Röportaj

Sine Metu

30 Mayıs 2022

Röportaj: Sine Metu | Röportör: Özgür Ay

Merhaba;

Bu sefer seni, iki önemli müzisyenle ile tanıştıracağım. Bunlardan birisi benim üniversite yıllarından arkadaşım, sadece iyi bir blues müzisyeni değil, gerçekten iyi bir müzik araştırmacısı, iyi bir dinleyici olan sevgili Özgür Seyhan ve onun yol arkadaşı güzel sesli, iyi yorumcu Tracey Doherty.

Önce kendilerini kısaca tanıyalım, sonra beraber kurdukları Sine Metu isimli grubu konuşalım.


Özgür Ay: Özgür önce seninle başlamak istiyorum, üniversite yıllarından beri gitar çalıp söylediğini biliyorum, hatta o dönemler bir grubun vardı, İstanbul’da bir daha kimseden dinleyemediğim Bob Dylan’ın meşhur Hurricane isimli şarkısını çok iyi çalmıştınız, çok beğenmiştim. Müziğe ve gitara nasıl başladın? Seni en çok hangi müzisyenler etkiledi?

Özgür Seyhan

Özgür Seyhan: Evet, seninle Yıldız Teknik Üniversitesi’nde beraber okuduk. 91 girişliyim, 99’da bitirdim çevre mühendisliğini, sekizinci senenin sonunda heykelimi dikeceklerdi okula. Çünkü 90’larda genç olmak, Taksim’de olmak gerçekten keyifliydi. Aynı gece içinde Yavuz Çetin ve Kerim Çaplı’nın her gece Mojo’da harikalar yarattığı Blue Blues Band’i ya da hemen karşısındaki Hayal Kahvesi’nde Bulutsuzluk Özlemi’ni izleme şansınız vardı. Baktınız kesmedi, iki sokak ötedeki Gitar Cafe’de bence dünyanın en iyi rock vokalistlerinden birisi Ertan’a ve en mütevazı davulcusu Soner’e sahip Acil Servis’i dinleyip kudurabilirdiniz. İşin güzel tarafı çulsuz bir üniversite öğrencisi olarak cep harçlığımız dahi bu barlara gitmemize yetiyordu.

Beni ilk vuran grup Alphaville’di 12-13 yaşlarında, 84-85 gibi İlk satın aldığım kasettir Forever Young albümleri, hâlâ durur evde. Sonra her Türk genci gibi metalci olduk. Halloween, Iron Maiden, Scorpions

Ağaç Ev'de Sine Metu | Blues15 yaşındayken bir gün, bir arkadaşımın evinde, Lynyrd Skynyrd’ın ilk albümünü dinledim ve hayatım değişti. Cayır cayır üç gitar beni benden aldı. O günden sonra hep gitar ağırlıklı müzik dinledim. Hatta 11 Eylül’den bir sene sona pılıyı pırtıyı toplayıp Jacksonville, Florida’ya gittim; altı ay kaldım.

Yaşadığım ev Ronnie Van Zandt ve gitarist Steve Gaines’in anıt mezarına birkaç kilometre uzaktaydı. Steve Gaines’in mezarından yürüttüğüm pena da hâlâ cüzdanımda durur. Grubun adını aldığı lisedeki beden hocaları Leonard Skinner’ı bile orada buldum. Köklere indim yani.

Şahane gruptur Skynyrd. İdeolojileriyle çok işim yok ama çok severim onların müziğini. Onlar sayesinde de Outlaws, Allman Brothers gibi diğer şahane grupları öğrendik.

Lise biterken sevdiğim gruplar Queen ve Marillion’du. Bir ara Alan Parsons ve Jethro Tull’a taktım kafayı. O süreçte hayatımın iki yılını, Narmanlı Han’da, Deniz’in dükkanında geçirdim diyebilirim. Deniz’in engin koleksiyonuna gitti bütün harçlıklarım, her kuruşu helâl olsun. Sonra da Mark Knopfler’ın Chet Atkins ile kaydettiği Neck and Neck albümü ve Eric Clapton’ın şahane blues albümü From the Cradle ile blues’u keşfettim.

Blues

Blues müziğini geriye doğru keşfetmeye başladık. Üçü de Kral soyadını dibine kadar hak eden Albert King, B.B. King ve Freddie King’lerle, onların şahane reenkarnasyonu SRV ile, daha eskilerde Willie Dixon, Howling Wolf, Muddy Waters’larla, biraz daha geriye gidince Leadbelly, Robert Johnson, Skip James’lerle dolu engin bir derya blues.

Bir de elbette Bob Dylan. Hurricane ile açılan Desire albümü satın aldığım ilk CD idi. Muhtemelen hayatımda en çok dinlediğim CD de odur. Dylan o dönemde bir saplantıya dönüştü benim için. O yıllarda Internet olmadığı için tüm albümlerini edinmem birkaç yıl sürdü. Hakkında yazılmış tüm kitapları, yapılmış tüm röportajları edinmeye çalıştım. Hayatımın 7-8 yılı neredeyse sadece Dylan dinleyerek geçti diyebilirim. Dylan, bir yandan Neil Young, David Crosby, Springsteen, John Prine, John Hiatt, James Taylor, John Mellencamp, Jackson Browne gibi diğer modern şarkı yazarlarını keşfetmemi sağladı. Öte yandan da Woody Guthrie, Hank Williams, Leadbelly, Mississippi John Hurt gibi eski tüfekleri tanımama yardımcı oldu. Hiç görmediğim dayım gibidir Dylan, dayımdan çok şey öğretmiştir bana.

İstanblues

Üniversite ikideyken dört arkadaş İstanblues’u kurduk. Ben vokal ve ritim gitardaydım. Aslında hiç sevmedim şarkı söylemeyi, rezalettir sesim. Ama şarkı söyleyecek adam bulamadık. Benim gözüm ritim gitardadır. Guns’n Roses‘da Slash’i değil, Izzy’i dinlerdim; AC DC’de de Angus yerine Malcolm’u. Hep ikinci gitarla ilgilendim. Tünel’deki stüdyolarda prova falan derken ilk konserimizi Yıldız Teknik Üniversitesi’nde Objektif’in alt grubu olarak verdik, ardından da Çiçek Pasajı, Balık Pazarı’ndaki Caravan’da çalmaya başladık.

17-18 şarkıyla başladık. İlk başlarda heyecandan çok hızlı çaldığımız için şarkılar ilk bir saatte bitiyordu, ara verip aynı şarkıları bir daha çalıyorduk ikinci sette. Metalci barıydı Caravan. Bizim setlistin neredeyse yarısını ise Dylan ve Skynyrd oluşturuyordu. Sanırım altı ay kadar çaldık Caravan’da çarşambaları. Bir ara Alt Kemancı’da cumaları Tibet Ağırtan’ın alt grubu olarak çaldık bir süre. Şahane Purple Rain çalarlardı. Birkaç hafta sonra rahmetli Zeki Abi programdan sonra bizi yanına çağırdı ve şunları söyledi:

“Ulan şerefsizler. Beleş buldunuz diye dört kişi üç saatte bir fıçı bira içmişsiniz. 100 bardak bira eder. Kovuldunuz!”

Bir süre sonra da gerçek mekanımızı bulduk. Türkiye’de bugüne dek yayınlanmış en güzel müzik fanzinlerinden birisi olan Rock Dünyası’nı çıkartan Tahsin Ünlü, eline geçen parayla Sıraselviler’de pavyondan bozma bir bodrum katında Blues Bar’ı açtı. İstanblues olarak 4 yıl boyunca her cuma orada çaldık. Cumartesileri de Blue Saint çalıyordu. Hayatımım en güzel günleri orada geçti sanırım. Sonra gitaristimiz Koray ayrıldı, bir süre İran’dan gelen blues hacısı Dara Ganjavi ile devam ettik. Dünya güzeli bir insandır, ondan da çok blues’cu öğrendim. Sonrası iş güç, evlilik, çoluk çocuk. 15 yıl gitarı kılıfından çıkarmadım.

Özgür Seyhan ve Tracey Doherty, Ağaç Ev'de

Bitişler ve Yeni Başlangıçlar

Özgür Ay: Üniversiteden sonra müziğe ara verdiğini ama birkaç sene önce radikal bir kararla tekrar müziğe geri döndüğünü biliyorum, bu kararını öncesini ve sonrasını bize anlatır mısın?

Özgür Seyhan: Yaklaşık 20 yıl hizmet sektöründe çalıştım, dergi yayıncılığı yaptım. Bir gün zengin olabileceğim umuduyla ihtiras sahibi takım elbiseli ağababalarının asık suratlı sektör dergilerinde, önce yazı işleri müdürlüğü yaptım, sonra da kendi yayıncılık şirketimi kurdum. 7-8 yıl işler yolunda gitti. Ama insanlara maaşını, devlete vergisini tam ödediğinde para kazanmak her babayiğidin harcı değil. Yaklaşık altı yıl önce de tam anlamıyla dibe vurdum. Oğlum 8 yaşındaydı, önce evliliğim sona erdi, birkaç ay sonra babamı kaybettim, hemen ardından da ortağımın beni dolandırdığını öğrendim. Hiçbir planım olmadan şirketi devrettim, ceketimi aldım çıktım.

45 yaşında, bir yıl boyunca oğlumla annemin evinde yaşadım. Hayatımda masum tuttuğum iki şey vardı: Müzik ve İngilizce. Onlara sarıldım. Şansım da yaver gitti. Bugün itibariyle online İngilizce öğretmenliği ve müzik yaparak geçimimi sağlayabiliyorum. Kurumsal hayatın hem çalışan hem de işveren tarafında 20 yıl tırmalayan birisi olarak, 45 yaşında bu radikal kararları alabilmiş olmaktan dolayı ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Bir cinnet her şeyi çözebiliyor bazen.

Özgür Ay: Tracey ile ne zaman tanıştınız? Yol arkadaşlığı nasıl başladı?

Özgür Seyhan: Yaklaşık beş yıl önce, boşandıktan birkaç ay sonra tanıştım Tracey ile. Dört yıldır da beraberiz. Bir beraberliğin kalitesini belirleyen en önemli unsur sanırım ortak zevkler. Müzik, edebiyat, sinema ve tarihe meraklıyız ikimiz de. Tracey ayaklı bir jukebox. Hayatı müzik dinlemekle geçmiş. Sözlerini bilmediği, duyar duymaz eşlik etmediği çok az pop-rock-blues-country şarkıya rastladım.

Rakıya müziğin eşlik ettiği bir akşam muhabbet esnasında ona şunu sordum:

“İçinde ukde kalan şey nedir, ne yapmak isterdin?”

“Şarkı söylemek” diye cevapladı sorumu.

“Benim de gitar çalmak!” deyince dedik ki “Olur mu?”

Repertuar

Kolları sıvadık, bir iki ay içerisinde güzel bir repertuar yaptık, önce Taksim’deki James Joyce’ta çaldık birkaç ay, sonra bayağı asıldık müzik işine. Pandeminin hemen öncesinde başta Ağaç Ev olmak üzere farklı mekanlarda ayda toplam 10-15 program yapar hâle gelmiştik. Ama tabii pandemi süreci üstümüzden dozer gibi geçti. Tüm planlar alt üst oldu. Para kazanmak için bu süreçte doğal olarak rotayı İngilizce öğretmenliğine çevirmek durumunda kaldık ikimiz de. Ama bizim kadar şanslı olmayan çok müzisyen arkadaşımız var. Evine para götürmek için bu süreçte motor kuryelik yapan müzisyenler tanıyorum. Tüm karantina tedbirlerinden vazgeçildiği bu günlerde de hâlâ gece 12’deki müzik yasağının sürdürülmesinin akılla izah edilebilecek bir tarafı olmadığını düşünüyorum.

Özgür Ay: Müziğe geri dönmek seni mutlu etti mi? Sen çalışma hayatını da, müzisyen hayatını da iyi bilen nadir insanlardansın, bu konuda ne diyebilirsin? Hangi nedenler müzik yapma kararını etkiledi?

Özgür Seyhan: Özgür, fatura kesmemek, çek kesmemek, ayın birinde 23 çalışanın maaşını SGK’sını düşünmemek, sadece kendinden ve sevdiklerinden sorumlu olmak ne kadar güzel bir şey, sana anlatamam. Kurumsal hayat; ivmesi giderek artan bir tren gibi. Hiç durmayan, tersine hızı giderek artan bir tren, giderek büyüyen bir canavar. O canavarı beslemek için trende ne kadar çok vakit geçirirsen, kaybetmekten korktuğun şeylerin sayısı da o kadar artıyor ve trenden atlamaya asla cesaret edemiyorsun. Aslında canavarı besliyorsun. Ama günün sonunda o trenin vardığı yer bir mezbaha. Son durağa varmadan benim atlamam gerekiyordu. Sistem kendi dişlileri arasında yaşamlarımızı kirleterek öğütüyor. Müzik ise adamın ruhunun kirini ve pasını temizliyor.

Özgür Ay: Senin iyi bir araştırmacı müzisyen olduğunu ben de iyi biliyorum, birçok sahne performansı yapan müzisyenin teknik olarak iyi olsa da çok da iyi dinleyici olmadıkları da oluyor. Bir müzisyen olarak iyi bir dinleyici olmanın faydalarını anlatabilir misin?

Özgür Seyhan: İnanılmaz iyi müzisyenler var piyasada. Ağaç Ev’de haftanın yedi günü birbirinden yetenekli müzisyenleri izleyebilirsiniz. Old Town Blues’dan Oğuzhan, Uncle James & Nephew Burak & Marabalar, Blues Derneği’nin Başkanı sevgili Göksenin, Ozan ve Sunburst. Hepsi harika müzisyenler ve Ağaç Ev’de onlarla sahne almaktan gerçekten onur duyuyorum.

35 Yıllık İyi Bir Dinleyici

Ben kendimi bir müzisyen olarak görmüyorum. Nota bile okuyamıyorum daha. Hiç gitar dersi almadım. Kendi kendime deneye yanıla öğrendim çalmayı. Bildiğim birkaç akor, o kadar. Dolayısıyla müzisyenlik konusunda ahkâm kesebilecek bir adam değilim. Ama 35 yıldır sebatla müzik dinliyorum. Dolayısıyla çalacağımız şarkıları da ya tanınmış müzisyenlerin tanınmamış şarkılarından ya da tanınmamış müzisyenlerin tanınmış şarkılarından seçmeye çalışıyoruz. Aynı setlistle uzun süre devam etmemeye, repertuarı taze tutmaya, durmadan yenilemeye çalışıyoruz. 150 şarkıya yaklaşan bir repertuar oluştu.

Tabii iki kişi olmamızın faydasını görüyoruz burada. Evde koltuğa oturup prova yapabiliyoruz Tracey ile. Beş kişilik bir grupla repertuar yenilemek için stüdyoya bir servet ödemen lazım. O yüzden de gruplar prime-time’da doğal olarak garanti, “crowd pleaser”, bilindik şarkıları çalmayı tercih ediyor. Bu da birçok grubun sahnede aynı kısır repertuardan, Johnny B. Goode’lardan, Sweet Home Chicago’lardan, Sweet Home Alabama’lardan, Mustang Sally’lerden beslenmesine sebebiyet veriyor. Hakkını veriyorlar, orası ayrı.

Özgür Ay: Blues–Rock müziğinin ülkemizde azımsanmayacak bir dinleyici kitlesi var ama yine de ülkemiz için marjinal bir müzik türü, popüler blues-rock şarkıları yine de çalınıyor olsa da sizin repertuarınız çok daha farklı, repertuarınızda daha derinde, daha temelde olan blues müzisyenlerinin eserleri de var. Bu eserleri çaldığınızda dinleyici tepkisini nasıl görüyorsunuz?

Özgür Seyhan ve Tracey Doherty, Ağaç Ev'de

Türkiye’de Blues

Özgür Seyhan: Blues, Türkiye’de şahlanışını Yavuz Çetin ile yaşadı. Aynı döneme denk gelen Efes Pilsen Blues Festivali de Türkiye’deki blues severleri bir araya getirdi. Açık Hava ve İnönü’de her yıl inanılmaz müzisyenler seyrettik. Shaft, Blues Bar ve Mojo gbi önemli barlarda da neredeyse sadece blues yapıldı uzun yıllar.

Yavuz’un vefatıyla bu dönem kapandı. İki albüm bıraktı geriye miras. O iki albümle büyüyen bir nesil var şimdi. Hepsi her hafta Ağaç Ev’de (Tabii eskiden Yavuz’un da sahne aldığı Shaft’tı burası) en az bir Yavuz Çetin parçasıyla onun ruhuna selam çakıyorlar.

Ben, genç arkadaşlardan çok umutluyum. Yavuz’un hamuruna sahip müzisyenler var piyasada bugün itibariyle. Bize gelince blues-country ve Amaricana geleneğinden gelen parçaları icra etmeye çalışıyoruz. Tracey’nin sesi Bonnie Raitt, Susan Tedeschi, Melissa Ethridge, Tina Turner gibi kadın şarkıcıların tonlarına çok uygun. Dediğim gibi ya az bilinen parçaları ya da bilinen parçaları farklı bir yorumla çalmaya gayret ediyoruz. Bazı akşam sadece barmenlere, bazı akşamlarda da dolu salonlara çalıyoruz. Bir dinleyici kitlemiz henüz oluşmadı. Sanırım yaşımız itibariyle de 35 yaş üstü, 80’leri 90’ları yaşamış dinleyiciler performanslarımızdan daha çok keyif alıyor. Zira bu dönemden de çok şarkı var repertuvarda.

Özgür Ay: Sanırım en doğru cevaplardan birini siz verirsiniz, sizce blues müziği kısaca nasıl tanımlanır? Ek olarak Anadolu’nun yerel müziği ile armoni ya da anlatımda kesişen ya da tamamen farklı olan noktaları var mı, varsa bunlar nedir?

Özgür Seyhan: Estağfurullah. Ben blues ve country dinlerken o müziğin içinde sazı çok net hayâl edebiliyorum. Ritim seksiyonunda oyun havası, Ankara havasını duyabiliyorum. Bir rock and roll ya da upbeat bir blues şarkısı dinlerken rahatlıkla göbek atabilirsiniz mesela. Denemesi bedava!

Tracey Doherty

Özgür Ay: Tracey sen müziğe nasıl başladın, bu güzel nitelikli blues yorumunda kimlerin etkisi var?

Tracey Doherty: Müzik dinlemeye ne zaman başladığımı hatırlamıyorum. Müzik hep oradaydı. Tüm çocukluğum boyunca şarkı söyledim, uzun araba yolculuklarında ailemin kafasını şişirdim. Babam İrlanda folk müziği ve country dinlerdi. Annem ise Blly Joel, The Beatles gibi daha popüler şeyler dinlerdi. Müzikallerle de beni tanıştıran annemdir. Çocukluğuma dair aklımda kalan en belirgin anı anneannemin evindeki radyoda 40 ve 50’li yılların swing gruplarını dinleyişimdir. Dolayısıyla her şeyi dinleyerek büyüdüm. Geleneksel İrlanda halk müziği, eski okul country, blues, jazz, swing, müzikaller, rock, pop. Hepsini de çok severek dinledim. Her müzik türünün kendine özgü bir güzelliği vardı ve bu şarkılara çocukluğumdan bu yana bir şekilde eşlik etmek beni hep mutlu etti.

Bonnie Raitt’in 70’lerdeki saf kan blues albümleri ile başladım blues dinlemeye daha sonra Sippie Wallace adlı eski bir blues şarkıcısıyla düet yaptığı, bizim de çaldığımız Women Be Wise adlı şarkısını keşfettim ve duyduğum şey nefesimi kesti.

Önce kadın bluescular Sister Rosetta Thorpe, Mavis Staples, Aretha Franklin, Etta James gibi, oradan da Blues müziğinin tavşan deliğinde gönüllü bir şekilde düştüm. Chicago Blues’u, Delta Blues’u, Texas Blues’u. Özellikle Texas Blues soundunu çok seviyorum. Stevie Ray Vaughan, Freddie King, Delbert McClinton gibi. Bir de Willie Nelson, Dolly Parton, John Prine, John Hiatt, Joe Ely, Lyle Lovett gibi singer/songwriter’lardan etkilendiğimi söyleyebilirim.

Özgür Ay: Sen bildiğim kadarıyla Amerikan vatandaşısın, Amerika’da müzik çalışmaları yaptın mı? Bunlar nelerdir?

Tracey Doherty: Profesyonel olarak hiç çalmadım. Birkaç yıl boyunca çok yakın arkadaşım Frank ile boş vakitlerimizde bişeyler kaydettik. Belki yüzlerce parça çaldık ve kaydettik ama canlı olarak hiç çalmadık. Frank br ses mühendisiydi. Dolayısıyla farklı aranjmanların denendiğini stüdyo session’ları olarak düşünebilirsiniz o çalışmaları.

Özgür Ay: Ülkemizde blues müziğinin dinlenme oranı seni şaşırttı mı yoksa hayâl kırıklığına mı uğrattı?

Tracey Doherty: Buraya gelmeden önce buradaki müzik ortamı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Müziğin sınırları ve kültürleri aşan birleştirici gücünü Türkiye’de deneyimlemek benim için gerçekten harika bir deneyim. Her türden müzik dinleyen insanların olması harika bir şey. Ama blues’u ayrı bir kategoride değerlendirmek lazım. İstanbul’un bence Kadıköy’de yaşayan bir Blues kültürü var. İnanılmaz yetenekli ve mütevazı müzisyenlerle tanıştık.

Sine Metu

Özgür Ay: İkinize de sormak isterim, grubunuzun ismi “Sine Metu” grubunu ne zaman kurdunuz, Sine-Metu ne anlama geliyor, kısacası biraz grubunuzdan bahseder misiniz?

Özgür Seyhan: Evet herkese garip geliyor bu isim. “Sinem’le Metin” diyenler bile oldu. Latince bir terim bu. Tracey’nin babası İrlandalı, haliyle kendisi viskiye düşkün. Sahnede de hep Jameson içer mesela. Jameson şişelerinin üzerinde Sine Metu diye yazar. “Without Fear” yani “Korkusuz” anlamına geliyor. Biz de 45 yaşında Deli Dumrul gibi müzik işine korkusuzca girince kendimize yakıştırdık bu ismi.

Özgür Seyhan ve Tracey DohertyGençliğimde dinlediğim ve çalmayı hayâl ettiğim tüm şarkıları ezbere bilen bir partnerim olduğu için çok şanslıyım. Şarkı seçimlerinde belirleyici olan tek şey bizim o şarkıya bayılmamız. Ama repertuarımızı oluşturan parçaların dört ana kategoride öbeklendiğini söyleyebiliriz. Blues, country/southern, 80’lerin popüler parçaları ve Springsteen, John Hiatt, John Prine, John Mellencamp gibi müzisyenlerin başını çektiği Americana.

Özgür Ay: Müzik ile ilgili beraber ya da ayrı olarak yeni bir projeniz var mı?

Özgür Seyhan: Proje çok ama vakit yok. Hepimiz aynı anda emeğimizi çok ucuza satarak çalışmak, çocuklarımızı okula göndermek, maddi sıkıntılarla boğuşmak, bir yandan da huzurlu bir ev ortamı yaratmak zorundayız. Bu, vakit alan bir şey. Ama Tracey ile aynı evde olmamız büyük bir avantaj. İkimiz de İngilizce öğretmeniyiz ve bu sezonluk bir iş. Yazın işlerimiz ciddi oranda düşüyor.

Bu yaz, bu boşluğu verimli değerlendirmek istiyoruz. John Hiatt coverlarından oluşan bir albüm yayınlamak Tracey ile ortak hayalimiz. Bunun dışında beraber yazdığımız 4-5 şarkı var, bunları kaydetmeyi planlıyoruz. Benim Türkçe yazdığım Dylan ve John Prine esintili birkaç akustik parçam var, onları da diğer müzisyen arkadaşlardan destek de alarak kaydedebilmeyi çok isterim bu süreçte. Ayrıca bu dönemde Instagram ve YouTube sayfalarımızın içeriklerini de hızla artırmak hedefindeyiz. Hayırlısı…

Tracey ise dönem dönem bazı şarkı yazarlarının parçalarını stüdyoda seslendiriyor. Bu çerçevede müzisyen Tom Seibert ile güzel bir işbirliği var. Şu ana kadar yayınlanan birkaç parçaları var.

Tracey Doherty: Daha bir country/bluegrass/blues karışımı bir sounda meylediyoruz. Banjo, keman, mandolin gibi enstrümanları çalan yetenekli müzisyen arkadaşlarla bir araya daha sık gelerek bu sound’u geliştirmek arzusundayız.

Özgür Ay:Şu an düzenli performans yaptığınız yerler var mı? Varsa belirtebilir misiniz?

Tracey Doherty: Şu an düzenli olarak çaldığımız iki mekan var. Her cuma saat 19.30 – 21.30 arasında Maslak Oto Sanayisi’nde harika bir et restoranı olan Marcus’ta daha bir yemek müziği ağırlıklı çalıyoruz. Ayda bir kez de cumartesi günleri 17.00 – 19.30 arasında Kadıköy Ağaç Ev’de dostlarımızla kurtlarımızı döküyoruz. Çaldığımız müziğe ilgi duyan arkadaşların sosyal medya hesaplarımızdan bizleri takip etmeleri çok mutlu eder.
 
 
Instagram: @sinemetuacoustic
YouTube: Sine Metu Acoustic
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan