Azra’nın kendini nehrin azgın sularına bıraktığı gece anlaşılmaz bir dilde ilençler savurup durmuştu rüzgâr; sanki incitici bir şey vardı esintisinde.
O gün çalıştığı denizcilik firmasına dilekçeyle başvurmuş ve kısa bir aradan sonra, uzağa giden gemilerde yardımcı kaptan olarak işe başlamıştı.
Postalamadığı mektuplar yazıyordu; hayat, denize atılan şişedeki mektuptu ne de olsa:
“Bu şehri, evlerinin sokak DNA’sı üstünde kromozomlar gibi dizildiği, çürümeye başlayan bir organizma gibi düşün Azra.
Burada yüksek binalar dizisi gecekondulara bir arka plan oluşturuyor. Şehrin bu kısmında paslı çinkodan bir sefalet, diğer mahallelerinde ise İsviçre vitrinlerini andıran parlaklıkta bir görkem var. Bu gerçek elle tutulacak kadar canlı. Gerçek dediysem, şuncağız bir misafirlik kadar yer kaplıyor içimde.
Karşı evin penceresinde de demir parmaklıklar görüyorum. Anlaşılan, birbirlerine sadece kafeslerini ve parmaklıklarını veren insanların şehrindeyiz.
Olup bitenleri kör bir noktadan gözlüyorum. Sokakta cigaralarını sanki yiyerek içen adamlar var ve kuyruklarını sallayıp yerde yuvarlanan köpek yavruları rehavetinde çocuklar.
İş çıkışı, yuvaya dönen karınca kolonisi gibi, insanlar, bıkkınlıklarını ve ilgisizliklerini örtmek için, birbirlerine ölgün gülümseyişler fırlatıyorlar.
Bu şehirde hemen hemen herkes, bozkırın ortasında, sert kışa karşı birbirine sokulan yaban atları ilkesince yaşıyor Azra. Bir kez mevsim dönüp kır çiçeklendiğinde, bu atlar, yan yana gelmiyor artık.
Bu şehir her defasında bana, terkedilmiş bir mezbahada, kokuşmuş etlerin arasında uyanmak duygusu veriyor.
Gece her şeyi değiştirip çözüyor ve yeniden birleştiriyor, vecd ile Wagner tepiniyor ruhumda.
Bir eksiklik ve suçluluk duygusuyla debelenip durdum. Bana kalırsa, suçluluk duygusu bu şehirdeki kanser vakalarının onda dokuzunun sebebidir.
Uyku tutmadı bir türlü, sokağa attım kendimi. İnsanlar maske ve kostümleriyle hiç olmadıkları kadar kendileri ve kendileri olamadıkları kadar başkaları, hayatın panayırına katılıyorlar.
Velhasıl bir ikna ve gürültü cumhuriyetinde yaşıyorum izlenimine kapılıyorum. Herkes yüksek sesle birbirini bir şeye inandırma ve ikna etme peşinde, bilmeksizin, gürültünün olduğu yerde başladığını en koyu yalnızlıkların.
Bir yandan Dostoyevski’nin kahramanlarını andıran evsizler köprü altlarında, gösteri ve haz toplumunun ruhsuz neferleri diğer yandan, çelişkiler, deli çağrışımlar uyandırıyor zihnimde.
Mesela Küba düşüyor aklıma, Che ve Bolivya ve genetiğinde ihanet yazan köylülük ve rençberin sessiz bilgisiyle katledilen atlar ve kalbimin ara sokaklarında vurulan yoldaşlar, faşizm ve Toma ve olay mahallinde yalnızlığımızın parmak izleri ve susmayı öğrenmiş yara ve sana heceleye heceleye okumak duvardaki şiiri:
‘Çok solcu tanıdım hayatımda ama hiçbiri senin kadar devrim yapmadı sol yanımda […]’.
Ve arızalı ruhlar, kusurlu kalpler, hasarlı ve mutsuz insanlar, hasarlı ama mutlu evin penceresindeki sarı ışık ve verandadan taşan siklamen ve balkondan yarı beline kadar sarkan, uçları sertleşmiş memeleriyle tutku ve şehvet, dünyada istisnasız misafirlik ve kalpte yerleşik olma hali Azra.
Ve kıyıya vuran Aylan: ‘can yeleksiz ölü balık’ ve çocuğa bağlanmış bomba yeleği ve Bin Laden, Babrak Karmal ve Afganistan, AK-47 ve Mihail Kalaşnikov ve merhum babam Mihail Kılçıksız, rakı ve siroz ve tüm gemileri yakıp gidenler ve kalanların tamiri mümkün olmayan ruhları.
Sonrası olmayan akşam ve geceyi karşılayan aldanış ve evlerine dönmeyen babalar ve musonlar gibi sürekli yağan ve dinmeyen özlemlerim ve ayrılığı göreceli halinden kurtaran tren rayları ve uçup giden kırmızı balonu bir çocuğun ve ölülerle paylaştığım yirmi metrekarelik sahram ve müntehir meleklerin ikonaları duvarlarında.
Ve Kıbrıs, Enosis ve Karaoğlan ve onlara başka bize başka dokunan sarkaç, 6-7 Eylül ve kahrolası yazgımız ve dünün trajedisiyle yarının gizini içinde saklayan ‘şarkın ejderhası’ ve tanrılara sunulan kurbanlar, Holokost, Nazizm, İsmail ve Hz. İbrahim ve tanrının gizemli yüksek amaçları ve ağızlarında uçurum taşıyan kuşlar ve kırık kalpler cumhuriyetinin göğsünde uyuyan çocukluğum.
Üç gün durup dinlenmeden yağdı yağmur; limana yakın bulvar otelinin bulunduğu mahallede düpedüz küçük bir tufan yaşandı. Yağmurun ardından, azgın bahar dereleri hayat nehrine çamurlu bir su akıtmaya başladılar. Bu deli nehirde akış tutmaya çalışanların kemiklerini acımasızca kırıyor zaman.”
Zamanın paslı dişlileri gıcırtılı sesler çıkararak ağırdan işliyordu. Milyonlarca yılın alışkanlığıyla akıyordu zaman ve milyonlarca yılın alışkanlığıyla dönüyordu dünya.
“Doğan günle birlikte yine demir alıyoruz Azra, güçlü bir yel sertçe süpürmekte denizi.
Arkamızda bırakıyoruz dalganın çukuruna yerleşmiş külü, kiri, çöpü, bekleyişi, yağımsı köpüğünü ve lime lime kesen çelik pullarını zamanın.
Böyle durumlarda, seyir defteri kaybolmuş, varış yerlerini önemsemeyen bir gemi gibi yaşamış Yusuf amcayı hatırlarım.
‘Demirler bir yere bağlanma ya da bir yerden ayrılmaya yarayan araçlardır evlat. Bu bir gemi bir limana demir attığında ya da bir tren bir istasyondan ayrıldığında da böyledir. Unutma, demir almayı demir atmaktan ayıran zaman aralıklarında geçer hayat. Hayat, kökleşme ve kökünden sökülmenin aynı yuva ilkesi uyarınca yer değiştirdiği bir yolculuktur,’ derdi.
Uçsuz bucaksız uzamlar üstünde gidiyoruz Azra, sonuna varamayacakmışız gibi gelen bir yolun üstünde.”
Kat edilecek olanı değil de kendisine gösterilen yoldan gitmeyi yeğlemişti; bu varılmazlık hissi muhtemelen bu yüzdendi.
“Şilepler yalpalamakta plastik eriyiğini andıran suların içinde; bir de bir römorkörün seslenişinin dünyanın ağır yükünü onayladığı; ayrılış, derken yürek daralıyor Azra.
Güzel uçuşu altüst eden dursuz duraksız yellere karşı kuşlar yorgun ve yorgun kuşlar her türlü karadan uzak, bakışın ulaştığı yerde bir tek dal yok konup soluklanacakları.
Dalgalar birer birer sabırla geliyorlar ve sabırla bekliyorlar, hiçbir zaman başlamayan cezri içimde.
Böyle zamanlarda tek bir imgeye odaklanıyor belleğim: Ayak sürümelerine ve boşluğa uzanan ellere; ansızın dinginlik kaçıyor benden.
Gecikmeler ve yörünge kaymalarının yıldızı kara dalgaların üzerinde yalnız ve ben de yalnızım. Bunlar, birbirlerini seven ama bağışlayamayan dalgalar Azra.
Adeta kendi üstüne devriliyor deniz, böyle bir günde tanıdım, kıyılarının kurtarıcı olmadığı dünyayı; cinneti ve sürüklenişi böyle bir günde.
Büyük okyanusu içiyor içimdeki kuraklık, yavaş yavaş gırtlağıma akıyor tuzu. Kalın sisler yutuyor güneşi; sularını karartıyor içimdeki uzun nehrin.”
Yutkundu. Kullanmaya çalıştığı kelimeler sanki sadece boşluğu sarmalıyordu; seslerin ve boş mekânın boşluğuydu bu. Ve boşluk, bekleyişi, en için ve en dışın kesiştiği dairelerde dehşetli bir sürükleniş haline getiriyordu.
Nafile bekliyordu, yine de kalbinin ezberlediği bir bekleyişti bu.
Ardından, yeniden burada olmak isteyen o “eski söz”ün sıkıntısı başlıyordu. O söz, öznesi uzağına düşmüş cümleydi. Kendisine emanet edilen ses buydu işte, belki de derinliğine anlamamıştı içeriğini.
Bir canavar uluyordu az ötede, yutmak için sınırsız uzamları ve zamanları ve tiz uluması kırıyordu kaburgalarını dağların.
İskelede kuru bir gün ölürken oluyordu bütün bunlar.
“Bugün, gırtlağıma dek soluklarla doluyum Azra; bütün pusulalarımı suya atıyorum. ‘Denize!‘ diyen deli bir çağrı bu, bir haykırış ki geçmişe bir köpük buğusu üflüyor içimden.”
Limanın karanlık sularını aydınlatan bir şilep ayrılıyordu şehirden, yalnız sular kalıyordu geriye; özgür yolcuya sunulmuş. “Bir tek deniz kurtarıp ayakta tutabilir beni,” diye mırıldanıyor için için.
Neyse ki akşama doğru, uzun saatler boyunca, içli bir şarkı geçiyor önünden. Onunla uyuyor, içli dışlı.
Sonra kör bir uçuşla, üzerinden uçuyor günlerin ve mevsimlerin:
“Hayat denen dramanın görkemine yakışan bir sona ulaşıyoruz Azra, gölgelerimiz çoktan terk ettiler bizi.
Masumiyetini çoktan yitirmiş bir çağda yaşıyoruz, koyu karanlığın mevsimindeyiz ve ruhlarımız çıplak.
Şehirde son gecem, bir açık hava sinemasındayım. Uyuyan geceye perdelerini indirmiş sinemanın ışıkları yanıyor aniden; film, birbirinden uzaklaşıp kendi yollarına giden iki insanın hayatlarını anlatıyor.
Biz de farklı kökenlerden benzer mahzunluklara mahkûm iki insandık Azra, bir ulus-devletin sınırlarına sığmayan.
Kafkaesk kafesler ve dar geçitler ayırdı bizi; içinde debelenip durduğumuz, debisi yüksek bir nehir ayırdı. Sen yine de kalpten kalbe köprüler kur çünkü yakalar birleşmek ister.
Krallara yaraşır bir yıkımın göbeğinde yaşıyormuşum gibi birden bastıran aşk; öyle bir büyük yapıt ki unutuşa başkaldıran.
Bu nasıl bir şey Azra, ne doğru ne de yanlış oluşta olmak nasıl bir şey?
Sensiz bir odanın sahrasını nasıl anlatsam, nasıl anlatsam ki basınçtan bir elmas yalnızlığına evrilen sensiz akşamların boşluğunu. Sensiz ne çok yıldızsız güz geceleri ne çok Holokost ve Polonya içimde, biliyor musun?
Sarılalım Azra, sarılalım ne olur, ne kadar zamansız o kadar özlem kırmızısı sarılalım, lütfen vazgeçme, dene bağışlamayı, bütün yaptıklarımızı eşitle ve affet, zor olduğunu biliyorum ama bunu yapmalısın.”
Efsunlu gülücüğüyle kalbine kıvılcım çakan kadındı Azra. Onda gördüğü yaşama acemiliği ruhunu sızlatırdı.
Demir alma vakti gemiye dönmedi. Bıçak gibi kesen ayaza karşı yürümeye başladı. Rüzgâr motel odasının kapısını sertçe çarptı arkasından.
Baharın toprağa yürüdüğü kırlara doğru yılkının biri, anlaşılan, deli bir koşu tutturmuştu.
“Zavallı dünya, sende ikamet edildi mi hiç? Ne kadar da ıssız ve soğuksun.”
Josef Kılçıksız
2 YORUMLAR
“Hayat denen dramanın görkemine yakışan bir sona ulaşıyoruz Azra, gölgelerimiz çoktan terk ettiler bizi.”
“Masumiyetini çoktan yitirmiş bir çağda yaşıyoruz, koyu karanlığın mevsimindeyiz ve ruhlarımız çıplak.”🙏💕
Peki dostum Josef, güneşe seslensek duymaz mı sesimizi, toprağa düşen damlaları beklesek örter belki üstümüzü. Sırılsıklam oluruz ağlamaktan. Isınır içimiz bir insana anlatırken sevgilerimizi.
Olur mu? Olur belki.
Sevgili Sevgi;
Yorumun için çok teşekkür ederim.
Bir saman parçasını kan ter içinde taşıdıktan sonra bırakıveren karıncalar gibi, biz de sevgilerimizi, yaslarımızı ve sevinçlerimizi bocasak birbirimizin üstüne, o vakit devrilirdi çağ, biterdi taşın zamanı.