Öykü & Deneme

Bir Eşcinselin Güncesinden

21 Ağustos 2023

Öykü: Bir Eşcinselin Güncesinden | Yazar: Josef Hasek Kılçıksız

Utancın, sosyal rahatsızlıkların ve gururun mühürlediği bir mahallede büyümüştü.

Edebiyat dünyasında hüküm süren ”aramızda kalsınlık”a herhangi bir söz vermiyor, kokteyl partilerine gitmiyordu. Bu kapalı devre dünyanın, bu sosyal maskeli baloların varlıkları vampirleştirdiğini düşünüyordu:

“Bu karnavalesk sahnelerden sıkılmıştım. Her şey sanki Michel Foucault’nun tanımladığı şekliyle adeta entel bir ‘heterotopya’da sahneleniyordu.”

Dönüp kendi zihnine bakmasından bu yana ikiye bölünmüşlük hissiyle yaşadı hep. Babası, fabrikada işe başlayalı beri, şiddetin mühürlediği, farklılığa ve değişim olasılıklarına kapalı, eril değerler tarafından tutsak alınmış, aşırı ajite bir alt proleter topluma demir atmıştı.

Siyasi taahhütleri yoktu onun ama babasının ait olduğu sınıftan kaçmanın utancını telafi etmenin yolunu bulmuşa benziyordu. Bunun kefaretini eşcinselliğini gizleyerek ödediğini düşünüyordu. Aslında, bu proleter sınıf, tek aşağılanmadığı yer olan fabrikada bir işçi sürekliliğini yeniden üretmek için okula erişimi reddediyordu. Burada eğitim, kadınlıkla bağlantılı, hor görülen bir burjuva fenomeniydi. Bu yüzden neredeyse köyün bütün erkekleri fabrikaya gönderilmişti.

“Bir keresinde anneme; ‘Anne, makineler gece dururlar mı bazen, fabrikalar uyur mu hiç?‘ diye sormuştum. ‘Hayır, fabrika asla uyumaz oğlum. Bu yüzden baban ve ağabeyin bazen fabrikanın durmasını engellemek için geceleri fabrikaya giderler’ demişti. ‘Peki ya, ben de büyüyünce gece, fabrikaya gitmeli miyim?‘, ‘Evet, oğlum‘ diye yanıtlamıştı.”

Okul ve fabrika, biri diğerine giden, yan yana yerleştirilmiş mükemmel bir ikizlik içindeydiler. Ve ‘sert adamlar’ her zaman tanıdıkları aynı kırmızı tuğlaların korunaklığında ‘sınıf’ arkadaşlarını orada buluyorlardı.

O da liseyi bırakıp babası, büyükbabası ve atası gibi pirinç parçaları üreten köy fabrikasında işe başlayarak bu modeli nasıl yeniden ürettiğini anlatıyor.

Pirinç, esas olarak bakır ve çinkodan oluşan, çok sünek ve dövülebilir sarı alaşımlar seti olarak tanımlanır. Dağınık parçalardan oluşan varlıkların tekdüze ve katı bir şekilde ortaya çıkmak için içine girdiği bir matris için eşsiz bir analoji, genç erkek çocuklarından ‘sert’ adamlar üreten fabrika da eril mahalledeki tektipleştirme için bir alegori işlevi görüyordu pirinç.

Hakaretlere uğramamak için kendisine, iradesine ve bedenini istila eden arzularına karşı gerçek bir savaş başlatmıştı. Bu, kabile ritüeliyle bir topluluğa dahil olmak kaygısıydı.

“Okul da fabrika gibiydi; bir adın yokluğuyla kişiliksizleştiriliyordu insanlar, herkes anonimdi orada. Ben yine de liseye başlamıştım. Entelektüel burjuvazinin kadın bedenleri İmam Hatipler dışındaki normal okulda çok daha görünürdüler.”

Ancak sürekli televizyon gürültüsünün işgal ettiği aile evinde çalışacak yer bulamıyordu. Erkek olma kaygısıyla nasıl ki kendi vücudunu reddettiyse liseyi de öyle reddetti. Ancak bu reddetme, diğer maskeli baloda sadece bir yem olacağının habercisiydi.

Edebiyat dünyası görünüşte onun eşcinselliğini onaylıyor görünürken bu tayfanın arasından bazıları sınıfsal kökenlerinin intikamını almak için yazması gerektiğini ancak yazarken cinsel kimliğini gizlemesini öneriyorlardı. Çünkü, proleter mahallenin, onun bu “karanlık” tarafıyla yüzleşme olgunluğu yokmuş henüz. Bu, toplumun habitusunu, değerlerini, bireysel ve toplumsal bedenlerin dikkate alınması yoluyla anlama meselesiymiş.

Çizgiyi zorlamış olmakla suçlandığı ailesiyle korkunç bir tartışmanın ardından evi terk etti. Kapıyı son kez çarpmadan önce annesi “Böyle bir oğlum yok benim” demişti. Ardından babası lafa girerek kavgacı, uyuşturucu bağımlısı, haydut, hırsız, vandal, çeşitli suçlardan hapse atılmış, sonunda iyi halden salıverilmiş, acıya karşı dayanıklılığını göstermek için tıbba meydan okuyarak kanser tedavisini reddeden ve sonunda yine hapishanede ölen kuzenini örnek gösteriyordu:

“Kime çektin sen? Kuzenin Mustafa gibi daşaklı değilsin. Ah Mustafa, nur içinde yat sen…”

“Kuzenim hem kapalı hem dört rüzgâra açık, işsiz ve alkolik bir aile reisinin himayesi altında büyümüştü. Bir keresinde bana, ‘Bu aramızda kalsın ama babamın cehennem gibi bir şeyi var’ demişti. Önce anlamakta zorluk çekmiş, sonra amcamın penisini kastettiğini kavramıştım. Onlar bizden daha yoksuldu. Yoksulluk özel mahrem alanlarının parçalanmasına neden oluyordu. Erkekler ve kızlar birlikte uyurlardı. Odaların hepsinde elektrik yoktu. Mustafa’nın kız kardeşiyle paylaştığı odada ‘korkunç‘ şeylere girişmesi bu karanlık sayesindeydi.“

“Kırık fayanslar tamir edilmez, kartonla kaplanır ve limon küfünü andıran bir nemin sızmasına izin verilirdi. Yan taraftaki tarlalardan bütün gün geçen traktörlerin taşıdığı toprak, hiçbir zaman tamamen temizlenemeyen evlerinin içine sızıyordu. Ev, son geçişten sonra kahverengiye dönüyordu. Banyo suyu bile, para biriktirmek için, tüm aile tarafından dönüşümlü olarak kullanılırdı.”

Ardından, geçen bayram arifesinde eve genç bir eşcinseli nasıl getirdiğini anlatmaya başladı. Bu, ona göre, bir gönül ailesiyle bütünleşmenin yollarını aramasının bir parçasıydı. O gece, o ana kadar kilitli bir sandığa kapattığı diğer benlik parçalarını çıkarmıştı.

“İlk kez telaffuz edilen adım, bir şeyi adlandırmıyor, dedim ona. Burada harf ve kimlik arasında bir kopukluk var, biri diğerini tanımaz, dedim. Beni anlamadı galiba.”

Gece çok kötü bitti. Kederli ruhların hayal kırıklığını arttıran bir şey olmuştu; tecavüze uğradığı, dövüldüğü ve soyulduğu bir şiddet patlaması meydana gelmişti.

Eve davet ettiği genç ona yumruk atmadan ve tükürmeden önce ona şu soruyu soruyordu: “İbne misin sen?”

“Genç adam bunu telaffuz ederek eski Yunanlıların sapkın ve toplum için tehlikeli olarak kategorize ettikleri bireylerin vücutlarına kızgın demir veya bıçakla kazıdıkları işaretleri, geçmeyen bir yanık izi gibi sonsuza dek sanki bana da kazımışlardı” diye anlatıyor.

“Şaşkınlık, acı, hayal kırıklığı, şikâyette bulunmaktan dolayı utanç, aşağılanma ve dışlanmayla daha da vahşileşen bir gecenin sonunda içim adeta bir duygu hurdalığına dönmüştü. Hakaret ve aşağılanma vücudumdaki izden başlıyordu aslında. En kötüsü, tekrar tekrar yaşadığım o kendilik ve benlik kaybıydı.”

Bütün olmak için acı çekmek gerektiğini okumuştu bir yerde. Erkek çocuklarının kuşların yolu ile öğrenme hikâyeleri üzerine de okumuştu. Kendisinin alışılageldiği şekilde uçamadığını görüyordu.

O korkunç geceden sonra, eve çağırdığı eşcinsel karakterin sembolik olarak öldürülmesini onaylayan bir kitap yazmaya karar verdi.

Kitabının son sözü şu cümlelerden meydana geliyordu:

Cinsiyetler arasındaki fark sosyal olarak inşa edilmiştir. Bu nedenle insan, erkek olarak doğmaz, erkek olur.

Köyde, erkek çocukların davranışları, dilleri ve kıyafetleri, hepsi fason bir spor markasıyla standartlaştırılmıştı. Erkek olmak sadece erkeksi olmak değil, aynı zamanda sert olmak, yani içki içmek, futbol oynamak, özellikle kadınlara şiddet uygulamak, okulu veya herhangi bir eğitimi reddetmek anlamına geliyordu.

Tüm bu davranış kalıpları, aslında, kişinin memnun olmadığı sosyal statüsünün ya da seviyesinin üzerine çıkma iddiasına karşılık geliyordu. Dezavantajlı olduğunu, dışlandığını bilen bu sınıf, burjuva toplumundan başlayarak, kendisini reddedenlerin değerlerini de tepkiyle reddediyordu.

Eril habitus, modellediği dişil habitusa kadar, tüm toplumsal katmanlara ve tüm bireylere hakimdi. Hayatta kalabilmek için çetin ve sert olmak zorunda olan kadınlar, cesaretlerini eril vasıflarla dile getiriyorlardı. Eril değerlerin önemli olarak kurulduğu bu dünyada, annem bile ‘Ben tașaklı bir kadınım, kimse beni korkutamaz ve aldatamaz’ derdi.

Kimliklerin neredeyse ilkel özelliklere sahip ikili cinsiyet temsillerinde boğulduğu bu toplumda, kadınlar sadece doğurganlıklarıyla bir değere sahiptiler. Doğurganlık özellikleri olmayan kadınlar, onları tüm kadınlıklarından (dişiliklerinden) mahrum bırakacak bir cinselliğin klişeleriyle damgalanıyorlardı. Sanki köyde, kadınların kadın olmak için mutlaka çocuklarının olması gerekiyordu, aksi takdirde, lezbiyen ya da frijit olarak görülüp aşağılanıyorlardı.

Bu toplumsal oyun, herkesin yakalandığı deterministik bir sarmal yaratmıştı. Köydeki tüm erkekler gibi babam da şiddet yanlısıydı. Her kadın gibi annem de kocasının şiddetinden şikayetçiydi. Sorgulamak ve değişmek imkânsız olduğuna göre geriye sadece kadercilik kalıyordu: Annem, ‘Ne bekliyorsun ki oğlum, o bir erkek, bütün erkekler böyledir’ diyordu. Kısacası, erkekler, bu rolün kendilerini de ezdiğinin farkında olmadan ezen rolünü oynayıp duruyorlardı.

Güç gösterisi, çoğu zaman dikkate bile alınmayan dilden öncelikliydi. Konuşmayı hemen diskalifiye edip hor görme eğilimi vardı. Bu yüzden her ‘sert’ adam, ağzı tıkalı olarak acısını ya da kırılganlığını ortaya çıkarabilecek tüm hikâyelerden ve kelimelerden yoksun bırakılmıştı.

Erkekler şiddetle kendilerini ifade ediyorlardı. Şiddet öylesine kanıksanmış ve doğal kabul edilen bir şeydi ki doğuştandı adeta ve bu nedenle deşifre edilemezdi. Ve haliyle, isimlendirilmeyen algılanmazdı, okunmazdı, yoktu. Anlayacağınız, onlara göre şiddet yoktu aslında!

Acı çekmenin inkarından, zayıflıkla bağlantılı duyguların susturulmasına kadar uzanan bu eril kodlar televizyon tarafından aktarılıyordu. Her yerde mevcut olan televizyon, şiddetli bir erkeklik imajını, diziler aracılığıyla aktarıp dikte ediyordu. Yoksulluklarına rağmen, bazı ailelerin sürekli açık olup ses alanını işgal eden ve her türlü konuşmayı yasaklayan dört televizyonu vardı. Sadece televizyonun söz hakkı vardı; son hükmü veren oydu.

O yaşta, ailem bana iskelet lakabını takmıştı. Ailemde olduğu gibi köyde de etli butlu olmak değerli bir özellikti ve insanlar sık sık ‘Bir hastalıktan ölmek, açlıktan ölmekten daha iyidir’ diyorlardı.

Ben astımlı, zayıf, kırılgan ve kadınsı görünümümle hem bu ‘sert‘ köylü çocuklarının hem de burjuva sınıfının kabul etmediği biriydim; gelenekten uzaklaşmış, kötücül bir kader tarafından işaretlenmiş, çifte dışlanmışlık içinde bocalayan biri.

Annemin hazırladığı çok yağlı yemekleri ve cipsleri yutmaya başlamıştım. Bir yılda yaklaşık 20 kilo almıştım. Toplum böylece, sahip olduğu güçlü erkek bedeni imajını modelleyerek genç bir oğlanın bedeni üzerinde ilk hakimiyetini kurmuş oluyordu.

Fiziksel ve cinsel özellikler toplumsal niteliklere dönüşür, insanın doğası kaderi olur ve toplumsal tahakküm erkeğin biyolojik üstünlüğünden kaynaklanır. Sosyal beden bu nedenle fiziksel bedeni işaretler.

Metamorfoz başarılı olmuştu, eril habitusun günlük maskeli balosu başlayabilirdi artık. Bilirsiniz, rol yapmayı asla bırakmayız ama hakikaten, maskelerin sakladığı bir gerçek vardır hep. Benim gerçeğim, başka türlü var olma arzusuydu.

Yine de derin ‘ben‘im ile görünüşüm birbiriyle kavgalıydılar. Hikâyemin geçtiği toplumun ne fiziğine ne de psikolojisine sahip olmadığım için geleneksel bir toplumda yeri olmayan biriydim fakat en kötüsü, kendim ve sosyal kişim arasında bir kopuşa yol açan bir kendilik bilinci edinmiş olmamdı.

Bir keresinde kız kardeşimin kıyafetlerini çalıp gizlice giymiştim. Tek seyircisi olduğum bu gösteri bana hayatımda gördüklerimin en güzeli gibi görünmüştü. Güzel olduğumu düşündüğüm için, aynanın karşısında, sevinçten dakikalarca ağlamıştım.

Mustarip olduğum sınır karmaşası ve kabullenme eksikliği hayatımın en güzel yıllarını mahvetmişti. Başta, sandığım gibi ‘ibne‘ olmayabilirim, diye düşünüyordum. Belki de çocukluğumun dünyasının bir burjuva tutsağı bedenine sahip oldum hep.

İbne, queer, homo, g*t gibi kelimelerin vücudumdaki tüm alanı işgal etmeyi bırakmaları için tanrıya her gün yalvarıyordum. Bu kelimeler jilet gibiydiler, onları duyduğumda beni saatlerce, günlerce parçalıyorlardı. Her sabah peşimi bırakmayan yüzler, hayaletimsi kimlikler gibiydi bu kelimeler.

Kalp atışımın frekansında yankılanan, kafamda patlayan, nabzı karnımda atan queer kelimesini bir yerlerde okudukça ya da duydukça yemek boruma sıkışmış yanan yabancı bir cisim, sanki çığlık atmama engel oluyordu.

Velhasıl biz, ağaçların tepesinde cesurca bir yuva arayışında erkekliklerini test etmek için okulu asan çocuklardık. Ancak, kuşların yolu ile öğrenme hikâyemiz yarım kalmıştı. Kuşlarla özdeşleşmenin gerçekten de çifte erotik bir sicili beslediğini daha yeni anlıyordum:

Bir yandan yuva imgesinin koduna tercüme edilen duyguların, diğer yandan, kuşların yumurtaları cinsel metaforuna dayanan ve daha ham olan cinsel iştahın sicilini…
 
 
Josef Kılçıksız
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

4 YORUMLAR

  • Yanıtla Emine Öztürk 21 Ağustos 2023 at 07:23

    Merhaba Sevgili Josef.
     
    Okurken çok etkilendiğim öykün için sana teşekkür etmek istiyorum. Beni bu denli etkilenmesinin özel sebepleri var.
     
    Çok hasas ve çok ince çizgide duran bir konu eçsincellik. Ve sen yazarken bu dengeyi inanılmaz iyi kurmuşsun.
     
    Sevgiler

    • Yanıtla Josef Kılçıksız 22 Ağustos 2023 at 09:17

      Sevgili Emine,
       
      İnsanın yazarken, “öteki” ile arasında kapanmayan bir mesafe oluşturan dilden bence kaçınması gerekiyor. Bunu başarmak, öyle kolay bir şey değil.
       
      Yorumun için çok teşekkür ederim. Yeni yazılarda görüşmek dileğiyle.

  • Yanıtla Şen Sevgi Erişen 21 Ağustos 2023 at 23:05

    Josef, içtenlik dolu bu ilk yazını severek okudum. Yaralarımız hep çok derin, onlar büyüdükçe bizim kalbimiz güçleniyor. Yazmak belki de bu yüzden iyi geliyor. Söylenmemiş söz kalmasa da bize yeni dehlizler buldurtuyor. Yaralarımız, acılarımız, hayal kırıklıklarımız kalemlerimizi ıslatıyor.
     
    Yazmaya devam etmen dileğiyle sevgiler, saygılar.

  • Yanıtla Josef Kılçıksız 22 Ağustos 2023 at 09:27

    Sevgili Şen Sevgi,
     
    İnsan, mikro evreninde tepinen fırtınalarla başa çıkmak için mi, yoksa hayatına anlam katmak için mi ya da “Ben sizden farklıyım” iletisini kalabalığa ulaştırmak için mi yazar? Belki de bu motiflerin hepsi birden yazmak için bir muharrik oluştururlar. Ancak yazmanın arka planında her zaman bir “yara” gerçeği vardır. Benim yaralarım oldukları derinlikerde rahatlıkla kalabilirler çünkü onlarla oldukça iyi anlaşırım.
     
    Sevgiyle

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan