Varoluşsal İkilemler

Şehit Şehir

26 Şubat 2024

Yazı: Şehit Şehir | Antakya: Evden Son Çıkan Işıkları Söndürsün | Yazan: Josef Kılçıksız

Deprem felaketi iktidar evreninin karanlık yüzünü deşifre edip vicdanı çırılçıplak bıraktı. Tarihin bu kıyamet epizodu, şehri büyük felaket filmi senaryolarına yaraşır bir anlatının içine sürükleyedursun, liyâkatsızlık ve toplumsal çürüme beşerî kayıpları daha da ağırlaştırdı.

Antakya, bir tufanın ardından minarelerinin şamandıralar gibi yüzdüğü, kiliselerindeki meleklerin hareketsizce kanat çırptıkları ölü bir şehri andırıyor. Felaket, toplumbilimcilerin alanından dışlanan ve burada muhteşem bir şekilde yeniden oluşturulan kolektif bir hafızaya parlak bir ışık tutuyor. Yurdun bu güzel ve önemli şehri, tarihin yoğun bir anında, miras haline gelen bir hafızanın yerinde geliştiği, büyük bir dini ve entelektüel sermayenin sosyal ve sınıfsal karşıtlıklarını da açığa vuruyor.

Aradan geçen bir yıl insanların yüreklerinde habis enerjiler biriktirmiş; insanların öncelikleri de altüst olmuş. Şehirde adeta organize bir ölüm yaşanmış ve yaşanmaya devam ediyor. Korkunun, hastalığın, ölümün, pişmanlıkların ve en çok terk edilmişliğin paramparça edip etrafa savurduğu hayat kalıntılarını toplamaya çalışan yüzler görüyorum; unutuştan oluşan çok sayıda yüz…

Bu şehirde son bir yılda insanların yaşadıkları şeyleri dinlemeye görün, sanki bir değirmene girer gibi, onların yaşamlarına giriyorsunuz.

Onların hikâyelerinde, varoluşun sadece giderken değil, kalırken de arkasında bıraktığı büyük boşluğu görüyorum. Hem ölümün hem dirimin fokurdattığı, iki göz kırpması arasında belirip sönen kaderlerin hikâyeleri bunlar. Sohbet, elleri kâğıt kesiklerinden kanayan silüetlerle bir ayine katılmak gibi. Ölülerimiz St. Pierre yüksekliğinden şehre bakıyor. Hayatta kalanlar onlara birer karaltı gibi görünüyor.

Bu şehirde insanların, yaşanmışlıkların usturasıyla parçalanmış, yaralı bir hafızası bulunuyor. Bir yıldır kıyılarını döven yorulmak bilmez dalga, yanılsamalarını yapı bozumuna uğratmış. Derin bir baş dönmesinin ve dağılmanın eşiğinde asılı kalan nefesler…

Sözleri, hiçbir zaman şokunu atlatmadıkları yeraltı patlamalarını; yokluktan, ölümden, terk edilmişlikten ve güvensizlikten bir duygu sarmalını açığa vuruyor.

Anlayacağınız, konfordan sarkan cildimize inceden inceye jilet kesikleri atan, hem dirençten hem bozgundan bir ahval-i beşer…

Açık yaraları kelimelerle sağaltmak mümkün değil ne yazık ki. Boş kelimelerden, yalandan ve yanılsamadan moloz yığınlarının içinde bir umut kırıntısı bulmak olanaksız. Yıkık evler ve moloz tepeleri donmuş bir gölün üzerinde ilerleyen siyah tekneleri andırıyor.

Manzara, kırık ruhlara hiçbir avuntu sunmayan “Akışkan Ufuklar”dan soyut bir tabloyu çağrıştırıyor. Ben yine de bu şehirde yıkımın kurucu kaosunu duyumsayabiliyorum. Hem ölülerin hem yaşayanların son sırlarının da onlardan koparılıp aç kurtların önüne atıldığı bir şehir Antakya:

Dış duvarı yıkılmış bir evin oturma odasının içi görünüyor. Yıkık odanın yansıttıkça daha çok öldüren aynaları, şehir anlatısının kalbinde yatan ham gerçekliği umarsızca sokağa yansıtıyor.

İkinci el eşya satan esnafın biri tozlu koltuğu dükkanın önünde sergiliyor. Görüntü adeta Henri Cartier-Bresson’un bir resminden bir enstantane gibi.

Yarısı depremde yerle bir olmuş şehrin kapalı çarşısı gerçeğin canavarca bir alegorisini çağrıştırıyor.

Otele vardığımda babamın ölümünden bu yana ağlamamış olduğumu fark ediyorum. Ansızın, gözlerimi yakan asitli bir gözyaşı doluyor göz pınarlarıma.

Bir ölüm-dirim çizgisi varsa çizginin bu tarafı ve öbür yanı da olmalı ama en kötüsü Araf, en kötüsü, yası doyasıya tutamamak. Yas hakkıyla tutulamadığı için eskiye sünger çekip yeniden başlamak da pek mümkün olmuyor.

“Ölenle ölünmüyor”u yalanlıyor şehrim; ölenle bal gibi ölünüyor işte; üstelik her gün, her dakika.

Kısacası, Antakya’da harap olmanın onlarca yüzü; yıkımın onlarca çehresi bulunuyor. Şehir, hayata tutunmayı başaramayan bir insanın bir nalbur dükkanından kendine urgan alırken, nalburun onu vazgeçirmek yerine, ona tavanın yüksekliğinin kaç metre olduğunu sormasına benzer bir terk edilmişlik içinde.

Bir zamanlar bir kış sabahı güneşi kadar güzel olan şehrimi düşünürken bir sigara yakıp merhametsiz manzaraya bakıyorum. Bir zamanlar dolambaçlı dar sokaklarında çocuk cıvıltılarının hiç eksik olmadığı; ipek, işlenmiş deri, altın takı, oyalı danteller ve Halep kumaşları almak ve künefesinden, tepsi kebabından, firik pilavından, fellah köftesinden, kâğıt kebabından, ceviz reçelinden, çökelek salatasından, ıspanak boranisinden ve tabbulisinden tatmak için yurdun dört bir köşesinden insanların akın akın geldiği bu şehir, çok önceleri “Megas” lakaplı bir savaşçı kral tarafından yönetiliyormuş. Tanrı bu şehri “megalo” krallardan korusun, diliyorum.

Yorulmak bilmez devinimleri kıyısızlığa bakan naylon eriyiğinden bir deniz, Samandağ’dan el sallıyor ansızın. Büyük soğuktan şikâyet ediyor boğulan biri. Ekinleri kırıp geçtikten sonra geri çekilen ve geri çekildikten sonra arkasında sadece sessizlik bırakan “katil” bir deniz bu. Issız kıyılarının kenarına nefes nefese gemiler demirlemişti; yelkenleri rüzgarsız…

Sessizlik bunaltıyor beni; beni bunaltan aslında kendi sessizliğim.

Antakya’da her şey tehditkâr sessizlikler üzerine kurulu ya da yıkılı; yalanlar nehrinin kapladığı bir sessizlik bu; sadece acı dolu bir yaşamın kıvrımlı yolları boyunca ilerleyen hayal kırıklıklarından bir nehrin…

Bu şehirde hem tutunmak hem zamanın omuzlarınızı kıran ve sizi yere doğru eğen korkunç yükünü hissetmemek için, başka yolu yok, düş, şiir, erdem ve umut sarhoşu olmalısınız.

Bir konteynerin içinde, bir çadırda, molozların yanı başında ya da yarısı yıkık odanızın kasvetli yalnızlığında uyanırsanız; “sarhoşluk” çoktan azalmış ya da kaybolmuş olarak uyanırsanız, rüzgâra, dalgaya, yıldıza, kuşa, sizden kaçan, kaybolan, ağlayan, inleyen her şeye, serbest düşüşte olan her şeye, şarkı söyleyen her şeye, konuşan ve susan her şeye saatin kaç olduğunu sorun. Rüzgâr, dalga, yıldız, kuş, saat, kız, oğul ve sessizlik size şöyle cevap verecektir: Artık düş sarhoşu olma vakti; maviyi ve yıldızları tutuklamak için çıplak gözünü göğe dikme zamanı…

Kedim Luna’yı, üzeri yusufçuk kırımı ile kaplı, kurumaya yakın bir gölün kıyısına gömüyorum ve gömerken, balçıkta çırpınmaktan yassılaşmış gümüş pullu küçük bir balık son bir defa yüzüyor gözlerimi…

Luna’nın ruhuna yaktığım mumlar donuk incilerden son gözyaşlarını akıtırken, sislerin arasından bakan bir ay alnıma sürüyor ellerini…
 
 
Josef Kılçıksız
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan