Uykusuz Klavye

Asker Ocağı

30 Kasım 2017

İki aydır farklı bir gezegende, uzaylılara insanlığı tanıtmaya çalışıyor gibiyim. İnsanlık. Şu anda “İnsanlık, ne?” diye sorsalar “Tuvalet kâğıdı” derdim. Maalesef yok. Taharet musluğunda abdest alınan bir ortamdayım. Tuvalet kâğıdı ara ki bulasın. Üstüne, sivil hayatımda hiç kullanmayacağım bir sürü gereksiz bilgiyle donatıldım. Burada herkes kamufle. Gerçek dünyadan. Asıl kimliğini sorgulatıyor insana burası. Gereksiz bilgiler silsilesi. Adama sıçarken kenefi nasıl tutturacağını anlatırken, o sana fayansa çişinle adını yazmayı öğretiyor. Herkes kubar kafasında. Askerliğimin bitmesine daha dört ay var. Askerliğin aslında. Bu boktan mecburiyeti yerine getiriyor olmam onu sahiplenmem anlamına gelmiyor çünkü. Arkadaşlardan daha önce yapıp dönenler olmuştu. Ben o zaman yüksek lisansa yeni başlamıştım. Okumak için değil. Kaçmak için. Mecburiyetten. Gidip de dönenlerin anlattıklarını dinleyince; Vietnam’da ulusal kurtuluş cephesinde savaşmışlar zannederdin. Palaskalar, silahlar, şarjör doldur boşalt. Müfreze. Bir Oliver Stone filmi. Bunların anlattığı onun kötü bir kopyası. Askerlik anılarını da intihal yasasına dahil etmeliler.

Çoğu erkeğin kafasında askerlik kışlaya girince başlar. Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Çünkü askerlik kışlaya girince değil, asıl ilk içtimada başlıyor. Kütahya’daki İl Jandarma Komutanlığı’na geldiğimde ilk öğrendiğim bu oldu. Kapıda bizi karşılayan Muharrem komutan seve seve öğretti sağ olsun. Kendisi Uzman Çavuş olur. İlk gün eşyalarımızı yerleştirdikten sonra terziye gidip kamuflaj ve postallarımızı almamızı saat ikide de içtima alanında toplanmamızı söyledi. Zaten ilk defa o dakika bir şey söylüyorlar. Sonrası hep emir-komuta zincirinin güzide dil örnekleri. Neyse biz denileni yaptık. Gittik kamuflaj ve postalları terziden aldık. Sonra da söylenilen saatte çıktık alana. Benimle birlikte otuz kişi daha var kısa dönem. Hiçbirimiz buraya ait değilmişiz gibi davranıyoruz. Lisede yapılan çay partilerinde aynı abazanlığı paylaşan yeni yetmeler gibi doğal bir seleksiyonla diğerlerinden ayrılıp küçük bir grup oluşturduk. Ben, Nazım, Mert ve Selim. Nazım bir yayınevinde editörmüş buraya gelmeden. Nişanlı. Evlenmeden önce şu yükten de kurtulayım demiş. Yük. Lan hani mecburiyetti bu? Mecbur olunan şey ağır geliyor insana demek ki. Evlilik de mecburiyetten. Değil mi? Bak bir süre sonra o da ağır geliyor adama. Mert ve Selim. Onlar evli. Zaten okuya okuya ancak buraya kadar erteleyebilmişler. Geç gelen mutluluk. Onlar için. Benim için değil. Pek bir heyecanlı ikisi de. Ne yaşayacaklarını düşünüyorlarsa? Bana gelince; iş yerinden apar topar asker kaçağı diye alıp götürdüler. Öğrenci işlerindeki kevaşe unutmuş tecil dosyasını göndermeyi.

Neyse, Muharrem Komutan geldi sonra. Hizaya dedi. Biz de işte beden eğitimi dersinden aklımızda kaldığı kadarı ile hizalandık. Komutanın yüzü gerim gerim “ya herro, ya merro” diye bağırıyor sanki. Biraz sonra harp çıkacak dersin, biz zaten çoktan gazi olmuşuz, kırık dökük hizalandık. Şafak desen önümüz karanlık. Öyle boktan bir dünya. Sonra komutan konuşmaya başladı.

“Hepiniz hoş geldiniz. Biliyorum bu sizin için zor bir süreç. Bazılarınız ülkenin en iyi okullarında yetişmiş, tahsilli, nitelikli kişiler. Hayatınızın en verimli döneminde burada olmak elbette hepiniz için zor olmalı.”

Hay ağzını yiyeyim! Dillerine bal döktüğüm komutan!

“Laaaan! Arkadaki gözlüklü! Senin duruşunu seveyim! Doğru dur lan!”

Bizim komutan bipolar!

“Oğlum niye hazır ola geçmiyorsun?”

Gözlüklüde ses yok.

“Burası ananızın damı değil, devletin damı. Asker ocağı! Benim karşımda hazır ola geçeceksiniz. Bana da komutanım diyeceksiniz. Anlaşıldı mı?”
“Anlaşıldı.”
“Anlaşıldı değil lan! Emredersiniz komutanım!”
“Emredersiniz komutanım.”
“Kurallara uyarsanız güzel güzel geçiniriz. Şimdi dağılabilirsiniz.”

Dağıldık.

“Piiisst. Lan hoca! Sipsi kralı mısın sen? İki dal versene lan.”

Koğuştaki ağır fosillerden biri. Kâmil adı. Marlboro paketini görünce koğuşun öte yanından uçtu yanıma. Elimdeki paketten iki dal uzatacaktım ki; paketi kapıp gitti. Üst ranzadaki çocuk; adının İbrahim olduğunu sonradan öğrendim, takışma bununla, manyak o dedi.

“Niye bana hoca dedi?”
“Kısa dönemlere öyle derler burada. Aldırma. Sen de bir süre sonra alışırsın jargona. Yeter ki bu fosille uğraşma. Şafağının ucu bucağı gözükmüyor bunun. Kaç kez disko gördüğünü kendi bile hatırlamıyor.”
“Disko mu?”
“Ohooo, hocam sen uzaydan mı geldin? Diskoyu da mı bilmiyorsun? Cezaevi yani! Hücre cezası gibi. Kapiş?”

İbrahim’le konuşurken gözüm bir taraftan da diğer kısa dönemleri arıyordu. Mert’le Selim bir ranzanın iki gülü. Sağ taraftaki ranzayı almışlar. Nazım, ileride biraz önce benden sigara paketini aşıran fosilin yanında. Alfa’sını bulan kurt gibi gevrek gevrek gülüyor. Dikkatimi tekrar İbrahim’in anlattıklarına verdim.

“Sabah beş buçukta koğuş kalk, sekizde de içtimaya çıkılır.”
“E neden o kadar erken kalkılıyor ki o zaman?”
“Saat altıda mıntıka temizliği yaptırıyorlar çünkü. Bir de her gün temiz tıraşlı olman gerekiyor, yoksa komutan ızdırabın olur, benden söylemesi.” deyip ranzanın üst katında gözden kayboldu. Biraz sonra kafasını aşağıya tekrar sarkıtıp tek dal sigara istedi. Sigara içmemesine rağmen ki bunu da sonradan öğrendim, fosile vermek için topluyormuş.
Sabah tuvaletteki oluşabilecek hengameden yırtmak için akşamdan tıraş olmaya karar verdim. Tek akıllı benim çünkü. Sabah beş buçukta koğuş kalk borusu öttüğünde… demek isterdim ancak boru ne lan? Tabi ki boru falan ötmüyor. Kaçıncı yüzyıldayız! Adamın biri geliyor, boru gibi sesiyle “Koğuş kalk” diye bağırıp, koğuş kapısını yumrukluyor. Yetmiyor, üzerine bir de ışıkları yakıp kapatıyor.
Neyse kalktım ben. Tuvaletteki tıraş sırasından yırtmışım, giyinip çıktım alana. Mıntıkam PerLoj ofisi, personel lojistik yani.

“Gel lan buraya!”

Tıpış tıpış…

“Bu sakallar ne?”
“Komutanım..”
“Söz vermeden konuşmayacaksın!”
“Emredersin..”
“Dur lan! Lafımı bitirmedim daha!
“Oğlum sen ne biçim üniversite mezunusun? Lan ben demedim mi dün sabah içtimaya çıkmadan cillop gibi olacaksınız diye! Bir tek sen mi akıllısın? Çakal mısın lan sen?”

Sus pus.

“Oğlum konuşsana, dilini mi yuttun?”
“Komutanım..”
“Lan, bir de cevap mı vereceksin! Çarşını kitlerim ulan senin! Bir daha adam gibi tıraşını olacaksın!”
“Emredersiniz komutanım”

Akşam saat altıda dağıldık yine. İbrahim geldi yanıma.

“Seninkine koğuş nöbeti kitlemişler” dedi.
“Benimki kim?”
“Nazım’ı diyorum.”
“Ee?”
“On iki – iki nöbetini. Kâmil, kesin bir pislik yapar. Seninki çok yalaklandı fosile.”
“Ya bu Kamil neyin nesi? Neden herkes çekiniyor ondan?”
“Hocam adam hapçı psikopatın teki. Komutanlar bile illallah diyor heriften. Adam kafasının üstünde dam, önünde yemek var diye gelmiş askere. Kapak atmış resmen. Gitmeye niyeti yok, o yüzden sürekli askerliği uzatacak işler peşinde.”

Mert ve Selim de geldiler yanımıza sonra. Sarı jandarma binasının etrafında dizili banklardan birine oturduk. Selim sigara paketini çıkarıp uzattı ortaya. İbrahim bir tane alıp, cebine attı. Akşam yemeğine kadar havadan sudan konuştuk. Ekim ayındaydık ama Kütahya’nın insanın içine işleyen soğukları başlamıştı bile. Çorak araziden dört nala koşan rüzgâr demirden bilyeler gibi bedenimize saplanıyordu. Sigaraları çabucak içip yemekhaneye gittik. Nazım’ı bulduk. Keyfi yerindeydi. Yemekten sonra gazinoda görüşürüz deyip bizden önce kalktı.

Gazinodan sonra koğuşa geldiğimizde erkek lisesinin yatakhanesinde görmeye alışkın olduğum bir curcuna vardı. Bazı uzun dönemler hep bir ağızdan bağırıyorlardı.

Torun tombalak
Baston piston,
Sekman silindir
Karbüratör bijon,
Alt devre, çömez, çuval, bilet, poşet
Ses keeeeees şafak dinleeee!

Sonra gülüşmeler.

“Ne oluyor İbrahim?”
“Hocam, bunlar şafağı aydınlık olanlar. Alt devrelere nispet yapıyorlar. Üç yüzü görmüş adamlar, şimdi on günleri kaldığı için gidene kadar inletirler koğuşu böyle”

“Lan, koğuşun anasını siktiniz!” Kamil’di bu.
Bağıranlardan biri atıldı hemen.

“Abi, üç yüz birleri gördüm, size de on gün borum olsun be abi çok mu?”
“Ulan sizin gibi kaç tane yolladım ben. Bir susun da kafayı tıraşlayalım.”

Bağıranlar ranzalarına dağıldı hemen. Kamil’in lafının üstüne laf söyleyip de şafak uzatmayı hiçbiri istemiyordu.

Gece İbrahim’in dürtmesiyle uyandım.

“Hocam, bak demedim mi? Seninkine sıkıntı çıkaracak bu fosil diye.”

Uyku sersemi gözlerimi kısıp koğuş kapısına baktım. Nazım’ın nöbet sırasıydı. Kâmil de koğuş kapısının arka kısmına denk gelen kuytuda bira içiyordu. Nazım kısık sesle, yalvarır gibi söyleniyordu.

“Yahu manyak mısın be adam? At diyorum o birayı hemen.”
“Zoruna mı gitti nöbet ağacı! Al canın çektiyse bir fırt al hadi” deyip uzattı bira kutusunu Nazım’a. Tam o sırada Muharrem Komutanın sesini duyduk.

“Laaan! Ulan sizi bana parayla mı verdiler lan!”
“Komutanım, ben…” Nazım’dı bu.
“Kes lan! Konuş dedim mi ben sana? Hazır ola geçeceksiniz önümde. Ver lan o elindekini. Alem mi yapıyorsunuz nöbette? Ulan pavyon mu lan burası! Askerdesiniz godoşlar!”

Sessizlik. Nazım’dan. Kâmil ya kafayı bulmuş ya da bilerek yapıyor belki. Gülmeye başladı.

“Ulan godoş! Ulan haysiyetsiz! Komutanının önünde gülmek ne demek pezevenk?” sesi şimdi daha gür çıkıyordu Muharrem komutanın. Koğuşta bizden başka birkaç kişi daha uyandı. Ranzalarda tedirgin kıpırdanmalar.

“Ben demedim mi lan sana bu gece kolluk bende, kıllık bende diye! Görürsünüz lan size neler yapacağım ben!” deyip uzaklaştı.

Ertesi sabah içtimadan sonra Alay Komutanı Nazım’la Kamil’i çağırttı odasına. Nazım süt dökmüş kedi gibi, Kamil’se sık ziyaret ettiği bir ahbabını görecekmiş gibi umursamaz, haberi getiren komutanın postasını takip ettiler. Sonra uzun dönemlerden biri getirdi haberi. İkisine de hücre cezası vermiş alay komutanı.

“Ben demedim mi hoca! Bu fosil pislik yapacak diye. Kurunun yanında yaş da yandı. Yazık oldu valla Nazım abiye.”

Metal tabakların sesinin insan uğultusuna karıştığı yemekhanede elimdeki tabldotta ne olduğunu anlamaya çalışırken arkamdan yaklaşıp omzumun üzerinden söylemişti bunu İbrahim.

“Ona öyle demezler İbrahim. Sıçılacak ağız göte yakın durur derler.” dedim.

İbrahim’in yüzü galvanik bir iştahla kabardı. Ağzı aralandı. Lafımın üzerine ne söyleyecek diye beklerken o tabldota bakıp “Kapuska hoca bu” dedi.

Beril Erem

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan