Varoluşsal İkilemler

Yalnızlık | Derinlerdeki Altın Madenini Kazmaya Doğru

8 Eylül 2023

Yazı: Yalnızlık | Derinlerdeki Altın Madenini Kazmaya Doğru | Yazan: Josef Kılçıksız

Feodal toplumlar, konumları ve rolleri önceden sabitlenmiş insanların biraradalığından oluşan daha ziyade “bütüncül” toplumlardı. Özerk bireyler toplumu giderek geleneksel toplulukların yerini aldı. Modern toplumlarda giderek artan karşılıklı bağımlılığa rağmen, “özerk bireyin” bu toplumsal kodlanmaya karşı bir itirazı elbette olacaktı.

İnsanın onu çevreleyen ama anlamayan kalabalıkla yaşama yükümlülüğü yalnızlığını çekilmez hale getiriyor. Farkındalığı yüksek olan birey bu yükümlülük karşısında kendisini yetersiz, değersiz, pusulasız, anlamsız ve varlık kalabalığı arasında sıradan bir varlık olarak algılıyor.

Çünkü bir kayadan koptu kopacak küçük bir taş parçasının kopmadan önce, kopar kopmaz ya da koptuktan sonraki “neliği” konusunda ya da izi o kayaya geri sürülen bir tözün varlığı konusunda bir ortak anlayış bulunmuyor.

Toplumsal hayatımızın tüm yönlerini yapılandıran ve bireysel iradelerimizi aşan geleneksel otorite, aidiyet ve kolektif norm biçimleri, yerini, bireylerin merkezi değer durumu işgal ettiği ve tüm yolların bu merkeze çıkacağı bir labirenti andıran “bağsız” ve atomize olan bir topluma bıraktı. Bu, modern demokrasilerin hem avantajı hem de dezavantajı olan yeni bir sosyallik anlamına geliyordu.

Arendt, bireyselliği inkâr eden, bireyi toplumsallık potası içinde eritmeye çalışan ve “pre-totaliter” karakteristikler barındıran bir yalnızlık türüne dikkat çekiyor.

Ülkemizde toplum, paylaşılan farklılıkların birliği olarak değil de aynılığın ve yanyanalığın birliği olarak algılana geldi.

Çoğunluğun dayatmalarına uymamak ve başkalarının anlaması zor, ayrıksı bir yol seçme durumu olarak yalnızlığı ben “militan yalnızlık” olarak değerlendiriyorum.

Gece çıktığım otobüs seyahatlerinde kendimi alışılagelenden daha yalnız hissetmişimdir; ancak bu yalnızlık bir ateşleyici, ilhamları ortaya çıkaran bir tetikleyici, bana eşlik eden bir mantranın jeneratörü olarak öne çıkıyor. Anlayacağınız, gezi anlatımları köksüzlük repertuarımın çekirdeğini oluşturadursun, yolda olmak kendi kalabalığımdan kurtulmanın yegâne çaresi olma payesine erişti. Seyahat aslında doğumla başlıyor. Bu ilk yolculuğa karanlık bir içi boş oyuk dünyaya fırlatılmışlığın yalnızlığı eşlik ediyor. Doğumla gelen bir ilk deneyim olarak “ayrılma, parçalanma” ile başlayan bir tür kaygı ve bunun yarattığı hayâl kırıklığı bu.

Yolculuk başlarken duyulan ağlama, nesnel gözlemci açısından yalnızca hüznü akla getiredursun yolculuğun aktörü açısından bir direncin ifadesi olarak da okunabiliyor.

Felsefe yapmak da bir çeşit yalnızlıktır aslında, çünkü felsefe de hayâl kırıklığı ile başlıyor.

Bu ontolojik yalnızlık insanı kendisine çivileyerek sürekli tekrar eden bir kâbus gibi yinelenip durdu.

Spinoza-Nietzsche-Deleuze izleği bu serüvende bir tür kaygılı başlangıç olarak tetiklenen yalnızlığın güç, devinim, atılım, yaratım, yeninin kurulumu biçimindeki edimlerini gözden kaçırmamıza yol açıyor.

Bence de insanın hayat serüveni, “İnsan yalnız doğar, yalnız yaşar ve yalnız ölür” şeklinde formüle edilen Budacı savı destekleyen bir karakteristiğe sahiptir.
Hayat serüveninin değişik uğraklarında yalnızlığın farklı çehreleriyle karşılaşıyoruz. Ancak, kronik ve patolojik bir şey haline gelen yalnızlık ters tepen verimli olmayan bir şeye dönüşürken modern insan; depresyon, intihar düşünceleri, enerjisizlik ve Sartre’cı varoluşsal baş dönmesi gibi ağır bir bedel ödemeye başlıyor.

Diğeri bazen cehennem olabiliyorsa (Sartre), zaman zaman, bir insan varlığının neredeyse hayvani sıcaklığı ezici bir gereksinim haline gelebiliyor.

Heidegger’ci tasavvura göre, insan evrene fırlatıldığında kendisini kalabalığın içinde yapayalnız buldu. Camus’cü olanı, insan varoluşunun anlamını sorgulaya dursun, sosyal ve doğal felaketler karşısında Tanrı’nın sessizliği nedeniyle Absürt düşüncesine tosladı (bkz. Sisifos miti).

Chateaubriand’cı yalnız, doğanın uçsuz bucaksızlığı yanında bir hiç olan bu sonlu varlıklardan kaçan romantik münzevinin yaşam şeklini benimseyen mizantrop kişiydi.
Bu minvalde, seçilen ile maruz kalınan yalnızlık arasında bir ayrım yapmak elzem hâle geldi. Öznel tecrübelerime dayanarak söylüyorum; tercih edilen yalnızlığın içinden geçerek yaşamak, hiçliğe değil, bir doğuma yol açıyor. Bu anlamda yalnızlık, pekâlâ, doğumlar ve keşiflerle dolu bir yolculuk olabiliyor.

Maruz kalınan yalnızlıkta ise, cebri bir “yalnızlaştırılma”dan söz etmek daha doğru olacaktır.

Bir gün üniversitede bir konuşma sırasında, ansızın, tamamen anlaşılmaz, boğazı tırmalayan seslerden oluşan sonsuz bir tiratla topluluğu eğlendirdiğim düşüncesine kapıldım. Bu hisse kapılmama neden olan şey, beni dinleyen kalabalığın içinde yapayalnız olduğum hissine kapılmamdı.

Görüntülere veya dilsel iletişime yansıyan, her çatlaktan sızan bir yalnızlıktı bu. O yalnızlığın sanki bir sesi vardı ve çıkardığı ses bana, Noel arifesinde geyikli kızak çanlarının çınlamasını çağrıştırıyordu çünkü son birkaç Noel’i Finlandiya’da yalnız geçirmiştim.

İnsanın en çok yalnızken kalabalık olduğunu ve onun kendi kalabalığından kurtulmasının dışındaki kalabalıktan kurtulmasından daha önemli olduğunu bu içi oyuk dünya bana her gün anımsatıyor. Üstelik dışarıya uyum sağlamaya çalışırken içimizdeki uyumu kaybediyoruz.

Nietzsche, “Yalnızlıktan acı çekmek kötü bir işarettir; ben sadece çokluktan, kalabalıktan acı çektim” derken kalabalık içinde duyumsanan yalnızlığın daha acı verici olduğunu vurgulamak istiyordu.

Ne zaman ortada bir çatışma olsa köprüden çok duvarı örmeyi sever insan. Türkiye toplumunda zaten böyle bir eğilim var, bunun üstüne bir de kutuplaştırma ile, toplum mutlak bir yalnızlığa maruz bırakıldı. Kutuplaştırma, zaten toplumumuzda, her zaman “ötekinin” öteki olarak olumsuzlanması anlamına geldi.

Toplumun maruz bırakıldığı bu mutlak yalnızlık, burada ontolojik anlamıyla anlaşılan belirli bir yalnızlık bilinci olarak değil, yalnızlık duygusundan geçen öznel bir deneyim ise hiç değildi. Bu, daha çok kolektif bir kötülük olarak öne çıktı.

Aidiyetin tanınması ve farklılığın tanınması şeklinde kanımca iki tür tanınma ihtiyacı bulunuyor. İlki, doğası ne olursa olsun bir gruba ait olma duygusunu temsil ediyor. Bu durumda yalnızlık, bir bağlılık ya da bağlantısızlık düzeninde seyrediyor.

İkincisi, insanın tüm tekilliği içinde olduğu eşit birey olmasının tanınması. Bunun başarısız olması durumunda ortaya çıkan yalnızlık, terk edilmiş olma, reddedilme, diskalifiye edilme, yok sayılma duygularını çağrıştırıyor. Bu yalnızlık biçimi, bireyin başkalarının ve devletin gözünde işgal ettiği yer sorusuna ve dolayısıyla yalnızlık hissinin toplumsal doğasına işaret ediyor.

Maruz kalınan yalnızlık, deprem konjonktüründe hacimli boyutlar kazanadursun, felaket, rahatsız edici ve ölümcül boyutuyla başka bir yalnızlık duygusunu da ortaya çıkardı. Bu trajedi, öteye ve başkasına doğru uzanan elin kırıldığı bir yalnızlık durumunu daha görünür kılarken bazı insanımızın bu ülkedeki yerinin, sadece bir tesadüf, bir zar atışı ve bir kaza kadar yer kapladığı gerçeğini gözler önüne serdi.

Ömrünü çocuklarını felaketlerin gazabından korumakla geçiren “paratoner” anneler, çocuğunu beton yığınından korumak için bedenini kullanan “dağ rehberi” babalar, her gece yankılanan korkunç feryatlar, yıkımı örtmek için enkazın üstüne dökülen moloz, adeta bir devlet büyüğünün önünde önünü iliklercesine öne eğilen binalar, betonun arasından elini uzatmış küçük kız çocuğu ve ıssız şehir bu depremin yol açtığı yalnızlık tezahürleri olarak hafızama kazındılar.

Depremden etkilenen insanların büyük bir kısmı, yeri doldurulamaz eksiklikle ve kayıpla ilişkili bir yalnızlık yaşadılar. Buradaki yalnızlık, terk edilmişlik, izolasyon, hak ve özgürlük kaybı, unutulma, dışlanma ve “mülkiyetsizleştirilme” duygularını güçlü bir şekilde çağrıştıradursun, tecrit ve ıssızlık arasında salınan bir insanlık durumunu da belirgin kıldı.

Kısacası, deprem ülkemizdeki beşerî ahval-ü şeraitin, mahvedici bir yalnızlık durumu olduğunu gösterdi.

Nietzsche’nin anladığı anlamda “Tanrı’nın ölümü”, bu unutulma, ihmal ve terk edilmişlik duygusunu tüm derinlikleriyle yansıtıyordu. Ateist insan, benliğini ve içselliğini oluştururken Tanrı’dan bu kopuş ile zaten barışıktı. Deprem, bu bağlamda, insanın aşkınlık çağrısı olasılığı ortaya çıkmadan önceki durumuna, yani Tanrı tarafından bile unutulmuş olma yalnızlığına işaret eden bir gerçekliği de açığa çıkardı.

İnsanın kendini “evinde hissetmesi”, deprem felaketi süresince hem doğa hem iktidar tarafından yerle bir edilen bir duyguya dönüştü. Ev, orada, bir yuva olarak değil de en ufak bir rüzgâr esintisinde uçup dağılan bir tiyatro setini andırıyor.
Deprem, hiyerarşik ve ayrımcı boyutları da dahil olmak üzere geleneksel sosyal bağın ve mekanik dayanışmanın (“Mekanik dayanışma” kavramı ilk defa Max Weber tarafından kullanıldı.) iflasını ortaya çıkardı. Tıpkı bir kasırgaya yakalanan bir kuru saman yığınının dört bir yana savrulması gibi, iktidarın sözde birlik ruhu da paramparça oldu. Enkazın altında bekleyenler bir yaşamdan feragatname imzalamak zorunda kaldılar. Deprem felaketi sırasında kimsesiz kırılgan insan, bir hayatta kalma uzmanına dönüştü.

Sosyal anlamda kırılgan birey deprem felaketi boyunca, kendisini, ilişkileri, yerleri ve rolleri kodlayan ve sosyal bağlantının bileşenlerinin ördüğü bir topluluk dokusuna sonradan “eklenmiş ya da yerleştirilmiş” olarak deneyimledi.
Oysa hepimiz sözde aynı örgünün saçıydık.

Gönüllüler ve hümanist ütopistler tarafından hayata geçirilen dayanışma, terk edilmiş gemi kalbi taşıyan depremzedelere umut aşıladı. O dayanışma, yardıma muhtaç insanın küçük karınca yuvasına sığandı.

Deprem, toplumumuzun yalnız ekonomik olarak değil, sosyalliklerinin de piyasanın yasalarına göre işleyen bir piyasa toplumu olduğunu gösterdi.

Böylesi bir toplumsal düzen, sözde hem eşit hem değil hem meta hem değer hem sahici hem maskeli hem çıkar içinde hem çıkarsız birlikte nasıl yaşanmayacağının kanıtlarını sundu. Kalabalıklar böylesi bir toplumda, bir çekmecenin dibindeki uyumsuz çoraplar gibi yaşadıklarını fark ettiler.

“Bireyin, sahici bir birlikte yaşamayı güçlendirmek için gelecekte hangi yeni sosyal bağ biçimlerini inşa etmesi gerekir?” sorusu hâlâ doğru yanıtını arıyor.
Modern insan bir yandan kendisi olmanın yorgunluğuyla boğuşurken öte yandan çekirdek yalnızlığına eşsiz alibiler sunan “meşgaleler” aradı. Bu meşgalelerden bazıları arkadaşlık ve aşktı. Ancak aşk ve arkadaşlık herkesin gözü önünde yaşanan sıradan sosyal süreçler haline geldiler. Bu bakımdan sosyal medya, “mahremiyeti” yok eden bir platform olarak öne çıktı.

Yalnızlık, gerçekten de ego sorunuyla yakından ilişkili bir olgudur. İnternet büyük bir mahremiyet kaybını tetiklerken daima genç, her zaman gülümseyen ve sürekli “in” olarak görünen “akışta” sahte bir profil yarattı.

Yalnızlığa bir alibi olarak aşk arayışı, her zaman hayâl kırıklığına uğrattı.

Zeus’un ikiye böldüğü döngüsel varlıklar gibi, Aristophanes’teki Androgynes söylencesi de çaresizce eski yarılarını arayan, sürekli hayâl kırıklığına uğramış bir birlik ve bütünlük arayışını temsil ediyordu.

Maupassant, birleşmeye yönelik bu ezici ihtiyacın insana eziyet edip içini kemirdiğini ve birlik ve bütünlüğe yönelik tüm çabaların aslında boșunalıkla malul olduğunun altını çizdi.

Terk edilmelerimiz, sonuçsuz güvenlerimiz, çaresiz kucaklaşmalarımız, beyhude okşamalarımız hep boşuna ve sonuçsuz kalıyor. Birbirine akmak ve karışmak isteğinin arkasında, dürtülerin, gereksinimlerin ve çıkarların birbiriyle çatıştığı bir cephe gerisi bulunuyor.

Kim olduğumuzun en iyisine doğru aydınlatan ışık ve giderek kuşatan ve dışlayan karanlık olarak yaşanan yalnızlığın olumlu ve olumsuz iki yüzü bulunuyor. Peki yalnızlığın karanlık yüzünden kaçınmak için ne yapmak gerekiyor?

Sahici aşk, dostluk, felsefe, edebiyat, müzik etrafına örülen ilişkiler, yalnızlıkları bir araya getirerek, bugün insanlığın en önemli kötülüklerinden biri gibi görünen tanınmama ve fark edilmeme ıstırabının en iyi ilaçları olabiliyorlar.

Felsefe, bilgi yoluyla yalnızlıktan çıkma arzusu ile yalnızlık yoluyla bilgiye girme arzusu arasında bir komploya dayanıyor.

Deleuze’e göre filozof, kendisini tüm varsayımlardan kurtarmak ve dünyayı kaplamaya, varoluşu düz, vasat ve “pürüzsüz“ yapmaya gelen klişelerden kaçmak için aptal rolü yapan kişiydi. Bu nedenle, filozofun üstlenmek zorunda olduğu felsefi statüye içkin bir yalnızlık şekli bulunuyor.

Kafka’da ise yalnızlık, özerk yaratıcılığın vazgeçilmez koşuluydu. Kafka kadınlarla ilişkilerini Kierkegaard’ın durumuna benzetti. Kierkegaard nasıl ki nişanlısı Regine’den ayrıldıysa Kafka da Felice’den ayrıldı:

“Bana daha çok yalnızlık gerek; yapabildiğim şeyler, yalnızlığın bir lütfundan başka bir şey değil. Bir başka varlığa bağlanmak, onda kaybolmak korkusu içimi kemiriyor. Böyle bir durumda artık hiç yalnız olamazdım.”

Kafka’nın kendisini bedenen zayıf bir insan olarak görmesi, yalnızlık ve yabancılaşmaya yol açan etkenler arasındaydı.

Rilke aşkı, “Birbirini koruyan, tamamlayan, sınırlayan ve boyun eğen iki yalnızlık” şekli olarak gördü. Bu nedenle aşk, iki yalnızlığın buluşması, Alain Badiou’nun ise “İki’nin sahnesi” dediği şeydi.

İnsanlar konuşabilir ancak sahici bir iletişim kurmak, anne karnındaki bebeğinkine yakın, yani plasentaya göbek bağıyla bağlı bir duruma benzer bir duruma erişmek her zaman aşağı yukarı başarısız olunan bir girişim olageldi.

Aşılamaz ötekiliğin düşünürü Levinas, başkalarının mutlak başkalığına dikkat edilmesi gerektiğini savunurken, aksi takdirde bireyin, Öteki’ni benimle aynıymış gibi bir Aynı’ya indirgemek riskine düşeceğini vurgulamak istedi. “İletişim,“ der Levinas, “tam da bu mutlak ayrılığı dikkate almaktır.”

Aşkın zaman ile sınavı, kanımca hep başarısız olageldi. Bu, bir bakıma, yalnızca karşılaşmanın alevlenmesiyle ilgilenen ve devam edemeyeceği konusunda umutsuzluğa kapılan romantik aşkın başarısız sınavıydı. Dünyanın birden değil, ikiden yola çıkılarak deneyimlenmesini önceleyen aşk, sürdürülebilirlik sınavında daha başarılı oldu.

İnsan her zaman yalnız ve asla yalnız değildir. Bu paradoks, “Başkalarının hayaletleri bende ikamet ediyor, benden önce gelenlerin kültürü tarafından şekillendirilip eğitildim, diğerinin bakışının aynasında inşa edildim”, determinizmini açığa vuruyor. Çünkü kimliğin kendisi “aktarımcı” bir doğaya sahiptir.

Kısacası, insan, başkalarıyla herhangi bir temastan fiziksel veya coğrafi olarak yalıtılmış olsa bile, diğerleri her zaman oradadır; onların hayaletleri, adasındaki bir Robinson Crusoe gibi, onun içinde kalıcı olarak yaşarlar.

Hiç kimse, ortadan kaybolarak mükemmel olmuyor. Yalnızlığın olumsuz bir dinamiğe dönüşmesi, ondan beklentilerimizle yakından ilişkili bir durumdur: Ya yalnızlıktan bir şey beklemeyiz ve aylaklık dayanılmaz bir hale gelir ya da ondan çok şey bekleyip acımasız hayâl kırıklıklarıyla karşılaşırız.

Anlaşıldığı üzere, gönüllü yalnızlığın, özgürlüğün tam olarak kullanılması gibi bazı erdemleri bulunuyor. Üstelik ülkemizde vicdanlı insan, organize cahilliğin “gürültüsüne” çok uzun süredir maruz kalıyor. Yalnızlığın sessizliği bu açıdan vicdanlı kişi için sağaltıcı bir işlev yüklenebiliyor. Bu sağaltım sürecinde, tefekkür, felsefe ama aynı zamanda sanat ve şiir de yalnızlığın çocukları olarak vicdanlı bireye eşlik ediyorlar.

Birey sevilmek istediği için değil, daha ziyade tanınmak ve fark edilmek istediği için kendini yalnız hissediyor. Gerçekten de mutlak tekilliğimizi iddia ediyoruz; ancak paradoks şu ki bireyselliğin ısrarlı iddiasına, giderek daha güçlü bir tanınma ihtiyacı eşlik ediyor.

Hannah Arendt, “Dünyaya sırtını çeviren ben değilim ama dünya çözülüyor ve o bana sırt çevirdi” derken sahici bir sosyallik inşa etmenin zorluğuna dikkat çekmişti. İnsan, “inter hommes esse” (insanlar arasında olmak) ile karşılıklı olarak “inter hommes esse desinere” (insanlar arasında olmaktan çıkmak) arasındaki zor ikileme zorlanadursun, Rilke, sahici kişilik için gereken tek şeyin büyük içsel yalnızlık olduğunu, sahici bir benlik inşa etmek isteyen kişinin her gün saatlerce kimseyle görüşmeden bu yalnızlığın içine dalması gerektiğini söyledi:

“İnsanlarla aranızda bir paylaşım yoksa şeylere yakın olmaya çalışın, onlar pes etmezler, mesela hâlâ geceler, hâlâ ağaçları sallayan ve ülkenin üzerinden geçen rüzgarlar var. Nesnelerin ve hayvanların dünyası, kendinize çok şey katılabileceğiniz olaylarla doludur.”

Yalnızlık, münzevi için som altından oyulmuş harika bir sığınak hiç olmadı. Diyalog için gerçekten de iki kişi olmak gerekiyor, içsel diyalog bile, bireyin dışarıdaki diğerleriyle diyaloğunun kendi içsel sahnesindeki uzantısı değil mi sanki.

Kısacası, fildişi kulesine kapatılmış cogito’nun yalnızlığını çağrıştırır gibi görünen “Düşünüyorum öyleyse varım” aslında bir “Düşünüyorum öyleyse varız”a gönderme yapıyor.

Yalnız şövalye gücü kırılganlıkla birleştirendir: eğer kırılganlığı özgürlüğünden geliyorsa, güç de yalnızlığından gelir.

Düşünen ve sorgulayan birey, ruhunun ve aklının dünyanın muammasından etkilenmesine izin veren kişidir.

“O asla tam olarak bu dünyaya ait değildir ve yine de asla dünyanın dışında değildir.”
– Merleau-Ponty

İster Epikurosçular ister Stoacılar ister Kinikler olsun, kadim bilgenin ideali, dünyayı şikâyet, hırs, ego ve eşya hurdalığı haline getirmemek, başkalarına ve dış koşullara bağlı olmaksızın kendi kendine yeterli olarak yaşamaktı.

Rahipler, yalnız keşişler ve kadim filozoflar ısrarla “Habitare secum” dediler. Onlar için “Kendinle yaşamak” yalnızlığın içinde yaşamak demekti. Saklamaya çalışsak da bence her insanın kaderi budur ve kim bilir belki de her güzel şeyin de başlangıcı.
 
 
Josef Kılçıksız
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan