* Öykünün birinci bölümü için 👉🏻 Asuman Canan’ın Hikayesi | 1
Bir sesten ibaret olan İbrahim’i görme isteği, onu koşar adım yürüterek durağa ulaştırdı. Durağa vardığında önce etrafına baktı. İbrahim’in anlattığı gibi giyinen kimse yoktu, beş altı kişi otobüs bekliyor gibiydi. Simit dolu çuvalı yere bıraktı, künyesindeki Asuman ismini herkesin görebileceği hale getirdi ve çuvalın üzerine yerleştirdi incecik bileklerini. Heyecanla beklemeye başladı.
Saatine baktı saat tam ikiyi gösteriyordu. “Tam iki demiştim, geç kalacak sanırım,” dedi kendi kendine. İşte o anda omzunda bir parmak hissetti ve bu dokunuşu takip eden bir ses;
“Pardon, siz Asuman mısınız?”
Bu sesi oldukça iyi tanıyordu. Asuman neye döndüğünü şaşırmıştı. Karşısındaki adam ne Kadir İnanır gibi esmer ne de Cüneyt Arkın gibi mavi gözlüydü. Kızıla çalan bir teni ve bıyıkları vardı. Alnı oldukça geniş, uzun ve zayıf bir adamdı. Asuman hemen delikanlının üstünü başını kontrol etti ve “Fakat siz ne siyah takım elbise giymişsiniz ne de yakanıza kırmızı karanfil takmışsınız üstelik elinizde Kelebek Gazetesi de yok?” dedi.
İbrahim haylaz bir çocuk ifadesiyle ve kurnazlığıyla; “Benim alnımda enayi mi yazıyor? Buluşmak için okulunun tam karşısındaki durağı seçiyorsun, ben nereden bileyim okuldaki arkadaşlarını toplayıp benimle alay etmeyeceğini?”
Genç kız öyle kızdı ki yüzü neredeyse pembe fırfırlı elbisesinin rengiyle aynıydı. Asuman tam da söz verdiği gibi gelmişti bu buluşmaya, hatta çıkarken aslında siyah elbisesinin ona daha çok yakıştığını düşündü fakat bir kere İbrahim’e pembe elbise demişti, İbrahim bir kere daha hayran kaldı genç kızın dürüstlüğüne. Fakat Asuman için aynı şeyler geçerli değildi. Kendisini oldukça kötü hisseden genç kız simit dolu çuvalı İbrahim’in eline tutuşturup; “Buyur doya doya yersin artık çiğköfteni” dedi. Heyecanla ve umutla geldiği duraktan hayal kırıklığı ile geri dönüyordu.
Artık ne Cuma günleri ne de haftanın diğer günleri telefon görüşmeleri gerçekleşmiyordu.
Fakat artık birbirlerini tanıyorlardı. Asuman İstanbul Maraş yurdunun önünden her geçişinde; “Acaba İbrahim hangisi uzun boylu olan mı, sarışın olan mı?” demeyecekti artık. Ev ve yurt arası oldukça yakındı, aslında defalarca karşılaşmış olmalılardı ama seslerinden başka hiçbir şeylerini bilmedikleri için bir anlam ifade etmiyordu karşılaşmaları.
Asuman evin büyük kızı olduğundan annesinin ona verdiği alışveriş görevini yerine getiriyor, İbrahim ise yurdun kıdemli öğrencisi olduğundan yurdun tüm eksikliklerini gideriyordu. Bu sebepten karşılaşmalar oldukça sık oluyordu. İbrahim Asuman’ı görünce hemen ailesi ve okuluyla ilgi birkaç soru soruyordu, Asuman ise kısa cevaplar veriyor fakat bu karşılaşmalardaki kısa sohbetler onun da hoşuna gidiyordu. İbrahim aynı zamanda Asuman’ın okul çıkışlarına gidip onu görmeye çalışıyor belki bir tebessüm eder de hafızama kazır, gece rüyalara öyle dalarım diye bekliyordu.
Bir gün Asuman öğle arasında annesinin ona verdiği telefon faturasını yatırmak için postaneye gittiğinde yine İbrahim’le karşılaştı. Selamlaştıktan sonra İbrahim, Asuman’a çok sıra olduğunu okula geç kalabileceğini söyledi.
“İstersen senin için sırada beklerim benim bol bol zamanım var sen dersine yetiş” deyip elindeki faturayı ve Asumanın annesinin faturayı ödemesi için verdiği parayı aldı. Asuman bu nazik ve düşünceli davranış karşısında tebessüm ve teşekkür edip okula doğru yol aldı. İbrahim uzun zaman aynı ince jestleri devam ettirdi. Bu küçük düşünceli davranışlar, Asuman’ın yorulmasına dayanamaması, Asuman için çaba sarf etmesi genç kadını etkiliyor ruhunu okşuyordu.
Kendini sevdiği bir romanın kahramanı gibi hissediyordu Asuman.
Cengiz Aytmatov’un Selvi Boylum Al Yazmalım romanındaki “Sevgi emektir” cümlesini yaşıyordu adeta. Hatta tam da o yıllarda bu roman bir sinema filmine uyarlanmıştı. Herkes Asya ile İlyas’ın yaşatamadıkları aşklarına ağlarken Asuman, Asya ile Cemşit’in emek ve fedakarlık dolu sevgisine özeniyordu…
Asuman’ın okulu bitti ve Asuman evine iki vesait uzakta bir okulda öğretmenliğe başladı. İbrahim ise artık Çapa Öğretmen Okulu çıkışlarında değil, Asuman’ın öğretmenlik yaptığı okulun çıkışlarını beklemeye başladı. İbrahim’in her gün okul önünde beklediğini gören Asuman; “Ne geziyorsun burada İbrahim?” diye soracak olunca “Buralarda işim vardı, geçerken uğradım, buradan geçiyordum,” gibi yanıtlarla karşılaşıyordu. Asuman için geldiği besbelliydi, İbrahim’in yurdu buraya epey uzak kalıyordu. Buralardaki tek işinin Asuman olduğunu genç kadın da oldukça iyi biliyordu.
Okul çıkışlarında aynı otobüse biniyorlardı, sık konuşmuyorlardı. Altı ay her cuma hiç durmadan konuşan Asuman ve İbrahim değildi sanki. Biraz İstanbul’u izler, biraz utanarak birbirlerinin yüzlerinde gözlerini gezdirirlerdi. Adeta aralarında bir sıraya koymuşlardı bu işi.
İkisi aynı anda birbirlerine bakacak kadar cesaretli değillerdi.
Asuman İbrahim’i izlerken İbrahim otobüsün camından dışarıyı izler yolcuları gözlerdi; İbrahim, Asuman’ı izleyecek olunca genç kadın utanarak başını öne eğerdi. Otobüste çoğunlukla oturacak boş koltuk olmazdı, yan yana oturamazlardı. Otobüsteki ayakta giden yolcuların kullandığı tutacaklara tutunurlardı. O an kolları birbirine değince Asuman’ın kalbi yerinden fırlayacak gibi olurdu. “Ya elimi tutarsa ne yaparım? Heyecandan bayılırım herhalde” diye geçirirdi içinden.
Bu naif, çok söze gerek olmayan ve belirsiz ilişki uzun süre devam etti ta ki o güne kadar…
O gün Asuman eve döndüğünde annesi genç kızı mutfağa çağırdı. Ve konuşmaya başladı;
“Bak Asuman, artık genç bir kadınsın. Kendi paranı kazanıyorsun. Yaşında geldi. Birkaç gün sonra memleketten akrabalarımız gelecek sana talipler kızım.”
Asuman annesine hiçbir şey diyemedi ama içinde fırtınalar kopuyordu. İbrahim’i seviyordu, fakat benim bir sevdiğim var demek için İbrahim’den de bir şeyler duymaya ihtiyacı vardı. Oysa ortada koca bir belirsizlik görüyordu. Acaba İbrahim de onu seviyor muydu? Peki İbrahim, Asuman’ı isteyeceklerini duysa ne derdi? Belki de “Hayırlı olsun Asuman” diyecekti kim bilir? Yine de Asuman’ın içindeki ses bunu delikanlının bilmesi gerektiğini, bunu hak ettiğini söylüyordu.
O akşam İbrahim’i arayıp durumu olduğu gibi anlattı.
İbrahim hiçbir yorum yapmadan; “Yarın saat on ikide Ziya Pastanesinde seni bekleyeceğim,” deyip telefonu kapattı.
Asuman’ın gözüne uyku girmedi, sürekli İbrahim’i ve söyleyeceklerini düşündü, bu kez hayal denizine girerken çok daha temkinliydi. Atlayarak değil yavaş yavaş kıyıdan giriyordu. Erkenden hazırlandı, ilk maaşıyla aldığı sarı gömleğini ve kahverengi eteğini giydi, temiz ve özenli görünüyordu.
Tam on ikide Ziya Pastanesindeydi, içeri girdiğinde İbrahim’i otururken gördü. Bu buluşma iki gencin ilk gerçek buluşmalarıydı. Selamlaştılar, Asuman İbrahim’in karşısına oturdu. İbrahim garsona iki supangle ve iki çay istediklerini söyledi. İkisinin de heyecanı her hallerinden belliydi.
İbrahim artık konuşması gerektiğini düşündü ve “Ne yapmayı düşünüyorsun Asuman? Ne diyeceksin ailene?” diye sordu. Asuman iç çekerek “Aileme karşı çıkabilmem için iyi bir sebebim olmalı İbrahim ve benim şu an iyi bir sebebim yok, bu yüzden ne olacağını bilmiyorum,” dedi.
Delikanlı o anda içindeki yangını püskürürcesine; “Peki Asuman, ben ne olacağım?” dedi. Asuman önüne eğik başını kaldırdı gözleri parladı. “İşte artık onlara karşı söyleyeceğim bir şey var İbrahim” dedi ve gülümsedi. İbrahim ve Asuman supanglelerini yerken ilk defa o gün birbirlerinin gözlerine bakacak kadar cesaret buldular, uzun uzun baktılar, güldüler. Tatlı yiyip tatlı konuşmak ne demekmiş o masada anladılar.
Nişanlandılar.
Bir müddet nişanlı kaldıktan sonra İbrahim henüz okulunu bitirmemiş ve askerliğini yapmamışken tanışmalarından sonra geçen yedi yılın akabinde evlenip yuva kurdular. Birbirlerine olan saygıları asla bitmedi, İbrahim hekimliğe başlayana kadar Asuman çalıştı.
Bazen zorlansalar da her zaman emeğin önemini, zorlukların insanı güçlendirdiğini unutmadılar. Bu iki insanın hayatları hep fedakarlık ve emek ile geçti.
Üç tane evlatları oldu. Onur, Ziya ve Seda.
İbrahim her tanışma yıldönümlerinde Asuman’ın görev yaptığı okula bir çuval simit gönderdi. Asuman ise o gün mutlaka çiğköfte yoğurdu. Her zaman telefon onlar için sadece bir iletişim aracı olmaktan çok daha başka anlamlar ifade etti. Başlangıçlar, bekleyişler, heyecanlar, korkular…
Görevleri dolayısıyla il il gezdiler. Çevrelerindeki tüm insanlara hayatı paylaşmanın ne demek olduğunu, sevgiyi, saygıyı, fedakarlıkları, iki insanın birbirlerini sevdikleri ve istedikleri sürece hayatın daha yaşanabilir olduğunu gösterdiler.
Peki şimdi ne yapıyorlar diyecek olursanız;
Bir gün yolunuz Maraş’ın Pazarcık ilçesine düşerse, Yukarı Pazarcık Mezarlığına girdikten sonra sağdaki taş yolu takip ederek yolun bitiminde Asuman Canan’ın karanfillerle dolu kabrinde soluklanıp, baş ucunda duran banka oturup ona, onun hikayesini bildiğinizi söyleyebilirsiniz.
Belki bir de dua okursunuz, kim bilir?
Haaaa, kabrin yanındaki içi boş mezarı merak edecek olursanız o da Asuman’a kavuşacağı günü bekleyen Lahmacuncu Ökkeş’in mezarıdır.
Evet Asuman bir yaz günü son nefesini verdi. İlk buluşmasına karanfiliyle gelmeyen İbrahim, artık Asuman’ı örten toprağının üzerine diktiği karanfil ve çeşit çeşit çiçeklerle buluşmalarına devam ediyor…
Bir fincan, bir kupa, bir bardak kahvenizin yanına Ziya Pastanesinin tatlı yedirip tatlı konuşturan supanglesi tadında bir öykü bırakıyorum.
Afiyet olsun…
Edibe Vural
7 YORUMLAR
Harika bir öyküydü.
Sonunu göz yaşlarıyla okudum.
Kaleminize sağlık.
Sizin en yakın takipçinizim.
Sevgili Hesna Hanım
Öyküyü beğenmenize oldukça sevindim. Elimden geldiğince yaşamak istediğim fakat yaşayamadığım yılları anlatmaya ve Asuman’ın hikayesine can katmaya çalıştım:) Zaman ayırıp öyküleri okuyor oluşunuz beni çok onore ediyor. Çok teşekkür ederim, iyi ki varsınız 🙂
Çoook güzel bir hikaye..
Başarılarının devamını diliyorum 👐👐
Çok teşekkür ederim 🙂
Kalemine sağlık Edibe Hanım.. Daha nice yazılarınız yüreğinizle olsun..
Bu güzel temenni için teşekkür ederim 🙂
İkinci okuyuşum ve ilk okuduğum zamanki duygularla okudum yeniden.