Naftalin

Mor | 3 | Hamiyet

22 Aralık 2020

Öykü: Mor | 3 | Hamiyet | Yazan: Gökçe Çiçek Gönülaçar

 

İndeks

Birinci Bölüm: Ayşe
İkinci Bölüm: Ayşe
Üçüncü Bölüm: Hamiyet
Dördüncü Bölüm: Feride ve Gülce
Beşinci Bölüm: Ayşe, Gülce, Feride

 

Üçüncü Bölüm | Hamiyet

 
Ben Hamiyet Sezer. Bu hikâyenin içine neden alındığımı pek de bilmiyorum aslında. Elli dört yaşındayım. İki güzel kızın biyolojik, kahraman bir delikanlının manevi annesiyim. Otuz beş yıllık hemşireyim. Ayşe benim hastaneme geldiğinde kadın doğum hemşireliğini bırakıp acilde çalışmaya başlamıştım. Ayşe beni hep ablasına benzettiğini söyler. Aslında fiziksel olarak hiç benzemeyiz. Belki yaşama tutunuş şeklimizi benzetiyordur. Doğrudur. Çünkü ben de kendimi unutmadan, kızlarım ve oğlum için hiç vazgeçmedim yaşam denen mücadeleden.

Her insanın bu hayatta bir görevi olduğuna inananlardanım. Elinizin birilerine değmesi gerekiyorsa rastlantısal bir şey olmaz bence. Yazılıdır. Kaderdir. Planlanmıştır. Kadın ya da erkek, cinsiyet ayırımı olmadan yardıma ihtiyaç varsa ve siz görevlendirildiyseniz yapmanız gerekeni yaparsınız hepsi bu. Tabi vicdanınız ve aklınız hâlâ çalışıyor ve sizi itekleyebiliyorsa.

Malkara ilçesinin Balabancık köyünde doğmuşum ben. Beş çocuklu bir ailenin en büyük çocuğu olarak. Kardeşlerimin yaramazlık yaralarını iyileştirerek ve kanser olan annemin bakımını üstlenerek büyüdüm. O da bir görevdi. Hemşire olmaya annemi orta ikinci sınıfa bin bir zorlukla devam ederken kaybettikten sonra karar verdim.

Köyümüzün sağlık ocağındaki hemşireler, kasabadan gelip giderlerdi. Çoğu zaman acil durumlarda onlara ulaşamadığımız için anneme ağrı kesicilerini ben yapmaya başlamıştım. Elim yatkındı ve insanlara sağlıkları için yardım etmenin beni çok ama çok mutlu ettiğini fark etmiştim. Köyde adım “iğneci”ye çıkınca babam da “Seni gerçek iğneci yapalım o zaman” deyip Edirne’ye okumaya göndermişti. Benim de hemşirelik öyküm böyle başlamıştı işte.

Babamdan, dedemden veya eşimden hiçbir zaman şiddet görmemiş bir kadındım. O cahil zamanlarda bile kadına verilen değerin üst düzeyini babam bize yaşatmıştı.

Ben küçücükken hiçbir kadının ata, eşeğe bindirilmediği, erkeklerin kadını tarlalarda ırgat gibi çalıştırdığı köyümüzde, babam tarlaya giderken, annemi eşeğimizin sırtından bir an bile indirmezdi. Bu durum köy kahvesinde çok tepki toplasa da babam oralı bile olmadı. Dört kız çocuğunun hepsini okutan, dolu dolu sevgi veren, hiçbirimizin bir yerine bir fiske vurmamış bir babanın kızıyım işte.

İş hayatına atıldığımda gördüğüm olaylara başlarda çok şaşırır ve üzülürken, yumruk yiyen, yakılan, bıçaklanan, öldürülen kadınların öykülerine artık şaşırmadığımı söylemem gerek. Bu dediğim kesinlikle durumu sıradanlaştırmak değil. Önüne geçilemediği gibi, daha da artan şiddete karşı kimse kılını kıpırdatmıyor çünkü. Ben artık bu duruma, yapılması gerekeni çok düşünmeden yapmaya alışmak diyebilirim kendi adıma.

Boşu boşuna yitip giden çok hayat gördüm. Anlatsam roman olur derler ya hani öyle. Ama içlerinden bir tanesi dördüncü kız kardeşim oldu. Diğeri de kocasının kıskançlığına kurban giden Mücella. Öleceğini anladığında minicik oğlunu bana emanet eden melek kadın. Belki Mücella’yı da anlatırım bir gün. Ama şimdi Feride’yi anlatmam gerek.

Feride’nin hiç kardeşi yoktu. Annesi de yoktu, babası da. Bir kızı vardı taparcasına sevdiği ve onu kaybetme noktasına geldiğinde ben görevlendirilmiştim Allah tarafından. Tıpkı oğlum Turgut’un hayatında görevlendirildiğim an gibi. Turgut’un annesinin kadın doğum yatakhanesinde bisturi ile boğazının kesildiği gün ile Feride’nin öldürülesiye dövüldüğü gecedeki hislerim tıpatıp aynıydı. Ben de gerekeni yaptım.

Ayşe o gece yaşananları biraz bahsetmiş size. Ben de devamını getireyim.

Feride’nin darp raporu oku oku bitmiyordu. Her ihtimale karşı fotoğraflarını da çektim. Bakmaya içiniz bir saniye bile dayanmaz ama. Yine de çektim. Garantici olmayı hayat öğretti bir kere.

Darp raporunda hatırladıklarım; sağ parieltalde 2×3 santim boyutunda hematom, boyun ön yüzde solda 1 cm yüzeysel çizik, sol üst kol dış yan yüzde yaklaşık 10×10 cm hematom ve ekimoz alanı, sağ üst kol dış yan yüzde 2 adet yaklaşık 10×5 cm boyutlarında hematom ve ekimoz alanı, sol köprücük kemiği altında yaklaşık 1×3 cm boyutunda ekimoz alanı, sağ memede al lateral bölgede 2×1 cm boyutunda ekimoz ve yüzeysel sıyrık var. Sol meme lateral alt bölge 2 cm yüzeyel çizik var. Sağ üst bacak dış yüzde yaklaşık 5×2 cm boyutunda 2 adet ekimoz alanı var.

Belki bu tıbbi terimler gözünüzde hiçbir şey canlandırmıyordur. Öyleyse şöyle açıklayayım. Feride hayati tehlikede olacak kadar kötü dövülmüştü. Her yanı önceden ve yeni oluşmuş morartılarla doluydu. Çok kullanılmış bir kum torbası bile Feride’nin vücudundan daha az hasarlı olabilirdi.

Sabaha kadar müşahede altında tuttuk. Fakat acil doktorunun tespit ettiği kafa travması ciddiydi.

“Hamiyet Abla, kadında bilinç bulanıklığı var. Bulanık gördüğünü, vücutta kasılmalarının olduğunu söylüyor. Denge kaybı, baş dönmesi baş ağrısı hadi tamam, ancak; kulağında kanama gördüm ben. Şüphelendim doğrusu. Bu durumda mutlaka ileri değerlendirme yapılmalı. İl hastanesine sevk yapmam gerek.”

Doktor kadını sevk edecek ama kadının kol çantası bile yok ki yanında. Kızının ve kendi kimliğini paltosunun cebine koyup zor yetişmiş zaten hastaneye. Bırakamazdım. Bir dakika bile düşünmedim aslında.

Benim de kanser araştırmada tetkiklerim vardı birkaç gün sonra. Öne aldım. Feride’nin dosyasını alıp onu benim götüreceğimi bildirdim doktora. Gülce’yi ve Feride’yi arabaya bindirdim. Feride yarı baygın, “Eve uğramam gerekli ama kalkamıyorum” dedi. O kadar zor konuşuyordu ki. Anahtarları da alamamıştı yanına. Akıllı Gülce “Ben arka balkondan girerim” dedi.

Gülce birinci katın balkonundan içeri girip evin dış kapısını bana içeriden açtı. Feride’nin söylediği yerden acil durum çantası dediği çantayı, yedek kıyafetleri alıp çıkarken küçük kız yalvarırcasına;

“Lütfen tokalarımı, tarağımı, bigudilerimi de alalım” dedi.

Küçücük elleriyle pembe bir çantaya oyuncak bebeklerini ve yeryüzünde sahip olduğu en değerli şeymişçesine “saç bakım malzemelerim” dediği bir torbayı da yanına aldı. Benim de kızlarım bu yaşlarında süse meraklıydı. Gülce’nin yanına almak istediği bu kadar ayrıntı beni şaşırtmadı. Korka korka evden çıktık. Arabaya atladığımız gibi yola koyulduk.

Feride uyur uyanık. “Gülce ne olacak? Onu bırakamam. Nasıl kalacak hastanede?” diye soruyordu. Ağrılarının arttığının da farkındaydım.

“Ben her şeyle ilgileneceğim Feride” dedim. “Bana güven ve bir an evvel iyileşmeye bak.”

Hastanede arkadaşlarımın yardımıyla yeniden bütün tahlilleri ve yatışı yapıldı Feride’nin. Adli vaka olduğu için polis yardımı da istedik. Öfkeden ne yapacağı belli olmayan kocasının gelme ihtimaline karşı biraz olsun içim rahatlamıştı. Gülce‘yi alıp eve geldim. Eşimle beraber iki günde bir Feride’yi ziyaret ettik.

Fiziksel olarak iyileşmeler başlamıştı. Sadece kafa travması nedeni ile psikolojik endişeleri vardı doktorların.

Eve dönüşlerimde mutfak penceremden Feride’nin evini gözlüyordum. Evde hiçbir hareket yoktu. Arka balkondaki çamaşırlar kaskatı, asıldığı günden beri öylece duruyorlardı. Evin ışıkları hiç yanmamıştı. Eşim birkaç kez kahvede otururken gördüğünü söyledi Cabbar’ı. Her gün düzenli bir şekilde kaloriferlerimiz yanıyor, çöplerimiz alınıyordu.

O zaman bu adam buralarda olmalıydı. Çöp saatinde kontrol ettim. Çöpleri alan Feride’nin kocası değildi. Gençten bir çocuk yürütüyordu lojman işlerini. Ben deli gibi adamı merak ederken vicdansız adam kızını dahi merak etmiyordu. Derken, Feride’nin taburcu olacağı günden önceki gece lojman bahçesinden bağrıntılar duydum. Arkasından cam kırılma sesleri geldi.

Bulaşıkları yerleştirirken Gülce koşarak geldi. “Hamiyet Abla, babam bu! Bu sesleri babam yapıyor. Beni öldürür sakın beni ona verme.”

Bacaklarıma sımsıkı tutunmuş korkulu gözlerle bana bakıyordu. Derken kapımız deli gibi vurulmaya başladı. Hem zile basılıyor, hem de kapı yumruklanıyordu. Odasında ders çalışan oğlum hızlıca polisi aradı. Ben de hastanedeki nöbetçi arkadaşlarımıza haber verdim. Ancak gelen giden yoktu ve kapı kırılacak kadar zorlanmaya başlamıştı.
Cabbar ağzına gelen küfürleri sıralıyordu. Kelimelerinin kaymasından, çok alkollü olduğunu anlayabiliyordum. İşin ilginç yanı, on dairelik lojmandan bir Allah’ın kulu kapısını açıp çıkmıyordu. Herkes mi korkak olur? O korkakların kapı arkalarından olayı dinlediklerinden emindim.

Turgut’un cesaretini görmeliydiniz. Kaç kere “Hayır açma” dediysem de bir hışımla tuttu kapının tokmağını. Leş gibi alkol ve ter kokan Cabbar’ın yüzüne okkalı bir yumruk oturttu. Zaten çelimsiz olan adam bir çırpıda yere yıkıldı. Ne olduysa, birden alt üst ve karşı komsularım kapıyı açabildiler. Arkasından polisler geldi. Merdivenin yanında Serdar’ı gördüm, Cabbar’ı götürürlerken.

“Niye vurdunuz ki adama?”

Haneme gecenin bu saatinde tecavüz eden adam, sadece konuşmaya gelmiş. İyi niyetliymiş, kızını istiyormuş. Evimin kapısını kıracak kadar iyi niyetli adama niye vurmuşuz biz?

Karakolda ifadelerimiz alındı. Nöbette olan eşim de geldi. Turgut’un sicilinin bozulmasından çok korkuyordum. Ve iyi ki de kızlarım Edirne de okullarındaydılar. Bu kadar kötü bir şiddet sahnesine şahit olmalarını hiç istemezdim çünkü. Karakolda bir Turgut’a bakıyordum bir Gülce’ye. Abisi küçük kıza sarılmış. Sessizce “Korkma abicim. Ben varken sana kimse bir şey yapamaz” diyordu. Gurur duydum büyüttüğüm o kocaman yürek ile.

İki gün sonra Feride’yi hastaneden çıkarttık. Tabi ki eve getirmedik. Malkara da evli olan kız kardeşimi aradım.

“Köy evini ayarla Hamdiye. Misafir getiriyoruz. Önemli.”

“Hep seni mi buluyor bu işler abla?” diye sordu Hamidiye’nin kocası bana.

“Buluyor Mehmet.”

“Bulsun da. Kimsenin gökleri yırtan çığlığa bile kapısını açmadığı bu zamanda beni bulsun bu olaylar. Bulsun Mehmet! Beni bulsun çaresizler. Hayatta yapayalnız kalmaktan korkan çocuklar, beni bulsun. Annemi kaybettiğim günden beri annesizliği bilen ve dört kardeşine anne olmaya çabalayan, beni bulsun. Kimse babası yüzünden annesiz kalmasın. Kimse ona destek olmayan ailesi yüzünden yanlış evlilikler yapmasın Mehmet. Kimse ‘Niye ben kurtarayım ki başkası yok mu?’ diye sormadan birine el uzatabilsin Mehmet.”

Sesim biraz yüksek çıkmıştı. Artık bırakmıştım ben de. Günlerdir kendimi sıkıyordum. Ağlamak şart olmuştu. Biliyordum. Bazen ağlamak ta iyileştirebiliyordu. Sarsıla sarsıla ağlıyordum kocamın omzunda.

Artık yaşlılardan başka fazla kimsenin yaşamadığı köyümüzde bu akşam saatinde gecenin huzurunu bölen hıçkırıklarımı duymuş olmalılardı.

Feride’yi köy evine bıraktığımız gece sabaha kadar uyuyamadım. Ve anladım bu hikâyenin içine neden koyulduğumu. Sürekli kadını döven, yakan, tecavüz eden, öldüren erkeklerin haber yapıldığı kanallarda olmasa da birçok insanın okuyacağı bu satırlarda örnek olayım diye varım. Benim gibi koşulsuzca bu insanlara el uzatabilen birilerinin olduğunu ve bunların çoğalabileceğini insanlara kanıtlamak adına bu hikâyenin içindeki Hemşire Hamiyet’im ben.

İstinasız her şeyi hayal içinde görmek isteyen pembeye âşık Gülce kadar, kırmızı rujuna düşkün güzel ve bakımlı olunca her şeyin düzeleceğini ve çok sevileceğini sanan Ayşe kadar, Ayşe’nin tersine kırmızıdan nefret eden, maalesef mor ile yaşamaya alışmış, Feride kadar gerçeğim ben de. Ama ben onlardan farklı bir renk severim. Ben Yeşilim. Yatıştırıcıyım. İyileştiriciyim. Huzurlu ve sakinim.
 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 
Gökçe Çiçek Gönülaçar
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

1 Comment

  • Yanıtla Yasemen Hatice Ökmen 24 Aralık 2020 at 00:26

    Heyecanla bekliyorum devamını kalemine yüreğine sağlık

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan