Sessizlik Öyküleri

3 | Burada Çirkin Bir Fincan Gördünüz mü?

17 Mart 2022

Öykü: Tüm Masallar Aynı mı? | Yazan: Hakan Özbek

 

İndeks

Kıyas Aracı Olarak Kitap ya da Sonsuz Mutluluk | Bölüm 1
Kitaplar Eskir mi? | Bölüm 2
Burada Çirkin Bir Fincan Gördünüz mü? | Bölüm 3
O, Burada mı? | Bölüm 4
Biraz Konuşalım mı? | Bölüm 5
Bilinen Başlangıçlar, Bilinen Sonlar | Bölüm 6
Kendi Yarattığı “Mükemmellik” | Bölüm 7

 
 
Tüm Masallar Aynı mı?

Kötülük ve iyilik, kaybeden ve kazanan. Neden neredeyse tüm masallarda iyiler hep soylu ya da sonunda iyiliğinin karşılığını soylulukla alıyor? Soylu olmak bir erdem mi?

Ayracı kitabın arasına yerleştirip okuma ışığını söndürdüm. Bir sigara yaktım. Sigaranın dumanı ağzımdan, burnumdan… bulabildiği tüm çıkışlardan odaya akıyor. Fincanımın içini yokluyorum, boş.

– Neden böyle bir fincanı olur ki insanın?

İçimden bir ses dışarıya doğru çığlığını savuyor.

“Bir şeyler yap artık!”

Hiçbir şey yapmak istemiyorum. Sigaramı dudaklarımın arasına sıkıştırıp fincanımı alıyorum ve mutfak tezgahının üstüne bırakıyorum. Ardından başlıyorum, koridorda bir aşağı bir yukarı volta atmaya. Sıkılıyorum, kitaplığımın raflarında gözlerimi gezdiriyorum.

– Neredeydi bu? Hah, burada…

Evet, buldum. Herman Melville’in Kâtip Bartleby’si. Sayfaları hızla çeviriyorum, köşesi kıvrılmış bir yaprakta duruyor gözlerim. Bir cümleye takılıyorum sonra:

“Ama hastalığı bedeninde değildi ki; acısı ruhundaydı ve o ruha erişemezdim.”

Kitabı yeniden ait olduğu rafa bırakıyorum. Sigaramdan son bir nefes çekip izmariti saksıdaki çiçeğin toprağına saplıyorum. İçim eziliyor o anda, sonra… Geçiyor.
 

*

 
Uyanmak her gün daha da zor geliyor. Bir çabam ya da her gün uymak zorunda olduğum bir saatim yok. Yine de belli bir saatten sonra uyumak zaman kaybı gibi geliyor. Mesela saat öğleni gördüğünde uyanmanın ne anlamı var! Üstümü giyinip tuvalet aynasının önünde bir süre yüzüme bakıyorum.

– Neden hâlâ genç biri gibi giyiniyorsun?

Yaşlandım mı ki? Sakallarım ve saçlarım yer yer beyazlamış, gözümün altındaki çizgiler iyice görünür olmuş ve bunlar yetmezmiş gibi alnımdaki gençlik yarası gün geçtikçe daha da belirginleşmiş. Saçlarımı elimle düzeltiyorum, sakallarımı tarıyorum, mutfağa bıraktığım fincana kahvemi doldurup evden çıkıyorum.

Nereye gideceğimi artık hepiniz biliyorsunuz. Saklamanın bir anlamı yok. Birkaç kitap almam gerekiyor yine ve onu görmek istiyorum. Onunla konuşmak, onunla farklı fikirlerde olmak, onunla kendimi onaylamak ya da kendi fikirlerimi onun yanında ateşe vermek istiyorum.

Kitabevine vardığımda kapısını açıyorum, kapı hemen üstünde duran küçük çana çarpıyor ve içime mutluluk veren o sesi çıkarıyor.

Çrınk!

Neyi alıp neyi almayacağım belli aslında ancak raflarda gezinmek hoşuma gidiyor. Okuduğum kitapların yeni baskılarını arıyorum bir yandan. Bir gözüm ise onu arıyor. Henüz görünmüyor ancak ‘Buralarda olmalı’ diye geçiriyorum içimden.

Raflarda ilerlerken önüme Umberto Eco kitapları çıkıyor. Can Yayınları’nın yeni tasarım kapağıyla yeniden yayımladığı Somon Balığıyla Yolculuk gözüme çarpıyor önce, ardından Foucault Sarkacı, Gülün Adı… sonunda ise Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi. Loana’yı raftan çıkarıyorum. ‘Yeni bir baskı’ diyorum kendi kendime. Bendeki baskısı 2006 tarihli, bu ise 2016. Yine Doğan Kitap’tan.

– Sence hangi baskısı daha iyi?

Onun sesi! Kitabı raftaki yerine bırakıyorum özenle.

– İkisi de kötü aslında. İyi içerik, kötü kapak.

– Haklısın.

Gülümsüyor. Üstünde beyaz bir tişört var, altında şu biraz bolca pantolonlardan. Saçlarını lalettayin toplamış ancak gözüme bu haliyle çok güzel görünüyor.

– Sen nereden çıktın böyle?

Şaşkınlığıma şaşırıyor önce, ardından sağ gözünü kısıp dudaklarının solundan küçümser bir edayla cevap veriyor.

– Beni aramıyor muydun yani?

Gözlerimi yere indiriyorum.

– Biraz. Yani öyle de diyebiliriz tabii.

– Fincanın nerede bu arada? Onu göremiyorum…

Hızla kitabevinin girişine koşuyorum.

– Pardon? Burada çirkin bir fincan gördünüz mü acaba?

– ….

– İçinde sade kahve vardı, yarısına kadar doluydu.

– Ah, evet. Arkadaşlarım az önce o bardağı çöpe attı.

– Neden?

– Kapının önüne bırakmışsınız çünkü. Ve tüm kahve kitapların üstüne döküldü.

– Peki bardağım nerede?

– Şuradaki çöpte sanırım.

Kapının hemen önünde duran, metal kovayı eliyle işaret etti. Çöpü fazla karıştırmam gerekmeden bardağı buldum. Üstü lekelenmiş, hıyarın birinin attığı muz kabuğu da içine girmişti. Fincanı elime alıp tekrar içeriye girdim.

– Buldunuz mu?

– Evet, buldum. Bir şey rica edebilir miyim sizden? Şu bardağı koyabileceğim bir poşet verir misiniz?

Görevli kadın gülümseyerek bardağı aldı. Birazdan bir kutuyla döndü.

– Şöyle küçük bir kutuya koydum. Böylece siz evinize gidene kadar kırılmamış olur.

– Çok teşekkür ederim.

Boynumu hafifçe eğerek selamlayarak yeniden Eco’nun kitaplarının olduğu rafların önüne gittim.

– Çöpe atmışlar.

– Eeee?!

– Buldum, buldum. Paniğe hiç gerek yok. Sağ olsun, şuradaki kadın bardağımı bir kutuya koydu.

– İçine sinecek mi onunla bir şeyler içmek?

– Yıkanacak sonuçta?

– Neyse, sen bilirsin.

Bardağı çantamın içine yerleştirdim.

– O kadının adı ne bu arada?

– Hangi kadın, girişteki mi?

– Evet, o.

– Bilmem. Neden sordun ki?

– İyi biri, o yüzden.

– Tanımıyorum.

İnsan aynı yerde çalıştığı birini nasıl tanımaz? Neyse, belki de yeni başlamıştır işe.

– Bugün ne yapıyoruz?

– Mesai sonrası kahvesine ne dersin?

– O zaman hadi gidelim.

– Ama mesain bitti mi senin?

– Bugün mesaim yok, gel hadi.

Yine kısa bir yürüyüş, ardından kahve siparişi. Çantam için bir sandalye daha istiyorum gelen çalışandan.

– Karşınızdakine koyabilirsiniz beyefendi?

– Anlamadım?

Eliyle karşımdaki sandalyeyi gösterdi. Anlamaz gözlerle bana bakıyordu. Bense gözlerimi çalışanın ablak suratından ayırıp onun gözlerine çevirdim. Tam o sırada, her zaman bizim masaya bakan arkadaş geldi de durumu halletti.

– Beyefendi nasıl istiyorsa öyle yapın çocuğum, sorgulamayın.

– Ama efendim…

– Uzatma lütfen, şuradan bir sandalye daha getir beyefendiye. Ayrıca bugünkü tatsızlık nedeniyle kahveleriniz de ikramımız olsun.

Önce itiraz edecek gibi oldum, ardından ise sadece teşekkür ettim ve gülümsedim. Bir an sonra ise karşımda onu göremedim. Yüzümdeki gülümseme yavaşça kendini yere bıraktı. Nereye gitmişti şimdi?

Telefonumu çıkarmak için elimi cebime attım. Cebimden birkaç bozuk para ve bir parça kağıda yazılmış bir not yere düştü. Düşenleri kaldırdıktan sonra telefon rehberinde gezindim, ardından telefonu masaya bıraktım.

– Aptal kafam! Neden telefonunu almadım ki?

Masaya kahveler geldi. Bir adam ve iki fincan kahve… Bu kağıtta nereden çıktı şimdi? Üçe katlanmış kağıdı özenle açtım. İçinde, ‘Gitmem gerekti, affet’ ve bir de Andre Breton’un Nadja’sından şu cümle yazıyordu:

“Her şey zayıflar, yok olur gider bir gün. Bir şey kalmalı bizden.”
 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 
Hakan Özbek
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

2 YORUMLAR

  • Yanıtla Şen Sevgi Erişen 17 Mart 2022 at 09:13

    “Ben” anlatımıyla güzel bir deneme olmuş.

    • Yanıtla Hakan Özbek 17 Mart 2022 at 21:34

      Şen Hanım, bu öyküde “ben” anlatımını aslında öykünün gidişatından dolayı tercih ettim. Final öyküsüne henüz var ancak o öyküde Tanrı anlatıcı üzerinden bir anlatım planlıyorum.
       
      Yorumunuz için teşekkür ederim. 🙏

    Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan