Yazdıklarıyla Yaşayanlar

Paul Auster

10 Şubat 2020
Yazı: Yazdıklarıyla Yaşayanlar | Paul Auster | Yazan: Hasan SaraçŞeytan ayrıntıda, yazarın sırrı labirentlerde gizli.

“Okumak benim için bir kaçış, huzur ve teselliydi, kendi seçtiğim uyarıcıydı; okumak sırf o katışıksız hazzı içindi, bir yazarın sözcükleri zihninizde yankılanırken çevrenizi saran o güzelim dinginlik içindi.“

Günlerden bir gün, Manhattan’ı New Jersey’den ayıran Hudson nehrinin batı kıyısında, Newark yakınlarında bir erkek çocuğu dünyaya gelir. O gün çıkan New York Times gazetesinin üzerindeki tarih 3 Şubat 1947’dir ve Kuzey Amerika kıtası eksi 63ºC ile tarihinin en soğuk kışını yaşamaktadır. New York Times bir gün sonra da Şikagolu ünlü gangster Al Capone’un öldüğünü ve tarihte ilk defa siyahi bir gazeteci olan Percival Prattis’e, Amerikan Senatosu ve Temsilciler Meclisi’nin basın locasında görev yapma izni verildiğini ön sayfadan duyurur. Aynı gün ünlü bir yazarın da doğmuş olduğunun kayıtlara geçmesi içinse yaklaşık yarım asır daha beklenecektir.

Polonya göçmeni bir Yahudi olan baba Samuel ve anne Queenie yeni doğan oğullarına Paul adını koyarlar. Daha önce ünlü mucit Edison’ın ekibinde çalışmış olan Samuel, o sıralarda mobilya ticaretiyle uğraşmaktadır. Çocukluğunda kendisinden üç yaş küçük, psikolojik sorunları olan kız kardeşi Janet’e de ağabeylik yapan Paul, okul hayatıyla birlikte okumaya merak sardırır. Şiir de yazmaktadır. O sıralarda amcası Amerika’dan ayrılmaya karar verir ve giderken tüm kütüphanesini Paul’a bırakır. Önce Salinger’den Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı ardından da Dostoyevski’den Suç ve Ceza’yı okuyan Paul artık yazar olmak istemektedir.

Çocuk yaşta annesiyle babasının boşanmasıyla yaşadığı sarsıntıyı henüz atlatamamış olan Paul, on dört yaşındayken arkadaşlarıyla birlikte açık havada kamp yapmaya gider. Aniden çıkan fırtınadan korunmak için bir yere sığınmaya çalışırlarken hemen yakınlarına düşen bir yıldırım birkaç metre ötesindeki arkadaşının ölümüne neden olur. Onu yaşama döndürmeye uğraşırken gözlerinin önünde maviye dönüşen ceset, Paul Auster’ın hayata karşı tedirgin duygular beslemesinin bir başka önemli nedeni olacaktır. Absürd tesadüflerle, beklenmedik olaylarla şekillenen romanlarının temeli belki de o dönemde atılmıştır.

“Eğer her şeye hazır olduğunuzu sanıyorsanız, hiçbir şeye hazır değilsinizdir.”

New York kentinin ünlü Columbia Üniversitesi’nden mezun olan genç yazar adayı Fransa’ya gider. Paris’te yaşadığı dört yıl boyunca çeviriler yapmak ve bir şiir kitabı yazmak dışında elle tutulur bir başarısı olmasa da o süre zarfında eserlerini daha yakından incelediği Charles Dickens, Franz Kafka ve Nobel ödüllü Fransız yazarlar Albert Camus ile André Gide’in üslubundan ve fikirlerinden etkilenecektir.

Paul beş parasız eve döndüğünde babasının yanına sığınır. Artık bir gayrimenkul zengini olan babası hiçlik içinde kendine bir yön bulmaya çalışan oğlunun depresif ruh halinden huzursuz olsa da yapabileceği pek bir şey yoktur. Bir süre sonra tek başına küçük bir stüdyoya taşınan genç adam, henüz ünlü bir yazar olmanın hayalini bile kurmaya başlamadan, babasının beklenmedik bir anda gelen ölüm haberinden çok etkilenecektir. Yıllar sonra, 1982’de Yalnızlığın Keşfi adlı otobiyografik eserinde bu duyguyu okurlarıyla paylaşır: “Bir gün yaşam var… Ve sonra, aniden, ölüm var.” Yazarın hayatında önemli bir değişiklik daha olmuştur. Artık para kazanmak için çalışmaya ihtiyacı yoktur, bundan böyle tüm dikkatini kendi tutkusuna, yani yazmaya verecektir.

“Bir insanın derisinin, aklının, kalbinin içine ulaşmak, o kişiyi sarsalamak, gözlerini açıp daha önce fark etmediği şeyleri göstermek istiyorum.“

Ünlü bir psikoloğun anlatımıyla, “Dünyayı duyularımızla gözlemliyoruz, ancak bunlar zihnimizde kelimelerle bir anlam kazanıyor. Bu nedenle bilinçaltımızı da kelimeler yönlendiriyor. Yine de kelimeler bazen yetersiz kalıyor, bir şeylerin eksikliğini hissediyoruz.” Belki anlatamayız, belki tanımlayamayız ama hissederiz işte. Paul Auster’ın kitaplarında okurlar bu duyguyla çok sık karşılaşır. Anlatılanlar vardır, anladıklarımız vardır ve başka bir şeyler daha: Karmaşık, tanımsız, absürd ve varoluşsal…

Paul Auster kitaplarının en göze çarpan özelliklerinden biri de tesadüflere ayrıcalıklı bir rol verilmesidir. Kader… Alın yazısı… İrade… Mücadele… İnanç… Hiçlik… Yoksa hepsi mi?

Yazar ilk kitabını bitirdiğinde onu basacak bir yayıncı aramaya başlar. Bir, iki, üç, beş, on… New York kentinde tam on yedi ayrı yayınevi tarafından reddedildikten sonra o kilitli kapıyı ayrıksı yapıtlara daha duyarlı bir bölgeden, San Francisco’dan bir yayınevi açar. Daha sonra New York Üçlemesi adıyla ün kazanacak bu zincirin ilk halkası olan Cam Kent 1985 yılında yayınlanır.

“Bir hikâyenin gerçekliği detaylarda gizlidir.”

Yanlış bir numara ile başlar her şey. Gece yarısı üç defa çalan bir telefon, hattın öbür ucunda bir dedektifle görüşmek isteyen inatçı bir adam. Telefon bir kez daha çalar ikinci gece. Üçüncü gece telefonu kaldıran polisiye yazarı “Evet” der, “aradığınız dedektif benim, adım Paul Auster.” Aslında Paul Auster adındaki dedektif bir başkasıdır ama rastlantının akşına bırakır kendisini ve aranılan kişi olmayı kabul eder kimliği meçhul roman kahramanımız. Neden buna razı olur? Neden bu riski alır? Bir deney faresi gibi gizemli bir labirentin içinde biteviye koşturmaya başlarken başına neler geleceğini biliyor mudur? Aslında ipler kimin elindedir? Yazarın mı, roman kahramanının mı, yoksa okurun mu? Dedektif rolünü kabul eden polisiye yazarı kimin peşine düşer? Kendi hayatının mı? İçindeki “ben”in mi, yoksa kimin?

Bu sarsıcı, varoluşçu eser hak ettiği ilgiyi görünce, bir yıl sonra Cam Kent’i ikinci bir roman takip eder: Hayaletler. Bu kez bir gece yarısı aniden bir telefon çalmaz. Roman kahramanı da bir yazar değil, gerçek bir detektiftir. Bir gün kimliği belirsiz biri, tanımadığı bir adamı takip etmesi için bu detektife telefonda para teklif eder, o da bu işi keyifle üstlenir. Peşine düşüp ne yaptığını rapor edeceği avı ise, caddenin öte tarafında yaşamını sürdüren ve başka hiçbir şey yapmadan sürekli odasında oturup çalışan kendi halinde bir yazardır. Neticede detektif de artık hiçbir aksiyona gerek kalmadan kendi odasında oturup olan biteni not defterine yazmaya başlar. Aslında nereye savrulduğunu bilmeden bir labirentin çıkmaz sokaklarında koşturmaya çoktan başlamıştır ama haberi yoktur. Bir süre sonra kendisine bu işi teklif eden müşterisinin de aslında karşı kaldırımda oturan yazarın bizzat kendisi olduğunu fark eder ve bu kumpasa karşı çıkar…

Aslında yazarların sık sık yaşadığı bir deneyim değil midir bu? Bir hikâye kurgularsınız, karakterleriniz olur ve bir süre sonra o karakterler kendi kimliklerini kazanırlar. Kimi zaman yazarlarına, yaratıcılarına başkaldırırlar ve artık kurgu sizin değil onların kontrolüne geçer. Peki, ya gerçek hayatta kontrol kimde? Bu satırları okuyan sizde mi? Bu satırların yazarında mı? Yoksa…

“Hikâyeler bir tek onları anlatabilenlerin başına gelir.”

New York Üçlemesi’nin son romanı, Kilitli Oda adıyla 1986’da yayınlanır. “Kilitli Oda” türü kriminal romanların ortak özelliği cesedin, içine girilmesi mümkün olmayan bir odada bulunmasına bir cevap aranmasındadır. Auster bu tür kurgulara bir gönderme yapar Kilitli Oda adlı eserinde. Bu kez ana karakterin adı belli değildir. Hikâyeyi onun ağzından dinleriz ama kim olduğunu bilmeyiz. Çoktandır görmediği eski bir arkadaşından bir mektup gelir kahramanımıza. Bu hikâyenin gizemine kapılan biyografi yazarı, mektupta bahsedilen değerli roman taslaklarının peşine düştüğünde, mektubu kendisine yollayan arkadaşı Fanshawe’un ortadan kaybolduğunu anlar. Aradan aylar hatta yıllar geçer, kahramanımız öldüğü varsayılan Fanshawe’un dul karısıyla evlenir ve oğlunun babalığını üstlenir. (Paul Auster genç yaşlardayken, kendisi gibi bir yazar olan Lydia Davis ile evlenmiş, hatta Daniel adında bir oğulları olmuş, ancak evlilik sadece birkaç yıl sürmüştü. Bu romanda yazar belki de bir bakıma kendi geçmişini sorgulamaktadır.) Sanki her şey durulmuş gibi görünürken eski arkadaşı Fanshawe’dan bir mektup daha gelir kahramanımıza. Aslında ölmemiştir, ailesine sahip çıkması için onu bilinçli olarak yönlendirmiştir ve davranışlarını yakından takip etmektedir. Roman kahramanımız şöyle dert yanacaktır romanın bir yerinde:

“Kocaman bir canavar gibi üstüme geliyor her şey ve kontrol edemiyorum. İçimdeki gökyüzü kararıyor; şunu kesin olarak söyleyebilirim, altımdaki toprak sallanıyor… Artık doğru tercihleri yapamıyorum. Hiç böyle olmamıştı. Elmalar portakal değil, şeftaliler de su kabağı… Ama hepsinden aynı tadı almaya başladım.”

Avcıyken av olmuştur adsız karakterimiz. Bu gidişe bir dur demeye, başkaldırmaya karar verir ancak bir kez daha içinde koşturduğu puslu labirentlerin çıkmazlarında kaybolmuş gibidir. Kaybolan gerçekten o mudur, Paul Auster’ın kendisi mi, yoksa biz okurlar mı? Kim bilebilir?

“İnsan bir hikâyenin içinde, hayalî bir dünyanın içinde yaşayabilecek kadar şanslıysa, bu dünyanın acıları unutulur gider. Zira hikâye devam ettiği müddetçe gerçek yoktur artık.”

“Bunlar artık elde kalan son şeyler,” diye yazar genç kız. “Bir gün gelecek, kaybolacaklar ve asla geri dönmeyecekler.” Paul Auster’in en önemli eserlerinden biri olan Son Şeyler Ülkesinde (1987) bu sözlerle başlar. Kaosun hüküm sürdüğü, düzenin kendini yok ettiği bir adaya, kaybolan erkek kardeşini aramaya giden on dokuz yaşındaki kız, yani Anna Blume, adadan ayrılan son gemiyi de göz göre göre kaçırır. Zira yazarın emir komutasında bir felaketten öbürüne savrulan bir maceranın kahramanı olmak gibi bir görevi vardır. Hiçliğin, anlamsızlığın sözcüklere dökülmeden anlatıldığı bu fantastik hikâyenin canlı şahidi olma görevi de okurlara verilmiştir.

“Sanırım hepimiz, mucizelerin gerçekleşebileceğine kendimizi ikna edebilmek için, imkânsız şeylere inanmak isteriz.”

Paul Auster, halen birlikte olduğu ikinci eşi Siri Hustvelt ile 1981 yılında evlenir. Birkaç yıl sonra da Sophie adında bir kızları olur. Bir söyleşisinde şöyle der ünlü yazar: “Yazarlar gazetecilerle asla konuşmamalı.” Böyle düşünmesine rağmen yazarın zaman zaman bu kuralını esnettiği de olmuştur. Bir söyleşisinde otuz yıl önce satın aldığı elde düşme Olympus marka daktilosunu hâlâ kullandığını açıklar. Zihninden geçenleri daima bir kareli deftere yazdığını, ardından oturup daktilosunda temize çektiğini anlatır açık sözlülükle. Tüm yazdıklarını kendisi gibi bir yazar olan hayat arkadaşı Siri’ye okuduğunu, onun sözünden çıkmadığını ve karısının beğenmediği her şeyi çöpe atıp yeniden yazdığını da alçak gönüllülükle itiraf eder.

Pek çok eseri Türkçe’ye çevrilen, hatta bazıları orijinal baskıyla aynı günde ülkemizde raflara yerleşen üretken yazar, Ay Sarayı (1989), Şans Müziği, Leviathan, Yükseklik Korkusu ve Timbuktu (1999) adlı eserleriyle yazarlık hayatına devam eder.

Kurgularında sürekli karşımıza çıkan belirsizlikler, tesadüfler, yazarın gerçek hayatında da benzer rolleri oynamaktadır. Bir defasında, henüz kendisini tanımadığı için Auster hakkında çıkan bir eleştiriyi gazetede okuduktan sonra “Kim bu adam?” diye arayıp soran bir film yapımcısıyla tesadüfen yolları kesişir. Auster böylece, 1995 yılında kaleme aldığı Duman ve Mosmor Surat adlı senaryoların beyaz perdeye aktarılmasında bizzat sorumluluk üstlenecektir.

Bu koşturma bittiğinde, aslında sakin ve yalnız bir hayatı tercih eden yazar, yeniden Brooklyn’deki evine geri dönüp yazı masasının başına geçer. Bu dönemde de Yanılsamalar Kitabı (2002), Kehanet Gecesi, Brooklyn Çılgınlıkları ve Yazı Odasında Yolculuklar (2007) adlı eserleriyle okurlarının karşısına çıkar.

Auster, nadiren yaptığı söyleşilerden birinde kitaplarının Amerika’dan çok Avrupa’da satılıyor olmasından şikâyet etmek yerine bunun kendisi için daha büyük bir anlam ifade ettiğini söylemekten geri durmaz. Ülkesinde kendisi hakkında çıkan eleştirileri ciddiye almasa da bu durumdan pek hoşlanmadığını, içinde yaşadığı toplumun beklentilerini karşılamak gibi bir görevinin de olmadığını savunur.

2009 yılında yayınlanan Görünmeyen adlı romanında gerçekle bellek, yazarlıkla kimlik arasındaki belirsiz sınırı irdeleyerek “Amerika’nın en görkemli yaratıcı yazarlarından biri” tanımını gerçekten hak ettiğini bir kez daha kanıtlıyor. 1967 baharında New York’ta başlayan bu roman, iç içe geçen dört bölüm boyunca Paris’e ve Karayip Adaları’na kadar uzanan karmaşık bir ilişkiler zincirini anlatıyor. Okurlarıyla bir sonraki buluşması kendi hayatından notlara ve sahnelere yer verdiği İç Dünyamdan Notlar adlı otobiyografik eseridir. Ve en nihayet, Görünmeyen’in yayınlanmasından tam yedi yıl sonra, yani 2017 yılının başlarında çıkan 4321 adlı bir New York Times Bestseller ile roman dünyasına yeniden merhaba diyecektir.

2017 Man Booker ödülünün en güçlü adaylarından biri olarak gösterilen Auster bir keresinde çağdaş yazarlar arasında kimleri takip ettiğini, kendisini hangi yazarlara daha yakın hissettiğini soran yorumcuya kısa bir duraklamadan sonra şu cevabı verecektir:

“Bir başka gün sorsanız belki size farklı isimler verebilirdim, ancak madem ki merak ettiniz, şu anda aklıma gelen isimler Peter Carey, Charles Baxter, Philip Roth, Salman Rushdie ve Orhan Pamuk.”
 
 
 

Bu portre, yazarımız Hasan Saraç’ın Yazdıklarıyla Yaşayanlar adlı eserinden alınmış olup, yayıncı kuruluş Portakal Kitap‘ın özel izniyle yayınlanmıştır. Bir başka ortamda kullanılması, paylaşılması yasaktır…

 
 
Hasan Saraç

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

2 YORUMLAR

  • Yanıtla Atakan Balcı 10 Şubat 2020 at 13:44

    Paul Auster’in “Son Şeyler Ülkesinde” adlı romanını ne kadar büyük bir beğeniyle okuduğumu anımsıyorum. Önemsenmesi gereken bir yazı, teşekkürler!…

  • Yanıtla Hasan Saraç 10 Şubat 2020 at 14:44

    Katkınız için teşekkür ederim. Bence de yazarın en etkili romanlarından biri Son Şeyler Ülkesinde… Ayrıca, Postmodern Edebiyat’ın Salvador Dali’si olarak tanımladığım Haruki Murakami’nin Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu adlı eseriyle de büyük benzerlikler taşıyor. Zaten her iki yazar da roman kahramanlarını zor durumlara düşürmekten, içinden çıkılmaz labirentlerde nefes nefese koşturmaktan büyük zevk alıyor. Oysa yaşam tarzları ve hobileri öylesine farklı ki…

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan