Bi' Dolu Mola

Zeytin Ağacı

2 Temmuz 2020

Öykü: Zeytin Ağacı | Yazan: Elif Bilici

Pürüzlü beyaz tavana bakıyordum bir süredir. Uyanalı henüz on dakika olmamıştı. Babaannemin deyimiyle; nevresimleri patiska gibi bembeyaz olan yatağımdan çıktım. Küçük, mavi ahşap pencereden günün ilk ışıklarını izledim. Camı araladım; Kaz Dağları’ndan gelen güzel esintiyle beraber keskin bir çam kokusu doldurdu odayı. İçime derin derin nefesler çekerken gülümsüyordum.

Afrodit, Homeros, Zeus ve nice mitolojik tanrı ve tanrıçanın hikayelerinin burada geçmesi çocukluğumdan beri çok normal gelirdi. Çünkü doğanın ta kendisiydi İda Dağı.

Kafamı camdan aşağıya doğru uzattım. Babaannem Zilli ile konuşuyordu. Hemen giyinip aşağı indim.

“Ne dedim ben sana, bak artık iki kişiyiz evde yumurtaların sayısını azcık arttırıver. N’apalım yani Paçalı öldüyse, ölenle ölünüyor olsa bu beden kaç defa toprağa karışmıştı.”

Gülerek yanağından makas aldım.

“Yine mi yumurta vermedi Zilli?”

“Evet vermedi, bir de dinlemiyor artık. Aklı hep Paçalı’da. Her canlı aynı be Leyla’m, kaybedince birilerini, bir şeyleri hayat bitti sanıyor. Ama bilmiyor, her defasında yeniden başlamak gerek ki hakkını veresin bu hayatın.”

Bunları benim için söylediğinin farkındaydım.

Kahvaltıdan sonra kitabımı alıp dede yadigarı zeytinliğe gitmeye karar verdim. Köyde her şey aynı gözüküyordu. Oysa ben değişmiştim. Liseye gitmek için köyden ayrılalı epey uzun zaman olmuştu. Sonrasında da küçük yerden çıkan her insan gibi okuyup, büyük şehirlerde yaşamak hayaliyle İstanbul’a savrulmuştum.

İş kadını olma hayali kuruyordum. İşletme Bölümü’nü bitirip, Levent’teki o büyük plazalara adımımı attığımda “Aferin Leyla, işte şimdi başardın!” demiştim kendi kendime.

Ancak çok geçmeden anlamıştım, ne kazandığım bana yetebiliyordu ne de hayatım benim hayatımdı artık. Bana bir hayat pazarlanmıştı adeta. Telefonum, arabam hepsi şirketindi, düzeni bozmadığım sürece hayat standardım çok iyiydi. Ama düzenimi biraz hareket ettirirsem bütün taşlar yıkılacaktı.

Oysa çiçeklerin bile toprakları, saksıları değiştirilirdi, kökleri uzasın büyüsün diye; biz neden bulunduğumuz saksıları değiştiremiyorduk?

Yavaş yavaş özel hayatımı kaybetmeye başlamıştım. Arkadaşlıklarım zamanla işlerinden şikâyet eden bir grup insandan ibaret olmaya başlamıştı. Değişmişlerdi, değişmiştim ve değişiyorduk. Ama bir şekilde yaşayıp gidiyordum. Ve bir gün annemle babamı kaybettim bir kazada. İşte o gün anladım, yaşadığım hayat benim değildi, yanımdakiler doğru kişiler değildi, kısaca hayat bu değildi.

Köye, ailemi kaybettikten sonra dönmüştüm tekrar. Bir süreliğine elbette… Anne ve babamdan sonra bana sadece babaannem kalmıştı çünkü.

Köyden, Levent’teki o gösterişli kulelere geri döndüğümde yapamayacağımı hissetmiştim. Sanırım bunu sadece ben değil şirket yöneticileri de hissetmiş olmalılar ki bir sene sonra küçülmeden dolayı ilk beni işten çıkartmışlardı.

Kimseye söyleyemedim başta. Utanmış, kendimi küçük düşmüş hissetmiştim. Şirketten çıkarken arabam, telefonum yoktu. Dolmuşa bindim, evime girdim. Birkaç ay sonra muhtemelen evim de olmayacaktı, birikmişimle ne kadar yaşayabilirdim?

Günler geçtikçe büyük şehir hayatı ile uyumsuzluğum da çoğalmaya başlamıştı. Yavaş yavaş arkadaşlarım ve sevgilim de hayatımdan uzaklaştılar.

Beni aramaya devam eden tek kişi babaannemdi.

Bir de liseyi okumak için köyden beraber çıktığımız Celal. Celal veteriner olup köye dönmüştü. Ona gülmüştüm o zamanlar.

“Geri döneceksen neden çıktın ki?” diye sormuştum.

“Geri dönmeyeceksem, bu toprakların hakkını nasıl veririm? Borcumu nasıl öderim serinlediğim Ayazma’nın sularına, nasıl öderim bahçesinden erik yediğim Ali Amca’ya?” diye cevaplamıştı.

Anlamamış, küçük görmüştüm hatta. Ama şimdi bakınca anlıyorum; başarı dediğimiz şey tek bir yoldan çok fazlasıydı. Herkesin gideceği yol kendine güzeldi.

Bütün bu süreçte asla iş aramadım. Umudumu yitirmiştim; o plazalara gitmek, yalandan herkese gülmek, en pahalı restoranlarda yemek yemek istemiyordum. Bir gün babaannemle konuşuyorduk, aniden kapatıp ev sahibimi aradım. Evi boşaltacağımı söyledim. İki hafta içinde elimde iki valizimle birlikte köye geri dönmüştüm.

İçimden bir ses sadece buraya geri dönmemi istemişti. Yolunu kaybetmiş birisi gibi, yeniden yola çıkabilmek için başladığım yere geri dönmüştüm.

Tam on beş sene sonra yine başladığım yerdeydim.

İlk iş olarak zeytin bahçesine gitmeye başladım. Zeytin ataydı bizde, köklerimdi benim. Zeytin gibi verimli, zeytin gibi yıllıktı benim ailem. Bakmayın öyle iki dal kaldığımıza babaannemle, zeytin ağacı umuttur, barıştır, berekettir. Savaşlar bitirmiş, şehirler kazandırmıştır.

Zeytin ağaçlarını önce sadece izliyordum. Sonra bahçemizdeki çalışanlarla konuşmaya başladım. Unutmuştum köklerimi, ince detayları. Bir bir anlattılar bana; neler yapıyorlar, neyi ne zaman ve nasıl yapıyorlar. Bir hafta sonra yanımda defterle bahçeye gittiğimi görünce babaannem gülmüştü.

“Zeytinciliğin notunu mu tutacaksın?” demişti.

Gururla kafamı sallamıştım.

“O iş öyle olmaz, gövdesine dokunduğunda derdini, yaprağına dokunduğunda kıymetini hissedeceksin. İşte o zaman o zeytini yerken cenneti tadar, yağını içerken mest olursun.”

Utanmıştım biraz. Ama defteri de yine yanımda taşımıştım, belki biraz yazar rahatlardım.

Zeytinliğe gitmek günlük rutinim olmuştu. Her gün gidip orada çalışıyordum. Dönüşte de çiftliklerde illa Celal ile karşılaşıyordum. Bazen yanına gitmeden onu izliyordum, ne kadar mutluydu işini yaparken. Çalışırken stresle bacağını titreten insanların arasından gelmiş birisi olarak, Celal’in sükunetle çalışmasını izlemek ayrı huzur veriyordu bana.

Sormamıştı bana hiç neden geldiğimi, ne yapmayı amaçladığımı.

Sadece havadan sudan konuşurdu; Ayşe ninenin yeni doğan buzağısından ya da okuduğu son kitaptan. Özlemiştim bu doğallığı.

Ve geçen bu bir ayın sonunda, bu akşam ilk defa Celal’le köyün dışına çıkıp balık yemeye gidecektik. Dün kendimden beklemediğim bir atiklikle yapmıştım teklifi. Koşulsuzca, her zamanki rahatlığı ve sakinliğiyle sadece tamam demişti.

Zaten Cunda’ya da gitmemiştim geldiğimden beri. Beni tanıyan herkes bilirdi, adayı ne çok sevdiğimi.

Küçük bir balık lokantasını arayıp rezervasyon yaptırdım. Deniz kenarında, mavi boyalı ahşap sandalyeli küçük bir masaya oturduk. Hafta içi olmasından dolayı deniz kenarına kurulabilmiştik. Siparişlerimizi verdik. Celal ondan hemen söze girdi;

“Neden buradasın?”

O kadar haklı bir soruydu ki; yaşadıklarımı mı anlatmalıydım, hissettiklerimi mi? Yoksa ne yapmayı amaçladığımı mı? Garip olan verecek bir cevabım bile yoktu. Ama bir yerden başladım, anlattım olanları. Sakince dinledi, bu arada gelen balığını ayıklamaya devam ediyordu.

“Ne yapacaksın?” yine çok normal bir şekilde sormuştu iki lokma arasında.
“Bilmiyorum. Koca bir hiçlik var aklımda Celal.”

Elimdeki çatalı bırakıp denize doğru baktım. Celal yutkundu;

“Siz zeytinlerinizi toplayıp, büyük fabrikaya mı satıyorsunuz?”

Kafamı salladım, zaten köyde hemen herkes aynısını yapıyordu. Hasat ettiğimiz zeytinleri, sezon başında anlaştığımız fiyattan toptan satıyorduk. Bunu düşünürken Celal’in nereye gitmek istediğini anlamıştım. Birden göz göze geldik, gülümsedi bana.

“Neden ben kendi bahçemizin mahsulünü markalaştırmıyorum ki?”

Aklımdan geçenin ağzımdan da döküldüğünü Celal’in destekleyen bakışlarıyla karşılaşınca anladım.

Yemekten sonra babaannemin evine dönerken artık kararımı vermiştim.

Geri dönmek için gitmiştim ben de. Gidip, öğrenip, yaşayıp, geri dönmeliydim. Doğup büyüdüğüm topraklara, aileme olan teşekkür borcumu ödemeliydim.

Hep İstanbul’da, çalışırken büyüdüğümü, serpildiğimi sanmıştım. Ama yanılmıştım, ben orada sadece çimlenmiştim, şimdi köklerimin olduğu yerde yeniden serpilecektim.

Elif Bilici

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

7 YORUMLAR

  • Yanıtla Mustafa Bilici 2 Temmuz 2020 at 18:13

    Zeytin ağacı kadar köklü ve uzun ömürlü, yaprağı kadar şifalı, meyvesi kadar faydalı olman dileği ile tebrik ediyorum.

  • Yanıtla Nimet Canbayraktar 2 Temmuz 2020 at 18:34

    Oralara hayran ve çok seven biri olarak, yüzümde tebessümle okudum ve sanki ben kalmaya karar almışım gibi mutlu oldum.
     
    Ya ben dikkat etmedim, ya da siz yeni katıldınız. İlk kez okudum adınızı. Böylece size merhaba demiş olayım.

    • Yanıtla Elif Bilici 2 Temmuz 2020 at 22:32

      Merhaba Nimet Hanım çok teşekkür ederim yorumunuz içinde. Evet henüz bu aileye yeni katıldım, üçüncü öyküm olur kendileri 🙂
       
      Benim de en sevdiğim yerlerdendir, oralara gitmeden yaz başlamaz benim için. Ama bu sene maalesef gidemedik henüz, olsun ben de hayallerim de Leyla ile gitmeye çalıştım.
       
      Hoş buldum demiş olayım ben de size.
       
      Sevgiler

  • Yanıtla Burak Süalp 3 Temmuz 2020 at 11:45

    “Bana bir hayat pazarlanmıştı adeta. Telefonum, arabam hepsi şirketindi, düzeni bozmadığım sürece hayat standardım çok iyiydi. Ama düzenimi biraz hareket ettirirsem bütün taşlar yıkılacaktı.”
     
    Levent Metro’dan Plazalar yönüne çıktığım gri günleri hatırladım resmen. Her gün gönüllü olarak teslim olduğum plazayı: “Merhaba, ben geldim, en kıymetli şeylerim olan zamanım, emeğim ve sağlığımı bırakıp çıkacağım.”
     
    O yaşam biçiminin içindeyken de insan bunları düşünebiliyor. Fakat değiştirmek, farklı yönde yol almak o kadar zor ki. Öncelikle zihnen. Karakterinin hissiyatını çok iyi anlıyorum.
     
    Kalemine sağlık!

    • Yanıtla Elif Bilici 6 Temmuz 2020 at 07:55

      Evet aslında insanın daha çok “Değiştirirsem ne olur?” kaygısı olduğunu düşünüyorum. Hatta belki de değişim dediğimiz noktada ne kadar istense de yapamaz ve geri dönersek ne olur, kim ne der diye düşünce yapı(mızın)sının da etkisi çoktur.
       
      Hayatını istediği yönde milim dahi kımıldatabilen insanlara her zaman saygı duymuşumdur.
       
      Teşekkürler yorum için!

  • Yanıtla Pınar Sude Genç 3 Temmuz 2020 at 14:57

    Çok beğendim öykünüzü, çok güzeldi!
    Kaleminize sağlık.
     
    Sevgiler 🎈

    • Yanıtla Elif Bilici 6 Temmuz 2020 at 07:55

      Çok teşekkür ederim !

    Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan