Yazılı Metin

Kiralık Sandal

7 Şubat 2023

Öykü: Kiralık Sandal | Yazan: Metin Çoban

“Sadun Boro,1 dün gece vefat etmiş.”

Facebook sayfamdaki haberlerde gördüm. Çocuklukları ve gençlikleri benim gibi Pendik’te geçmiş ve hâlâ terledikleri zaman, bedenlerinde insan tuzu kadar deniz tuzu izi çıkan arkadaşlarım Cem ve Cenk ölümü ile ilgili haber linkini paylaşmış. Ölüm sebebi mesane kanseriymiş. Allah rahmet eylesin.

Denizciler ne derdi şimdi?
“Vira demir,2 kaptan!”

Sadun Boro ile tanışmama, küçük teyzem Ülkü sebep olmuştu. Teyzem Ülkü, bir kuaför salonunda manikür yapardı. Benim bilgili ve kültürlü olmamı ister; bana tanıştığı insanlar ve onların yaşamları hakkında birçok şey anlatırdı.

O zamanlar evlerde televizyon yaygın olmadığı için ve yaşadığımız yer İstanbul merkezine uzak olduğundan sosyal hayat ve kültürel bilgimiz zayıf kalıyordu. Öyle her aradığımız kitabı veya dergiyi hemen bulamıyorduk. Aslında ailemde ve geniş açıdan bakarsak, sülalemde öyle okumuş, kültürlü insanlar yoktu.

Anne tarafım 1936 mübadelesinde Romanya Köstence’den Türkiye’ye gelmişler. Köstence’den İstanbul’a gemiyle gelen anneannem ve dedem önce Yozgat Boğazlıyan’a oradan da İstanbul Pendik’e yerleşmişler.

Annem ve kardeşleri Boğazlıyan’da doğmuşlar ve sadece ilkokuldan mezun olabilmişler. Babam ise Giresun’da ortaokulda okurken ekonomik durumlarının bozulması nedeniyle 16 yaşında İstanbul’a kaçmış ve okumayı yarım bırakıp fabrika işçisi olmuş. Annemle evlendiklerinde daha 20 yaşındaymış ve henüz askere bile gitmemişmiş. Ben zaten babam askerdeyken dünyaya gelmişim.
 

Anna Mary ve Sadun Boro

 
Teyzemin hem müşterisi hem de aralarında olmaktan mutluluk duyduğu, Alman vatandaşı Anna Mary’yi hafta sonu ziyarete gidecektik.

Anna Mary, eşi Turan Güler ile Temenye Koyu girişinde büyük bir bahçesi olan bir villada oturuyordu. Sanayici olan eşinin yem fabrikası vardı. En büyük dedikodu ise Turan Güler’in bölgede başıboş gezen kedi ve köpekleri, tavukları, eşek ve atları toplattığı, bunları mezbaha gibi bir yerde kestirip, öğüttürüp köpek maması yaptırdığıydı. Bu dedikodu, evlerinin mezbaha yakınında olmasından kaynaklanıyordu. Oysa o mezbaha tam olarak çalışmıyordu bile. Yerine Balkanların en büyük, Avrupa’nın üçüncü büyük tersanesinin yapımı sürüyordu. Bu tersane yapımı nedeniyle Temenye Koyu’na ve Pavli Adası’na geçişler kısıtlı hâle gelmişti. Eğer teknen varsa buralara girmek kolaydı ama karadan geçiş sınırlı idi.

Anna Mary, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya‘da bulunmuş ve Nazi zulmüne tanık olmuş bir kadındı. Az Türkçe bilmesine rağmen yine de derdini herkes anlardı. Savaş yıllarından konu açılınca mavi gözleri üzerlerine bir bulut gelmişçesine grileşirdi.

Teyzemle arası oldukça iyiydi. Her 15 günde bir evine davet eder, hem manikür pedikür yaptırır hem de hafta sonunu teyzemle sohbet ederek geçirirdi. Kendi oğlu Almanya’da yaşadığı için, teyzemi kendi çocuğunun yerine koyar, öyle severdi.

Benim onların evine ilk gidişim işte bu pazar günlerinden biriydi.

Evin bahçe kapısı çok büyük demirden bir kapıydı. İlk defa diafon ile konuşmaya tanık olmuştum. Teyzem zile bastıktan sonra bir ses “Kim o?” diye sormuş, teyzem tekrar kırmızı bir tuşa basarak “Ülkü” diye yanıtlamıştı.

Kapı açılınca cennet gibi gözüken kocaman bir bahçe çıktı karşıma. En azından bana anlatılan cennet gibi diye düşündüm. Her tarafta güller vardı; beyaz, sarı, kırmızı ve çeşit çeşit meyve ağaçları sıralanmıştı bahçesinin dört bir köşesine. Ev üç katlıydı ve kocaman pencereleri vardı. Sanki hiç duvar yoktu. Camdan bir saray gibi.

Evin önündeki şemsiyelerin altında birkaç kişi oturuyor, kahkahaları uzaktan duyuluyordu. Dört kadın ve dört erkekten oluşan bu gruptaki insanların yaşları annem ve babamdan daha büyük duruyordu. Anna Mary ayağa kalkarak bize doğru geldi. Teyzeme sarıldı, öpüştüler. Sonra tokalaşmak için elini bana uzattı. Elinin üzeri, kolunun tamamı, göğsü ve yüzünün tamamı çillerle kaplıydı, çillerin rengi kırmızımsı ve çok büyüktü. Bahar ve yaz aylarında, benim de yüzümde, daha çok burun ve yanaklarımda çiller çıkardı ama öyle uzaktan hemen belli olmaz, dikkatli bakarsan ve yakına gelirsen fark edebilirdin.

Anna; “Merhaba sarı oğlan, sen de Alman mısın yoksa? Ne kadar sarısın? Hoş geldin” dedi.

Ben gülümseyerek, “Yok Alman değilim ama annemler Avrupalı, Balkanlardan gelmişler” dedim.

Anna, bana sımsıkı sarıldı sonra elimden tutarak diğer insanların yanına götürdü. Önce Turan Güler ile tanıştırdı, sonra başka bir Alman kadın ve Murat Güler ile tanıştırdı, akrabaları olduğunu söyledi.

Murat Güler, Turan Güler’in kardeşiymiş. 1954 yılında Manş Denizi’ni yüzerek geçmiş ve o sene yılın sporcusu olmuş. En son ise Sadun Boro ve eşi Oda Boro ile tanıştırdı. Aklımdan komik şeyler geçti, ilk defa Oda isimli biri ile tanışmıştım. ‘Babası başka isim bulamamış mı?’ diye düşündüm. Sonradan öğrendim ki Oda da aslında Almanmış.

Sadun Boro, beni bacaklarının arasına alarak kaç yaşında olduğumu, yüzmeyi bilip bilmediğimi, denizi sevip sevmediğimi sordu.

Aslında yüzmeyi biliyordum, denizi de çok seviyordum. Ama Sadun Boro’nun tecrübeli biri olduğunu düşünerek biraz temkinli davrandım; “Ben doğarken çok kilolu doğmuşum ve doğum evde olduğu için sağ kolum kırılmış ve uzun süre farkına varılamamış. Varıldıktan sonra tam tedavi yapılmamış, bu yüzden sağ kolumu tam kullanamıyorum. Bu da rahat yüzmemi engelliyor” dedim.

Sadun Boro teyzeme döndü; Pendik’te yat kulübü olduğunu, orada optimist3 eğitimi verildiğini ve mutlaka kursa yazılmamı istedi kendisinden. Yelken kullanmamın tüm vücudu çalıştırdığını ve benim gelişimime ve koluma iyi geleceğini de ekledi.

Bütün gün bahçede yemekler yenildi, içkiler içildi, konuşmalar ve kahkahalar ile akşam oldu. Ayrılmak üzere ayağa kalktık, herkes gülerek sarıldı bana, tekrar gelmemi istediler. En son ayrılırken, Sadun Boro teyzeme; “Ben yarın Yat Kulüp’te olacağım. Muammer ve Kemal var, onlarla birlikteyim, sen de gel, bizim sarı kafayı yazdıralım kursa” dedi.

Ertesi gün teyzem beni ve kardeşimi yanına alarak öğleden sonra Yat Kulüb’e götürdü ve optimist kursuna kayıtlarımızı yaptırdı.

İki yıl boyunca, optimist kursunda yelken ve seyirler hakkında hem teorik hem pratik bilgi sahibi oldum. Kulübün imkanları sınırlıydı. Teknelerimiz fiber değil, tahta gövdeden yapılmıştı, yelkenlerimiz ise branda bezindendi. Oysa diğer kulüplere yarışlara gittiğimiz zaman onların teknelerinin fiber olduklarını ve yelken bezlerinin de yurtdışından ithal su tutmaz yelkenler olduğunu görünce hem kıskanıyor hem de umutsuzluğa kapılıyorduk. Zaten katıldığımız yarışmalarda dereceye pek giremiyorduk. Vücudum hızla gelişiyordu; hem uzuyor hem genişliyordum, artık optimist beni taşımaz olmuştu. Üstelik artık liseye de başlamak üzereydim. Yelken macerama ara verdim. Bir gün geri dönüp tekrar yapmak ve Sadun Boro gibi dünyayı dolaşmak istiyordum.

Ne güzel günlerdi o zamanlar; hava temiz, deniz temiz, insanlar daha dürüst.
 
 

* * *

 
 
Bugün hava bir nebze kapalı, sahile inip biraz yürüyüş yapmak istiyorum. Kartal sahilinden, Maltepe’ye kadar yürür, orada bir kafede otururum. Bu aralar kimseyle görüşemiyorum, emekli olunca herkes çekildi bir yerlere, kimileri memleketlerine yerleşti, kimileri her yaz gittikleri yazlıklarında artık devamlı oturuyorlar. Herkesin bir de torun derdi çıktı. Allah’tan benim kız daha 22 yaşında ve evlenmeyi falan da düşünmüyor henüz. Üniversiteyi yeni bitirdi, önce bir dünyayı gezsin görsün, hayatı anlasın, daha sonra nasılsa evlilik de olur, çocuk da yapar.

12 yıl oldu boşanalı. Benim güzel kızım, en iyi o bilir evliliklerin bitişi ile ailenin dağılışını, sorunların asla bitmeyeceğini. Dağılmış ailelerinin acıklı senaryolarını en iyi o bilir. Onun gibi çocuklar bilir. 10 yıl aynı evde annesi ile birlikte yaşadık, ardından 8 yıl benimle birlikte oturdu, Amerika’da okulu bittiğindeyse annesiyle yaşamayı tercih etti; 4 yıldır annesi ile kalıyor. 22 yıllık hayatı sayılara ve sevgilere bölünmüş. Her sayı diliminde duygusal ve yaşamsal iniş çıkışlar. Oldukça sakin geçti gibi geldi bize ama mutlaka kendi içinde bir sürü yıkım yaşamıştır, yaşamaya devam da ediyordur. Asla çocukların yaşamaması gereken bir durum ama çocuklara, onları dünyaya getirdiğimiz günden itibaren her türlü kötülüğü yaşatıyoruz. Onlar hep bebek olarak, genç olarak yaşamak istiyorlar, yani zamanlarını yaşamak için çabalıyorlar ama biz hep onları gelecek için hazırlıyoruz.

Apartmanın asansörü yine bozuk, yine yürüyeceğiz. Aslında doktor, merdiven inerken asansörü kullanmamamı istiyor, ciğerlerimin kuvvetlenmesine iyi gelebilirmiş. Bu yaşta emekli olmazdım da bu ciğerler mahvetti beni. 25 yıl aynı fabrikanın baş mühendisliğini yaptım. Gerçi son sekiz sene imalathaneye sadece kontrol amaçlı indim ama işe ilk başladığım zamanlarda döküm potaları elimde, kendim döküyordum kalıplara alüminyumu demiri, bakırı. Öyle maske falan da takmazdık, baret denen şeyi 10 yıl önce ilk kez gördüm. Ciğerlerime işlemiş o metallerin dumanı, kullandığımız kimyasal maddeler.
 
 

* * *

 
 
Bu Kartal yıllardır hiç değişmedi, değişmeyecek gibi de görünüyor. Eskiden Yalova Arabalı Vapuru buradan kalkardı, Eskihisar olmadığından herkes buradan geçmek zorundaydı. İnsanlar uzun kuyruklarda saatlerce bekler, mecburen alışveriş yaparak vakit geçirirlerdi. Bu da Kartal’ın esnafı ve gelişmesi için önemli bir etkendi. Şimdi o vapur iskelesinin yerinde Kartal Meydanı var; deniz dolduruldu ve meydan yapıldı. Deniz otobüsü seferleri için iskele var ama gelen yolcu hemen vapuruna biniyor, alışveriş artık sadece iskele çevresinde. Balıkçı Pazarı’nı da iskelenin yanına kurdular, aslında yeri çok doğru, hem Kartal’da yaşayanlar için iyi hem Pendik’te oturanlar için, eve giderken alışverişini yapıp evine öyle geçebiliyorsun.

Avlanma yasağı var şimdi. Tezgahlarda balık yok. Birkaç hafta sonra Ramazan ayı başlayacak. Nedense insanlar Ramazan ayı boyunca pek balık yemiyorlar. Balıkçılar da şikayetçi bu durumdan, oysaki balık sadece rakı olunca güzel değil, yemek olarak da en güzel, en sağlıklı besin.

Sıcaktan balıklar telef olmasın diye tezgâhın üzerine plastik balıklar diziyorlar. Satıcılardan bazıları gerçekten muzip insanlar, ellerinde maşrapa ile maket balıkların üzerine su serpiyorlar. Bu onların pazarlama stratejileri olmalı.

Akşam dönüşte buradan tekrar geçeyim, bu akşamın yemeği plastik olmayan balık olacak anlaşılan. Buzdolabında yarım litre rakı da vardı.

Okullar kapanacak bir hafta sonra, sahil ne kadar kalabalık. Çocuklar Büyükada’ya giden motorlara binebilmek için uzun kuyruklar oluşturmuş, kimisinin yüzmek amacıyla mayosunu üzerinde, belden üstü çıplak. Biz gençken bu kıyıların her yerinden denize rahatlıkla girebilirdik, aklımıza deniz kirliliği hiç gelmezdi.

Şimdi “insanı öldürmeyecek kadar temiz” diyorlar ama kim devletin bu açıklamalarına inanır ki? Kartal Belediyesi çok ilginç bir uygulama yaptı; madem insanlar Kartal’dan denize giremiyorlar, Kartal’ın kıyı sahilini temizlemek de belediyenin gücünü aşıyor, o zaman biz de vatandaşlarımız denize girebilsin diye, Büyükada’dan plaj kiralarız. Kartal’dan kalkan motorlar sizi o plaja götürüyor ve siz denizden bu şekilde faydalanıyorsunuz.

Peki neden Kartal sahili ve yakın sahiller bu kadar kirliyken Adalar’da denize girilebiliniyor? Bu tamamen doğanın doğaçlaması çünkü adalar bölgesinde devamlı bir akıntı var. Bir de Ege’den gelen tuzlu su, Karadeniz’den gelen az tuzlu su ile birbirine karışmayıp alttan bir akıntı yaratmakta. Boğaz’ın üzerinden Karadeniz akarken, altından ise Marmara’nın suyu ters akıntı yapmakta. Bu tüm Marmara Denizi’nin hareket hâlinde olmasını sağlıyor. “Akan su kir tutmaz” diye de bir atasözümüz var malum; herhâlde açık denizlerde denize girmek bu sebeple daha elverişli oluyor. Bir de kentsel atıklardan gittikçe uzaklaşıyorsunuz.
 
 

* * *

 
 
Hafiften yağmur atıştırmaya başladı, Dragos’a kadar yürüsem yeterli olacak galiba. Ya da yağmur dinene kadar şu lokantalarının karşısındaki çay bahçesinde oturayım. Yağmur dinince yürümeye devam edebilirim ya da geri döner balıklarımı alır, akşam yemeği hazırlarım.

Gökyüzünün mavisi kalmadı, bulutlar kucaklarındaki su damlalarını toprağa vurmaya hazırlanıyor, lodos şiddetini arttırdı. Kiralık sandalcı genç, bayağı zor durumda, sandalların hepsi suda ve kürekler denizde. Belli ki sandallar basit bir bağ ile birbirine bağlılar.

Sandalcıya doğru elimi sallayarak “Hey selam kaptan, yağmur başlıyor, artacak da galiba, yardım edeyim mi şu sandalları bağlamana? Arkasından fırtına gelecek gibi” diyorum.

“Evet, evet Ülker Fırtınası, bugün esmez sanıyordum ama bir iki gün erken geldi bu sene.”

“Ooo bakıyorum da denizden, fırtınadan iyi anlıyorsun kaptan. Var mı geçmişte denize çıkmışlığın?”

“Ben denizde doğdum, büyüdüm reis. Babam Uskumruköy’de balıkçı Sinan’dı. Yıllarca onunla balığa çıktım. Babamı Karadeniz’in içine gömdüm, mezar yaptıralım dedi anam, çıkıştım kadına ‘Karadeniz’den daha güzel mezar mı var?’ diye”

“Üzüldüm kaptan, yeni mi oldu? Başın sağ olsun.”

“Yok reis, 15 yaşındaydım. Sağ olasın. Şimdi şu tekneleri yarım kazık bağı4 ile bağlayalım, sonra şurada oturur laflarız. Bilirsin değil mi yarım kazık bağını?”

“Bilmez miyim kaptan, ben de senin gibi denizde doğdum.”

On küçük sandal vardı, hepsinin üzerinde Melek yazıyordu.

Melek isminden sonra 1’den 10’a kadar numaralar vardı. Demek ki Meleklerin de sayısı belliydi. Küpeşte ve küreklerin en az iki yıldır verniklenmediği ve tahtaların artık çatladığı görünüyordu. Her sandal bakıma ve tamire ihtiyaç duyuyordu. Kürekleri içeri aldık, ben tekneleri birbirine camadan bağı5 ile bağlıyordum, gördü.

“Boş ver camadanı, rüzgâr sert eserse çözer o düğümü, en iyisi düz düğüm at gitsin“ dedi. Gök gürültüsü şiddetini artırdı. Bulutlar griden daha koyu bir griye doğru renk aldı. Arkada güneşe yakın duran bulutlar; bir taraftan güneşin sarı ve kırmızı, denizin ise mavi rengini alarak bazı yerlerine kırmızı ve sarının karışımı turuncu renklerini bazı yerlerine ise mavi ve sarının karışımı yeşil renklerini fırça darbeleriyle renklenmiş Ayvazovski6 tablosu gibi duruyorlardı.

Birazdan sağanak inecekti. Kaptan, tüm tekneleri bir kez daha kontrol etti, yağmur da şiddetini arttırmıştı bu esnada. Kayalıkların üzerinden tavşan gibi sekerek yakınımızdaki belediye çay bahçesine kendimizi attık. Birden kalın bir şimşek çizgisi belirdi denizin üzerinde.

Masanın üzerindeki kâğıt peçeteyi aldım; yüzümü ve saçlarımı kuruladım. Sandalyeyi masaya çekip oturmuştum ki kaptan, birden ayağa fırlayıp kıyıya doğru koşmaya başladı. Her gün oturduğu plastik sandalyenin altındaki lacivert spor çantayı aldı. Kiralamak veya satmak üzere tuttuğu balık tutma kamışlarını ve oltalarını yere yatırdı ve üzerlerine naylon alışveriş torbalarını serdi. Yeniden koşarak yanıma geldi, yerine oturdu. O da benim gibi masa üzerindeki peçeteler ile kurulandı.

“Vay anam vay, kim derki haziran ayında gökyüzü kış gibi.”

“Haklısın, çok yağacak galiba pek yaz yağmuruna benzemiyor.”

“Evet evet, geçen sene de aynısı oldu, iki gün sürdü.”

“Ya kaptan; ben bir çay söyleyeceğim, sen ne içersin?”

“Tamam reis ama çayları ben ısmarlarım, o kadar tayfalık yaptın, hem burada ben çaya para vermem. Bana bakıyorlar, şimdilik benim otel burası. Her şey dahil hem de.”

“Nasıl yani burada mı kalıyorsun?”

“Evet reis. Kıyafetlerim de, ilaçlarım da, yatağım da hepsi içeride. Sağ olsunlar para falan da istemiyorlar. Şeker hastasıyım ben, insülin kullanıyorum. Bu çay bahçesinin buzdolabında iğnelerim var, günde 3 kere vuruyorum iğne. Çayları ben ısmarlıyorum, tamam mı?”

“Peki, hadi senin dediğin gibi olsun. Hey bakar mısınız bize 2 demli çay.”

Kaptan gözlerini Büyükada’ya çevirdi, aradaki denizin rengi koyu mavi, hatta lacivert olmuştu.

“Reis, ne garip değil mi? Hayat denizde başlamış, öyle okudum kitaplarda. Bakma sen din kitaplarına, tozdan topraktan adam olmaz, su lazım insana. Aslında suya bir taş atsan yıllar geçtikçe taşın üstünde yüzlerce canlı oluşur; taş canlanır, canlı olur. Ama bırakırsan toprağa taşı, erir toz olur. Sularsan elbet toprak da can verir. Yani hayat için su gereklidir.”

“Haklısın kaptan, dediklerine tamamen katılıyorum. Hayat denizde başladı, karaya çıktı ve çekilmez oldu.”

“Ne canlar gitti denize reis, ne canlar? Babam gitti, onun amcası, çocukları gitti, hiçbirini geri de vermedi. Ama deniz sana bulaştı mı bir daha bırakamıyorsun onu. O suyun tuzu geçti mi derinin içine artık kanınla birlikte dolaşıyor. Kızamıyorsun ona, ‘Babamı ver’ diyemiyorsun. Ruhları denizin içinde geziniyor, yükselmiyor gökyüzüne. Ben böyle bilir, böyle söylerim reis. Her denize çıktığımda, denize eğilir babama selam veririm.”

“Yıllar önce bir tekne gezisi ile Kekova’ya gitmiştim. Orada bir şehir sular altında kalmış. Sandaldan denizin dibindeki evlere bakarken o insanların ruhları yüzeye çıkacakmış gibi gelmişti. Dediğin gibi nice canlar aldı bu deniz. Geçen ekim ayıydı, Sarıyer açıklarında sürat teknesi batmıştı.7 İnsan tacirleri, zavallı mültecileri, dolandırmışlar, ‘Avrupa’ya götürüyoruz’ diye kandırmışlar. O kadar kişiyi bir tekneye doldurunca tabii tekne devrilmiş, onlarca kişi öldü. Bir de aynı zamanlarda Soma’da madenciler boğularak öldüler;8 ne denizde, ne gölde, ne ırmakta, yerin bilmem kaç yüz metre altında. Bütün bu yaşananlar için bir şiir bile yazmıştım o günlerde.”

“Şiir mi yazdın reis? Ben çok severim şiir. Nasıldı okusana?”

“Ezbere okuyamam ama telefonumda kayıtlı istersen oradan okurum.”

Telefonumun notlar bölümünü açtım. Çayımdan bir yudum aldım, okumaya başladım.

Suyun yüzünden ceset yağıyor,
Kara kara yüzleri var, kimileri çocuk
Kimisi bir tekneden düşüyor,
Kimisinin geldiği yer, yerin dibi, göçük
Hepsi çaresiz, nefessiz, şişmiş, morarmış
Berzah alemi sanki, ruhlar bedenden ayrılmış
İnsan-ı kâmiller9 saçılmış, artık insan yok
Her yer ceset dolu, her yer parçacık
Lâ Taayyün mertebesi10 bu, henüz Tanrı bile yok

“Güzel yazmışsın reis, doğruları söylemişsin. Elin zavallıları nasıl bilecek yüzmeyi, taş gibi inmişlerdir onlar denizin dibine, zaten Sarıyer de akıntı hak getire, verselermiş can yeleği kurtulan daha çok olurdu ama millete veriyoruz talkımı.”

“Aslında senin de teknede can yeleği bulundurman lazım. Bakıyorum da çoğu kız pardösü ile, tesettür ile biniyor sandallara. Düşerlerse yüzme bilse bile o elbiseler ıslanınca hızla aşağıya çeker, öyle değil mi?”

“Öylesine öyle reis ama bak 10 tekne 4 can yeleği koysan 40 adet eder. En ucuz can yeleği 50 lira. Nasıl öderiz, ne kazanıyoruz ki? Allah’tan bayramlar yaz aylarına geliyor bu aralar, daha çok kazanıyoruz yazın ve bir de pazar günleri. Yoksa nisandan hazirana kadar 90 günde 25 gün fırtına var reis.”

“Hiç kaza oldu mu?”

“Geçen sene oldu reis, 3 ay hapis yattım o yüzden. Dört liseli genç 19 Mayıs tatilinde geldiler; ‘Sandal kiralayacağız’ dediler. Önce gülüp eğleniyorlardı. Sonra biri diğerinin sevgilisine uygunsuz davranmış, diğeri de kızıp sandalın küreğini çocuğun kafasına patlatmış. Çocuk baygın olarak suya düşmüş. Sandaldakilerden hiçbiri yüzme bilmediğinden suya atlamamış. Benim de 15 dakika sonra haberim oldu, gittim yanlarına, atladım suya ama çocuktan herhangi bir iz yoktu. Küreği vuran çocuk da, ben de göz altına alındık. Mahkemeye çıkmam bile üç ay sürdü, çocuğun cesedi bir gün sonra karaya vurdu, akıntı Kumcular Körfezi’ne götürmüş. Aile sonra benimle ilgili davadan vazgeçti ama devlet ‘kabahâtler kanunu’ dedi, ‘kamu davası’ dedi, ‘tedbirsizlik’ dedi; 11.500 lira para cezası kesti. Uskumruköy’de babadan kalma bir bahçe vardı onu sattık. Öyle kapandı konu. Tüm bunlara rağmen, daha önce de dediğim gibi, deniz canımı ne kadar yakarsa yaksın vazgeçemiyorum ondan.”

“Çok üzüldüm gerçekten hem sana hem genç çocuğa. Ben de yıllardır hep İstanbul’dan kaçmaya çalışırım ama seçtiğim yerleri bir bilsen; Sinop Gerze, İskenderun Arsuz, İzmir Foça, yani denizin içi hepsi. Deniz olmayan yerde nefes alamayız biz. Yılda 3 kere girmem denize ama kafamı nereye çevirsem deniz orada olacak. Baktığımda gökyüzü de deniz de hep mavi olacak. Hep onun yosun kokusunu, tuzlu suyunun kokusunu duyacağım.”

“Var mı tekne falan reis?”

“Yok kaptan, almayı çok istiyorum ama barınak bulmak, kirasını ödemek çok zahmetli. Eğer başarırsam o istediğim taşınma işini, gittiğim yerde 5 veya 7 metre bir tekne alırım mutlaka. Balık tutmayı seviyorum.”

“Güzeldir tabii. İstersen gel benim sandallardan salla çapari falan, demir atamazsın çok gezer tekne ama zaten çapari de sallama olta biliyorsun.”

“Sağ olasın kaptan, kiralarız sandal ama balık tutmak için değil. Kürek çekmek için, denizin suyuna çizik atmak için, teknenin arkasında iz bırakmak için kiralarız. Ben çapari ile balık tutmayı sevmem, kamışla da öyle; misina benim parmağımda sürtecek, o balığın olta ucuna takılmış yemi, tırtıklamasını hissedeceğim, onunla kedinin fare ile oynadığı gibi oynayacağım. Sonra yukarı alırken onu ara sıra boşlamalıyım. Avlanmanın zevkini yaşamalıyım.”

“Tamam reis, sen bu işi biliyor ve seviyorsun. O kadar beklemene gerek yok, ben eylülde buradan Uskumruköy’e dönüyorum. Eylülde hem av yasağı kalkıyor hem de lüfer zamanı. Bir hafta sonu misafir olursun bana, gece gündüz balığa çıkarız.”

“İnşallah kaptan, inşallah.”

Çaylar bitmişti. Yenilerini getirmesi için elini havaya kaldırdı, parmakları ile 2 işareti yaptı.

Gerçekten çok zor şartlar altında tek başına çalışıyor. Geceleri de bu çay bahçesinin masaları üzerine koyduğu bir yorgan üzerinde uyuyormuş. Hayat bu kadar zor işte.

Deniz insanın gücüne güç katıyor mutlaka, Sadun Boro 3 yılda tamamlamıştı tüm dünya turunu. Bu büyük bir cesaret, büyük mücadele. Geçen sene ben de araştırmıştım, dünya turu nasıl yapılır diye. Öyle “Benim çok güzel teknem var”, “Okyanusa dayanıklı”, “Yelkenleri atlastan” diyemiyorsun. Önce İngiltere’de bir yerde 6 ay okyanus seyirleri hakkında teorik ve pratik bilgi ediniyorsun sonra Portekiz’de bir gemicilik merkezine kaydoluyorsun ve GPS’in seyahat boyunca devamlı o merkezden takip ediliyor. Her zaman nerede olduğun biliniyor.

 
 

* * *

 
 
“Eyvallah kaptan, ben gideyim artık. Çaylar için çok teşekkür ederim. Yalnızlık duvarımda lumbuz11 gibi oldun bana. Bugün başlarken çok üzülmüştüm büyük kaptan Sadun Baro’nun vefatına ama seninle bir sandal kiraladık ikimiz; sen kürek çektin, ben konuştum; ben kürek çektim, sen konuştun. Seninle yaşamın başladığı yerden, yaşamın bittiği yere kadar denizden konuştuk. Yalnızlığımı unuttum. Yaşa, var ol sen.”

“Reis, Sadun Kaptan ölmüş mü?! Nasıl olmuş?! O bizim pirimiz, kaptanımız. Babam durmadan anlatırdı onu bize, ‘Denizlerin fatihi. O tüm dünyayı teknesiyle dolaştı, kimse eline su dökemez onun’ derdi. Allah rahmet eylesin ama nasıl olmuş?”

“Merak etme, bu sefer çok sevdiği deniz almadı onu, mesane kanserinden öldü. Ama cenazesini en sevdiği koylarda gezdirdiler. Ruhu rahatça denize insin diye, şimdi babanla, sevdiklerinle, o akıntıda, bu fırtınada dolanıp dururlar. Bundan sonra denize eğilince ona da selam dur kaptan.”

“Eyvallah Reis. Vira demir Sadun Kaptan.”
 
 

Metin Çoban

 
 

Açıklamalar:

  1. Sadun Boro: (1928-2015) Dünyanın çevresini 1965-1968 yılları arasında eşi Oda ve Kısmet adlı yelkenli teknesiyle dolaşan ilk Türk denizcidir. – Vikipedi    ⇡⇡⇡
  2. Vira Demir: Ruslar, Türkler ve Almanlar demir almaya “vira”, bırakmaya ise “mayna” derler. Türkiye’de denizcilerin motoru çalıştırıp denize açılmak için dümeni ilk kırdıklarında kullandıkları bir tabir olan “vira vira” ise genellikle kazasız belasız bir seyir için söylenir. – En Meşhur Denizcilik Terimi “Vira” Ne Anlama Gelmektedir?    ⇡⇡⇡
  3. Optimist (Yelkenli): İlk kez 1947 yılında Clark Mills tarafından dizayn edilen optimist, 8 yaşından itibaren, çocukları deniz ve yelkenle tanıştırmak, onlara denizi sevdirmek ve yelken sporunu öğretmek ve 15 yaşına kadar yarışmalarını sağlamak için tüm dünyada rakipsiz şekilde yayılmış ve ISAF tarafından “16 yaş altı sınıfı” olarak resmen kabul edilmiş tek sınıftır. – Vikipedi    ⇡⇡⇡
  4. Yarım Kazık Bağı: Bir ipi bir direğe bağlamak için kullanılan düğümdür. – Vikipedi
     
    Düğümün nasıl atıldığını izlemek için YouTube videosu:
    Yarım kazık düğümü (bağı) | Sezer Demir
    ⇡⇡⇡
  5. Camadan Düğümü: Kare düğüm, halatı sağlamlaştırmak ya da bir cismi etrafından bağlamak için kullanılan eski ve basit bir düğüm şeklidir. – Vikipedi
     
    Düğümün nasıl atıldığını izlemek için YouTube videosu:
    Camadan Bağı Nedir, Nasıl Yapılır? (Denizci Bağları) | Oşinaryus
    ⇡⇡⇡
  6. İvan Ayvazovski: (1817-1900) Denizcilik sanatı üzerine yoğunlaşan Ermeni asıllı Rus romantik ressam. – Vikipedi
     
    Tablolarını görmek için tıklayabilirsiniz.
    ⇡⇡⇡
  7. İstanbul Boğazı’nda Kaçak Göçmen Teknesi Battı: İstanbul Boğazı’nın Karadeniz çıkışı yakınlarında, içinde yaklaşık 40 kaçak göçmenin bulunduğu belirtilen bir tekne battı. Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Lütfi Elvan 20 kişinin hayatını kaybettiğini, 6 kişinin de kurtarıldığını açıkladı. Kurtarma çalışmalarına katılan balıkçı Ermecan Kolcu, sabah 8:30’da balığa çıktıklarında telsizden denizde ceset görüldüğü anonsu aldıklarını, olay yerine gittiklerinde “üzerinde can yelekleri olan cesetlerle” karşılaştıklarını söyledi. Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü’nün açıklamasına göre, teknedekilerin 12’sinin çocuk olduğu tahmin ediliyor. Kaçak göçmenlerin Avrupa Birliği üyesi Romanya’ya geçmeye çalıştığı iddia edildi. – 3 Kasım 2014 | BBC News    ⇡⇡⇡
  8. Soma Faciası: 13 Mayıs 2014’te Türkiye’nin Manisa ilinin Soma ilçesindeki kömür madeninde çıkan yangın nedeniyle 301 madencinin ölümüyle sonuçlanan madencilik kazası. Facia, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en çok can kaybı ile sonuçlanan iş ve madencilik kazası olarak kayıtlara geçti. – Vikipedi    ⇡⇡⇡
  9. İnsan-ı Kâmil: İlahiyatta insanın ulaşabileceği en üst noktayı tanımlar. Tasavvuf düşüncesinde hayli geniş bir anlam taşır. Allah, insan, bilgi ve varlık dörtlüsü arasında bir bağlantı kurar. Bu kavram, gelişimini büyük oranda ibn Arabi’ye borçludur. Fakat Arabi öncesi özellikle Hallac-ı Mansur ve Hakim-i Tirmizi kavramı ilk işleyen kişilerdir.
     
    İslam teolojisinde İslam peygamberi Muhammed’i tanımlamak için de kullanılır. İnsanın yaratılmış varlıklar arasında mükemmelliğe sahip olduğu ve en mükemmelin de peygamber olduğu kabulü için kullanılır.
    Vikipedi    ⇡⇡⇡
  10. Lâ Taayyün Mertebesi: Vücud bu mertebede sıfat ve vasıf bağından ve bütün kayıtlardan münezzehtir. Bu mertebeye ahadiyyet mertebesi ismi verilmiştir. Bu mertebe Allah Teala’nın künhü ve hakikatidir. Bunun üstünde bir mertebe yoktur.
     
    Taayyün Mertebeleri
    1. Lâ taayyün (ahadiyyet) mertebesi
    2. Taayyün-i evvel mertebesi
    3. Taayyün-i sânî
    4. Mertebe-i ervah veya âlem-i melekût
    5. Mertebe-i misâl
    6. Mertebe-i şahâdet veya maddi alem
    7. Mertebe-i insan
    3. Devre Melamileri | Facebook    ⇡⇡⇡
  11. Lumbuz/Lomboz: Alt güvertelerin ve kamaraların aydınlanması ve havalanması için bordo ve güvertelerde açılan, bronz bir çerçeve içindeki çok kalın camlı, mâdenden ikinci bir kör kapağı bulunan yuvarlak gemi penceresi. – Kubbealtı Lugatı    ⇡⇡⇡

 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

8 YORUMLAR

  • Yanıtla Didem Çelebi Özkan 7 Şubat 2023 at 12:48

    “01.07.2018, 09:05”, “Yazıyorum Çünkü…” yazıma yaptığınız ilk yorumla tanıştım sizinle. O günden bu yana da aynı fikirde olalım ya da olmayalım hep desteklediniz yorumlarınızla. Sadece burada da değil Instagram‘daki kitap yorumlarımda da yalnız bırakmadınız beni ve zamanla iletişimimiz dostluğa evrildi.
     
    Sizi tanıdıkça, yorumlardaki cümlelerinizin etkisini gördükçe, kültürel birikiminizi kavradıkça sizi dergiye yazar olarak alma düşüncesi de aklımdan çıkmaz oldu elbette. Neyse ki sizi de bu fikre inandırabildim ve buradasınız 😁
     
    Gelelim “Kiralık Sandal”a ☺️
     
    Okuduğum anda hayran oldum, biliyorsunuz 😁 Sizi dergiye davet etmekte ne kadar yerinde bir hissiyata güvendiğimi de anlamışım oldum böylece. Olay örgüsü, karakterlerin derinliği, 2 büyük felakete yapılan ustaca gönderme, çocukluk yılları ile hissettirilen nostalji, hepsi hepsi hârikulâdeydi 👌🏻 Kaleminiz hiç durmasın 🙏🏻
     
    Umarım daha nice yıllar birlikte üretmeye devam ederiz.
     
    Aramıza hoş geldiniz Metin Beyciğim 🤗

  • Yanıtla Metin Çoban 7 Şubat 2023 at 13:20

    Didem Hanım,
     
    Öncelikle, bu yorumunuz benim için büyük onur. Burada Sen ve Ben dergisinde, aranızda olmak da çok büyük gurur. Bana kattıklarınızdan, katkılarınızdan dolayı sonsuz teşekkürler.
     
    Yıllarca kitap okumak yazmayı doğurur mu, bilmiyorum ama bir etkisi vardır diye düşünüyorum. Buna rağmen yıllarca kanun kitapları ve mesleki kitaplar okusam da hâlen bir meslekî kitap yazmadım. Küçük küçük hikâyeler, şiirler yazarak mutlu oluyordum. Şimdi, bu hobimi sizlerle de paylaşmaktan dolayı mutluyum.
     
    Hikâyeye gelince, hayatım boyunca deniz kıyısında yaşadım, denizi ve denizciliği çok severim. Kardeşim bile deniz subayı idi. Denizin her dalgası, kabarması kendi başına bir hikâyedir zaten.
     
    Bu hikâyeyi zaman olarak, Sadun Boro’nun vefatı, Sarıyer’de mülteci botunun devrilmesi ve Soma Faciası’nda 301 canın öldüğü zaman yazmıştım. Maalesef şu anda da Türkiye 10 ilinde deprem felaketini yaşıyor.
     
    İnsanın hayatının başlangıcı olan su, hayatının sonu da oluyor, bu sadece denizde değil, yerin yüzlerce metre altında da sudan boğulunabiliyor. Hikâyem biraz hüzün dolu olsa da deniz ve anılar, okuyana bir nebze huzur verir umarım.

  • Yanıtla Emine Öztürk 7 Şubat 2023 at 14:31

    Kaleminize hayran olmamak mümkün değil Metin Bey.
     
    Hüzünlü ama dediğiniz gibi “huzur” veren bir nostalji ile harmanlanmış çok sıcacık bir hikâye.
     
    İki gündür berbat durumdayım herkes gibi. Telefonu elime alasım yok. Ama Didem Hanım hikâyenizden bahsedince hemen okumak istedim. Ve iyi ki okudum. Okumak, yaralarımızı iyileştirmek için en iyi ilaç. Sığınacağımız en iyi liman. Yoksa bu yaşananlara dayanmak mümkün değil.
     
    Kaleminize, yüreğinize, duygunuza sağlık.
     
    Hoş geldiniz.

    • Yanıtla Metin Çoban 7 Şubat 2023 at 16:12

      Hepimiz çok zor günler geçiriyoruz. Çok üzgünüz, sevgili Didem’e “Çok ters bir zamanda oldu hikâyeyi yayımlamamız” dedim. Ama benim hikâyemin içinde bile, o zamanlar yaşanan Soma Faciası ve mülteci teknesinin batışı var. Hergün bir acı var. Güzel yorumlarınız için çok teşekkür ediyorum. Çok naziksiniz. Aranızda olmaktan da çok mutluyum.

  • Yanıtla Nimet Canbayraktar 8 Şubat 2023 at 21:23

    Hoş geldiniz Metin Bey.
     
    Sizin de yazdığınız gibi adeta nefes almakta zorlandığımız ve çok üzgün olduğumuz bir zamanda oldu başlamanız ama ben kendi adıma sizi okuyunca adeta deniz kenarında oturup o mis gibi iyot kokan havayı soluyormuş gibi hissettim ve bana iyi geldi.
     
    Hayat, gerçekten çok zor ve başarılı olmanın pek de kolay olmadığı zorlu bir sınav. Başarabilmek adına uğraşmak, bunun da adı da “yaşamak” galiba.
    Soluk almadan okudum hikâyenizi. Sadun Bora’nın maceralarını gazeteden her gün okuduğumu hatırlıyorum. Eminim daha çok güzel hikâyeler okuyacağız.
     
    Kaleminize sağlık.

    • Yanıtla Metin Çoban 9 Şubat 2023 at 11:28

      Nimet Hanım çok naziksiniz, yorumunuz için çok teşekkür ederim. Gerçekten kelimelerin kifayetsiz kaldığı günleri yaşıyoruz. Hepimiz oldukça üzgünüz, kaygılıyız. Bu hikâye de bir zamanlar üzüntü ve kaygı dolu günlerde yazılmıştı. O zaman mülteciler teknelerde, Soma’da madenciler yüzlerce metre toprağın altında yine suda boğularak ölmüşlerdi. Her gün bir felaket, her gün bir hüzün yaşıyoruz. Denizin size verdiği biraz huzur için ise çok mutluyum.
       
      Tekrar teşekkür ediyorum. Hoş buldum.

  • Yanıtla Bleda 25 Şubat 2023 at 19:11

    Okurken çok keyif aldım, üslubunuz ve öykünün akıcılığı okuyucuyu bir çırpıda içine alıyor. Sonraki yazılarınızı merakla bekliyor olacağım.

    • Yanıtla Metin Çoban 26 Şubat 2023 at 10:31

      Bledacım çok teşekkür ederim, çok naziksin. Bu ilk deneme hikâyemdi. Konuyu ve üslubu beğenmen çok güzel. Bundan sonraki hikâyelerime de beklerim.

    Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan