sonuydu. Cebimde beş kuruş kalmamıştı.

Dışarı çıkmış aylak aylak yürüyordum. Canım felaket şekilde şarap istiyordu. Şöyle gündüz gözüyle şişenin dibine dibine vurmak… Evimin yakınındaki parka geçip bankta oturmaya başladım. Diğer bankta evsizin biri şarap şişesini dikiyordu.

“Afiyet olsun.”

“Gel ağabey, beraber olsun.”

“Harbi mi lan?”

“Gel abi, var şarap. İçeceksen vereyim bir şişe. Ucuz şarap seni bozar mı?”

“Yok bozmaz.”

“Al o zaman.”

“Eyvallah.”

Evsizle oturup bayağı sohbet ettik. Bir arkadaşımın yurt dışında bir ülkede evsiz olma hayâlleri vardı, onu anlattım. O da evsiz olmadığını, bir evi olduğunu ama orada kalmak yerine sokaklarda yaşamayı tercih ettiğini söyledi. Şimdi anlatmak istemediğim bir dünya şey daha konuştuk.

Hayâlse bu da bir hayâl değil mi? Şarap içmek. O an. Tam istediğin anda şarabın sana gelmesi.

Bu böyle bayağı bir zaman sürüp gitti. Küçük şeyler istiyordum, oluyordu. Giderek hayâllerim de büyüyordu ama. O sıra şansım tutmuştu ya, bırakır mıydım şimdi hayâl etmeyi. Önceleri hiç hayâl etmediğim şeyleri de istemeye başladım bu kez. Kurumsal hayatı bırakıp bir köşeye çekilmeyi değil merak etmeyin. Bunu düşlemek aslında bir hayâl de değil mesela, cesaret işi. O kadar istemiyorsan bu döngüde olmayı, bırak git. Ege’de bir sahil kasabasına mı yerleşirsin, Anadolu’nun bir köyüne mi, Karadeniz’de yaylada mı yaşarsın… Nerede istiyorsan işte, git orada yaşa. Bunun hayâli kurulmaz. Bunun kararı verilir.

Neyse, milletin derdinden bana ne?

Hayâl, fantezi… Bunların olup olmaması normalde bizi etkilemeli ama kapılmıştım bir kere. Normalde olmasa da, olmayacağına emin olsan da hayâl edersin ya, ben artık ne hayâl edersem olacağını düşünüyordum. Yukarıdakilerle bir anlaşma yapmış gibiydik. Bana ne istersem vereceklerdi. Size ne isteseniz verseler almaz mıydınız? Biraz dürüst olun lütfen.

Bir zaman sonra yukarıdakiler anlaşmamızı bozdu.

Önce istediklerimin olması vakit almaya, sonraları ise artık olmamaya başlamıştı. Mesela en son bir FIAT 500 istemiştim, şu üstü açılanlardan bir tane. Onu alıp işi gücü bırakacak, yavaş yavaş tüm ülkeyi dolaşacaktım. Bütün birikimimi harcayınca da yeniden kurumsal hayata dönecek, yeniden biriktirecek, sonra yeniden harcayacaktım. Olmadı. Bir FIAT 500 alamadım. Benim param yetmiyordu, yukarıdakiler vermiyordu. Şans oyunları, İddaa, kazı kazan, kumar, bir bisküvi markasının o çekilişi… Hepsini deniyordum ama yok. Normalde olması gerekiyordu, bu ödüller birilerine çıkıyordu.

Uzun süre plan yaptım. Bu FIAT 500 işini çözmeliydim. Yukarıdakiler vermiyorsa, ben almalıydım bunu. Benim hakkımdı bu. Bir gece Zincirlikuyu metrobüs durağında inip eve yürürken, yol kenarında bir otomobil galerisi gördüm ve önünde tam da istediğim renkte, üstü açık, gıcır gıcır bir FIAT 500 duruyordu. Yolun karşısına geçip, tam önünde durdum. Biraz daha yaklaştım. Sonra biraz daha. Biraz daha. Biraz daha… Ellerim arabanın bedeninde gezdi, kendimi içinde hayâl ettim. Hayâlimle yan yanaydım, birazdan yola çıkacak, hayâlimin başlangıcını yapacaktım.

Kapısını yokladım, kilitliydi. Etrafıma bakındım. Kaldırımın parkelerine baktım, eğilip elimle parkeleri yokladım. Sallanan biri mutlaka olur, her zaman, her yerde sallanan bir parke taşı vardır. Sonunda buldum, taşı kaldırdım, arabaya yaklaştım ve camına yapıştırdım. Birkaç vuruşun ardından cam patladı, kapıyı açtım. Galerinin alarmları çalmaya başladı. Koltuğunu kendime göre ayarladım, arkama yaslandım. Bir adam arabamın önünde durdu. Elimle çekilmesini işaret ettim. Direksiyonu önce sola, sonra sağa kırdım, yok. Vitesi peş peşe yükselttim, gazı kökledim, yok. Adam hâlâ önümde duruyordu. Elindeki sopayla kaputa vurdu.

“İn lan aşağı! Ne yapıyorsun sen?”

Elimle çekil işareti yaptım ama adam hâlâ konuşuyor. Neyse ki önümden çekildi. Bu kez kapıya yanaştı, elini içeri uzattı, omzundan tuttu, sallamaya başladı.

“İnsene manyak! Ne yapıyorsun deli deli?”

Elinden kurtulmaya çalıştım. Ben uğraştıkça daha sıkı kavrıyordu. Sonunda kapıyı açtı, beni tuttuğu gibi dışarı fırlattı, bir güzel dövdü. En sonunda taşşaklarıma bir tekme attı. Sonra polisler, karakol, ifade…

“Deli taklidi mı yapıyor yoksa harbiden deli mi?”

“Deli değilim ben! Sizsiniz deli!”

“Sen sus lan sökük!”

“Adam gibi küfür et bana, o ne biçim küfür ulan.”

Yüzüme bir yumruk indirdiler, o kadar. Sonrası…. yok.

Bir odada yatağın üstünde oturuyorum. Tavan bebek mavisi, duvarlar da öyle.

“Tanrım, tanrılar, yukarıdakiler!”

“Bağırma lan!”

“Tanrım?”

“Bir sus ulan, sus!”

“Tanrım neden böyle oldu?”

“La havle…”

“Neredeyim ben?”

“Ebenin amındasın! Bir uyu ya! Ne kadar çok bağırıyorsun sen öyle?”

“Tamam Tanrım, uyurum şimdi.”

“Tövbe estağfurullah…”
 
 
Hakan Özbek
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan