Varoluşsal İkilemler

Dirençli Panteonun Yalanları

1 Nisan 2024

Yazı: Dirençli Panteonun Yalanları | Yazan: Josef Kılçıksız

1940 ile 1944’ün başı arasında Mareşal Pétain’in Fransa’sındayız.

Günden güne irtifa kaybeden orta sınıf, içine konumlandığı konformist dünyanın dışına çıkmayarak despotizme çanak tutmuş ve böylece dolaylı olarak Vichy’nin suçlarına ortak olmuştu.

Bu mektuplar, Fransa’daki muhaliflere yönelik zulmün farklı aşamaları boyunca, Vichy Fransa’sına şaşırtıcı bir dalış yapma olanağı sunuyor. Bu mektuplar, nerden bakarsanız bakın aslında, külliyen aklını ve vicdanını kaybeden bir ulusun hikâyesidir.

Bu insanlar ayrımcı Vichy Fransa’sının yasalarından ve Vichy yönetiminin titizlikle uyguladığı Alman yönetmeliklerinden mustariptiler.

Fransızların çoğunlukla “ne kahraman ne de piç” olduğu fikri Vichy döneminde yaygındı ancak cumhuriyetin değerlerinden kopuş olarak anlaşılan bir “Milli Devrim” projesine ve onun cumhuriyeti değerlere değil de “siyaset”e asimile etme fikrine şiddetle karşı çıktılar.

“Karizmatik” bir diktatörlükte gücün kullanılması yalnızca zorlamaya dayanmıyordu. Halkın diktayı savunma kıvamına getirilmesi daha çok kültürel bir dezenformasyonun kavramsal araçlarıyla gerçekleşti. Öyle ki yönetenler ile yönetilenler arasında, işgal edenler ile işgal edilenler arasında, su geçirmez bir ayrımın olmadığı algısı yaratıldı.

Milli Devrimin ayrılmaz karakteri olan “apolitiklik”, “iş, aile, vatan” sloganının etrafına düğümlenen sözüm ona bir vatanseverlik kavramının en dirençli çekirdeğini oluşturdu.

Vichy döneminde temel özgürlükler (muhalefet, ifade ve hareket hakları) bastırıldı veya sınırlandırıldı. Siyasi konular çoğu zaman günlük yaşamın zorluklarının gölgesinde ikinci planda kaldı.

Ülkemizdeki sosyallik ile Vichy dönemi sosyalliği arasında “gerici vatanseverlik” ve “iş, aile, vatan” üçlemesine düğümlenen ilginç paralellikler bulunuyor.

İnsanlar keyfi olarak tutuklanırken aynı zamanda, Mareşal Pétain’in sözüm ona tüm Fransızları koruduğunu, ayrım gözetmeksizin tüm yurttaşlarına sonsuz sevgisini dağıttığını iddia eden bir tiyatro sahneye koyuluyordu.

Sözde aydınlanmanın ve insan haklarının vatanını kendilerine sığınak olarak seçmiş olan bu insanlar, yüksek yerlere bıkmadan usanmadan yazıp, yakınlarına ve kendilerine isnat edilen suçların mesnetsiz olduğunu ve sevdiklerinin ve kendilerinin masum olduklarını nafile belirtmeye çalıştılar. Çünkü sesleri, “yaşlı tilki”nin (Pétain) ikili, “Kılıç ve Kalkan” oyunu tezini savunan, rejimin hizmetkarları, arıtılmışlar, “gerici yurtseverler” ve eski bakanlar gibi tarihin mağlup edilmişlerinin kulak tırmalayıcı korosunda kayboldu.

Vichy yönetimi bu mektuplara, Alman Nazi yönetmeliklerinden sapmanın, en ufak bir istisnaya bile tolerans göstermenin ve isteklerin karşılanmasının imkânsızlığını hatırlatan, birkaç satırlık alışılagelmiş, kuru yanıtlar verdi.

Örneğin bu çaresiz insanlardan bir tanesi, bir kampta tutulan babasını görmek isteyen ve Mareşal Pétain’den babasının salıverilmesini rica eden 11 yaşında bir çocuktu. Babasının sicilinin temiz olduğuna inanan ve kendisi büyüdüğünde Fransa’ya çok şey yapmayı ümit eden bu çocuk şöyle yazıyordu:

“Değerli Mareşal hazretleri, babam aramıza döner dönmez size daha da çok teşekkür edeceğim…”

Bir başkası anne sevgisinden mahrum kaldığı için depresyonda olan bir çocuktu ve umuyordu ki:

“Değerli Majesteleri Mareşal Pétain;
Herhangi bir dilbilgisi yanlışlığından dolayı şimdiden sizden özür dilerim. Bu mektubu size peşin bir güven ve minnet duygusuyla gönderiyorum.
Annem bir gün benden ansızın alındı, kimsesiz ve yalnızım, oysa henüz 12 yaşında bile değilim.
Değerli Majesteleri, bana göstereceğin nezaket ve merhametle, sevgili annemi sıkıntı içindeki evimize bir tek sen geri getirebilirsin…”

Bir başkası, kocasının vicdanının temiz olduğuna yemin edip, evinin direği olan eşinin ruh sağlığından endişe eden bir terzi eşiydi. Bu kadın, kocasından ve en büyük oğlundan çoktan mahrum bırakılmış olmak yüzünden, dört mevsim esnaflık yapan beş çocuk annesiydi ve ailesini geçindirmesine olanak sağlayan tüccarlık sertifikası bir gün öylece keyfi olarak elinden alınmıştı:

“Değerli Majesteleri, milli şefimiz;
Öncelikle kocamın, yalnızca Cumhuriyetimizin eşitlik, kardeşlik ve özgürlük şiarına uygun şiirler yazmak ve Rus klasiklerini okumak yüzünden haksız yere tutuklandığını belirtmek isterim. Naif ve kırılgan bir ruha sahip olan eşimin uzun tutukluluk sebebiyle akıl sağlığını kaybetmesinden korkuyorum.
Eşimin ve büyük oğlumun tutuklanmalarının ardından evin geçimini ben sağlıyorum. Çocuklarımla benim tek geçim kaynağımız olan, terzilik meslek sertifikamın bana ivedilikle geri iade edilmesini sizden rica ediyorum…”

20 yaşında bir genç, “Polonyalı bir Yahudi olarak doğmanın korkunç suçunu işlediğini” itiraf ederken Pétain’e, “Ben bir Yahudi olarak doğmuş olmak yüzünden vurulmayı hak ediyorum fakat günahlarımın karşılığı olan kefareti, ancak bana yaşama olanağı tanırsanız ödeyebilirim” diye yazıyordu.

Bu insanların neredeyse tamamı, mektubun gönderen kısmına adreslerini boşuna yazdılar. Biri hariç, bu mektupların neredeyse tamamı, Auschwitz’e sürülen ve öldürülen insanların çaresizliklerine ve aczine tanıklık ettiler.

Biri vardı ki Pétain’den ne bir merhamet ne bir bağışlanma ne de bir kefaret dilenmedi. Bu genç kadının istediği tek şey, mektuplarının göz altında tutulan sevgilisine ulaştırılmasıydı.

Sevgilisi Raùl, Komünistlerin, Gaullistlerin, sol Anarşistlerin ve “ne o ne öteki” denen kategoriden kişilerin oluşturduğu “Halkçı Cumhuriyetçi Hareket” (MRP) (Mouvement républicain populaire) denen direniş savaşçıları taburundandı.

Nitekim MRP 1945’te, 1936’dan bu yana yapılan ilk genel seçimlerde parlamentoda salt çoğunluğu kazandı.

Bu kadın, geceyi tan yerindeki sığınaklarına mektuplarıyla süren Anaïs’ten başkası değildi.

Onlarca mektup yazmıştı şimdiye kadar, ancak hiçbirine bir yanıt alamamıştı. O gün yürüdüğü sokakların rüzgârı, karı öyle bir tozutuyordu ki ayak izi tutmuyordu. Son mektuba başlamadan önce, Raùl’un gözü gibi baktığı kuşları ya uçup gitsinler ya da dönüp ölsünler diye kafesinden salıverdi. Yorgun bir kale duvarı, kazdıkça daralan bir mahzen, yara kabuğunu kaldırmanın verdiği haz vardı kelimelerinde:

“Sevgili Raùl;
Sen gittikten sonra, ‘Ben bir hiçim, benim kimsem yok’ inancına kapılmak için çokça gerekçe sundu hayat. Farklı roller oynayan aktörlerin geçtiği çıplak bir sahne gibi hissediyorum.Yoksulluk, yokluk tebelleş oldu. Yan odadaki kırık kalpli, çerçeveli fotoğrafa duyduğum şefkat dışında hiçbir şeyim kalmadı.Zehirli bir sessizlik odaların içinde kocaman bir balık ağı gibi dalgalanıyor; bu ağı, ne kadar haykırıp yakınsam da, yırtamıyorum. Oysa adımlarının evimizin önündeki çakılları ezişini duymayı bile ne çok severdim.Çakıl taşları bana, sıhhatinde sağlığında olduğunu, işe gitmek için uyandığını, her şeyin tamam olduğunu, dünyanın bir bütün olduğunu ve dönmekte olduğunu hatırlatırlardı.
Durmadan dönen şu dünya içinde ne kendimi bulabiliyorum ne de yerimi. Bereket yüksek dağlar var; onlar bir topaç çılgınlığınca dönen her şeyi durduracak kadar ağırlar ancak şimdi onlar da, bir geminin ufkun arkasına sessizce batışını andırıyorlar.

Sevgili Raùl;
Hayal kırıklıklarının buruk, metalik tadını her gün daha da kuvvetli hissediyorum. Zaman adeta her şeyi, köklerindeki yokluk noktasına sürüyor. Yüzlerce merdiveni tırmanarak geldiğimiz harabeye dönmüş surlarda şimdi bir başıma yıldızları seyrediyorum. O zamanlar sanki som gümüşten yapılmaydı dünyanın bütün sabahları.
Hatırlar mısın bilmem, bir sokak köpeği vardı ikimiz dışında herkese hırlayan. Merdivenleri yokuş aşağı inerken aklımızdan aynı şey geçerdi: ‘Bir dondurma daha almak!’ Sonra hayatın her anında duyumsadığımız bir başınalığımızla bizi bir kez daha baş başa bırakan savaş ve vahşilerin yurdumuzu işgali başladı. Sen saklanmak zorundaydın…”

Raùl serbest bırakılır beklentisiyle geçen zaman, son umut kırıntılarını, bir sokak güvercinin bir kediden geriye kalan ekmek parçalarını gagalaması gibi, ucundan köşesinden kemirerek bitirmişti.

Kuşların çoktan gitmiş olduğuna ve bütün gün gözlerini silip durduğuna bakılırsa her yeni gün Anaïs’e pek bir şey vadetmiyordu artık.

Kuyruğunu yiyen yılan metaforundaki çıkmazdaydı her şey. Sarsılmaz değerlerle hizalanmış adalet terazisini dengede tutan kefeler bir daha eşitlenemeyecek ölçüde bozulmuştu bir kere. Müttefik devletlerin zaferi ve savaşın sona ermesi, umutların üzerinde özgür ve bakir bir rüzgâr estirmişti estirmesine ama geçen mevsimler boyunca ne Raùl geri döndü ne de onun ve diğerlerinin yazdıkları onca mektup sahiplerine ulaştı.

Raùl göz altında tutulduğu kışladan yoldaşlarıyla birlikte kaçmayı başarmıştı, ancak Saint-Eman yakınlarındaki ormanlarda pusuya düşürülmüştü. O gün avın tedirginliği boşuna değildi. Raùl göğsünde keskin bir sancı, dehşetli bir solukla yere kapaklandı, yumuşak toprak tamamlanmamış bir ömrün hüznüyle kızıla boyandı ansızın. Aşkın yürekte bir kora dönüştüğü, savaş yaralarınınsa onulmaz kayıplarla yoğrulduğu topraklarda kök salamamanın sızısıydı bu. Ne de olsa yalan söylemezdi toprak…

Bütün bunlar olurken dünya yuvarlak olmaya devam etti. Zaman, kayan bir yıldız hızıyla ilerlerken, bazı yüzlerin izlerini bellekten silmek mümkün olmuyordu.

Anaïs yola koyulmadan önce, her güz adetinde olduğu üzere, evin kapılarının doğru dürüst kilitlendiğinden, elektriğin, suyun ve gazın kapatıldığından, mobilyaların üzerinin örtüldüğünden emin oldu.

Cinayetin, hiçliğin ve tozun toprağın ortasından geçen yollarda dört saat boyunca yürüdü. Dar sokakları istila etmiş hayvan karkaslarının üzerinde tombul ve yağlı sinekler tepiniyordu.

Geçtiği yollar boyunca sıralı, sıvaları dökülmüş duvarların birinde René Char’ın “Argument” adlı şiirinden bir dörtlük okunuyordu; bunu Raùl ve yoldaşları yazmış olmalıydılar:

Kalbimizin sırtı üstünde yükseliyor vicdanın şafağı
Koşumların ve düğünlerin sürgünüyüz biz
Dövüyoruz demirini görünmez rezelerin
Birden yanıyor fener
Bir hapishane avlusu kucaklıyor sarı ışığını…

Sazlığın oraları nemli gecenin vehmi ile doluydu o gün. Oraya ihtiyaçtan sığınırdı başıboş köpekler. Balıkçılar oraya oltalarına takacak bir şey bulma umuduyla gelirdi. Dibi yosun tuttuğundan göğü yansıtmayan karanlık bir nehirdi Loir; o gün bir kızböceği gibi kanat çarpıyordu suları.

Kaynağını Saint-Eman kasabasındaki 200 m yükseklikteki Perche tepelerinden alan nehir önüne, nafile bekleyişleri, hayal kırıklıklarını, kor aşkların kadavralarını, Hydra’nın kesik sadece bir başını ve şişmiş ve morarmış cesetleri katarak tam 97 kasaba ve şehirden geçiyordu.

Anaïs’in mektupları, sahipsiz kuşların, bir kuşağın onulmaz acılarının, on bir yaşındaki çocuklara verdiği sözleri tutmamış bir ülkenin, çerçevelere hapsolmuş fotoğrafların ve bir uyruğa rağmen herkesin birazcık yersiz yurtsuz olduğunun sırrını ifşa ediyordu.

Velhasıl, bilinmez ve dönüşü olmayan yollara düşen yersiz yurtsuzlara sessiz bir ağıttı bu mektuplar; göçler, yitimler ve ölümlerle tarazlanan hayatlara tanıklık ettiler.

Vichy rejiminin yıkılmasının ardından Fransa’nın ahlâki yenilenmesi çalışmalarının ivme kazandığı bir dönemde rejim yandaşlarının inkarları ve gerekçeleri, hagiografik veya özür dileyen metinleri çok bariz çarpıtmalar içermelerinin yanı sıra, sözüm ona bu “dirençli panteon”u aklamaya yönelik şüpheyi sürdürmeye katkıda bulundu.

❗️Bu hikâyedeki yer adları, tarihsel arka plan ve çaresiz insanların yazdığı mektuplar* gerçek; Raùl ile Anaïs’in hikâyesi ise bir kurmaca ile zenginleştirilmiştir.
 
 
Josef Kılçıksız
 
 

Dipnot:

*Mektuplar, Jérôme Prieur’ün France Télévision için yapımcılığını üstlendiği “Les Suppliques” filminden olup tarafımdan Türkçeye çevrilmiştir.
 
“Suppliques”, lettres au Maréchal Pétain et à l’État français (1940-1944) : un podcast à écouter en ligne | France Culture (radiofrance.fr)
 
⇡⇡⇡

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

2 YORUMLAR

  • Yanıtla Metin Çoban 1 Nisan 2024 at 21:25

    Anais ile Raul’ün aşkı gerçekten iç burkuyor, hele çocukların anne ve babasız kalmaları, eşinin ticari faaliyetini durdurulan kadının terzilik hakkını geri istemesi inanılmaz. Beni çok etkiledi.
    Lanet olası bu siyasi iktidarlar ve onunla birlikte ortaya çıkan diktatör bozuntuları.
    İnsanlar sade bir yaşam yaşamak istiyor. Çok şey değil bu.
    Ama bu tüm ülkelerin belası diktatörler nedense Fransa’da dahq fazla oluyor. Bildiğin gibi Bonaparte ve De Gaulle önce Cumhuriyetçi halkın kurtarıcısı idi, ama iktidar sarhoşluğumudur nedir bilmiyorum. Sonradan halkın düşmanı haline geliyor.
    Öykün bizim hayatımızla çok ilgili görünmese de Fransa bazında yaşansa da Vichy mezalimi ve mektuplar beni çok etkiledi.
    Kalemine yüreğine sağlık sevgili Josef

  • Yanıtla Josef Kılçıksız 2 Nisan 2024 at 00:07

    Sevgili Metin
    Tespitlerinde ne kadar da haklısın.
    Fransa’da devrim önce çocuklarını yiyor. Çünkü emperyal monarşinin mirası yönetici sınıf arasında derine salmış köklerini.
    Aydınlanmacı Cumhuriyetin ilkeleri bu imparatorluk kibri ve tarihsellikle sulandırılıyor.
    Güzel yorum için teşekkür ederim.

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan