Sentez

Yara Bandı Tutmayanlar | Leylâ’nın Anlatısı

29 Ocak 2021

Öykü: Yara Bandı Tutmayanlar | 9 | Leylâ'nın Anlatısı | Yazan: Özge Can

 

İndeks

Birinci Bölüm: Türkan’ın Sahipliği
İkinci Bölüm: Derya’nın Ateşi
Üçüncü Bölüm: Nesrin’in Korkusu
Dördüncü Bölüm: Belgin’in Kelimeleri
Beşinci Bölüm: Nazmiye’nin Kaybı
Altıncı Bölüm: Maktul
Yedinci Bölüm: Melike’nin Yangınları
Sekizinci Bölüm: Müjgân’ın Tenhalığı
Dokuzuncu Bölüm: Leylâ’nın Anlatısı

 

Dokuzuncu Bölüm | Leylâ’nın Anlatısı

 

“İnsan kendisinden ne yaratırsa ondan ibarettir.”
Jean-Paul Sartre

 
Anlattıkça, ben kedimi yeniden doğuruyorum. Cümleler döküldükçe dilimden, yeni benimle tanışıyorum. Sevdiğim, nefret ettiğim, sır perdesinin ardında kalan gizli benime ulaşıyorum. Beni doğru anlasınlar, yanlış anlasınlar umuruma değmiyor. Ben benimle yeni gizlere yolculuk yapıyorum ya, ne âlâ. Nasılsa “deli” diyorlar. Anlatıcı olmayı deli olmaya eş değer görüyorlar.

Önce canlı varlıklarla konuşarak başladı bu anlatıcılık. Anneme anlattım, babama, ablama. Çok konuşunca insanlar sizi dinlemiyor, fark ettiniz mi daha önce? Sözleriniz, anlamından uzak ses öbeklerine dönüşüyor. Aldığım anlamsız yanıtlardan anladım bunu. Annem fasulye ayıklarken, Bambi’nin maceralarının arasına “şuradan soğan getir” dediğinde; babamla tavla oynarken zarı sallayan kapalı parmaklarını öperkenki gibi beni hiç öpmediğini söylediğimde “su getir” dediğinde de. Dinlemek için sevmek gerekliydi. Sevgi merakı tetiklerdi. Onlar beni sevmedi. Ablam sevdi de ne oldu sanki? O da aklının iplerinde kukla yapmıştı beni; canı istediğinde seslendiriyordu. Oyun arkadaşım olmaktan sıkılmıştı belki de.

Cansız varlıklara geçtim ben de.

Yatırınca mavi gözleri kapanan taş bebeğime anlattım; uyuyunca masallar, uyanınca hikâyeler. Oyun kurduğum beş taşlarıma; köprüden geçerken canımı yakmadıklarında. Sütlü çikolata rengindeki tombik pelüş ayıcığıma; kabuslarımdaki silahla yüzüme vuran karanlık yüzlü adamları.

Bir zaman sonra yavrularını şişe içine tıkıp, evrim geçirişlerini izlediğim kurbağa larvalarına anlattım; koza içinde büyüttüğüm kelebeklerimi, dut ağacı yapraklarında yaşam bulan tırtıllarımı. Boş tarladaki yüz yıllık kör kuyunun karanlığına anlattım; sokak lambasının sarı ışığında canlanan incir ağacı yapraklarını.

Ergenlik diye adlandırılan evreye geçtiğimde mor menekşe aldım kendime. Üç tel yaprağının ortasında inatla çiçek açmayı başaran mor menekşeyle hasbihal ettim uzun yıllar. Bir zaman sonra o da kurudu dilimden.

Kimsenin kimseyi dinlemediği sesler okyanusunda içime döndüm ben de. İçimi içime döktüm; “İçimi açtım sana, içini açmak için”* diyen şaire inat. Kimsenin içiyle işim yoktu. Benim ki “sus” distopyası kurduğuna göre, başkalarının sesine kulaklarımı tıkadım. Bütün distopyalar karanlık değildir elbette. Benim ki bozkır sarısıydı; verimsiz, susuz, yalnız.

Hayrettin vardı. Yazın sıcağında paltoyla gezen. Önünden biri geçince iki parmağını ağzına götürüp boş nefesini gökyüzüne doğru üfleyip “bir dal versene” diyen.

Tarlanın ortasındaki yıkık evin dökük cumbasında yatar, üzerine eprimiş küf yeşili battaniyeyi sarardı. Sokaklarda türkü çığırırdı. Ağzından dökülen yarım kelimeleri kim anlamış kim anlamamış umursamazdı. Direkt konuşmazdı kimseyle, bir de bakmazdı gözlere. Çocuklar hariç. Saçlarını okşardı. Tabii yanına yaklaşmaya cesaret edenlerin.

Benim içimin sözüne, ses oldu Hayrettin. Ona anlatmaya başladım. Kuyunun kırık duvarına sırtımızı verip mevsimleri örtü yapıyorduk üstümüze. Hayrettin’in avare yaşamından onu sakınmayanlar, beni sakındı. Kadın olarak başıma gelebilecek ihtimaller; “deli” olmamdan daha çok korkuttu ailemi. Benden esirgenen sözler, Asuman Doktora anlatırken şelale olup aktı dillerinden. Ben annemin doğurduğu Leylâ değildim artık, ben içimdeki benlerden yeni ben doğurdum kendime.

Ben anlatıcı olmayı seçmiş, aklını söze yüklemiş “deli” bir Leylâ oldum!

Burada hikâyeler buldum. Kadınlığından tat alamamış, yoklar âlemine yol almışların hayatına takıldım. Bahçede bin yaşındaki çınarı dinleyici yaptım kendime. Dünyam burayla sınırlandığından ben de burayı anlatıyorum. Bazen onların dilinden, bazen benim. Türkan’ı, Derya’yı, Nesrin’i, Belgin’i, Nazmiye’yi, kendini maktul eden Cevriye’yi, Melike’yi, Müjgân’ı anlatıyorum. İsimler değişiyor, kimlikler değişiyor, hikâyeler aynı kalıyor. Ha ben Nazmiye olmuşum, ha Nazmiye Nesrin.

Asıl olan hikâye, öyle değil mi?

Bir kadın ömrünce bin kadının hikâyesiyle yaşamıyor mu zaten? Kendini maktul eden Cevriye’nin bedenindeki yara izleri hepimizin içinde yok mu? Türkan’ın sahipliğinin içinde hepimizin sahip çıkamadığı yaşanmışlıklar yok mu? Derya’nın kandığı bir çift gözde kaybolduk illa ki biz de. Belgin’in sessizliğinde sesimiz kısıldı; Nesrin’in kaybolmuşluğunda aradığı aitlikte kaybolduk. Nazmiye’nin aklının iplerine sarılıp, Hikmet’in kara gözlerinde kaldık. Melike’nin unutuşuna mim koyup ateşte sözümüzü yaktık. Müjgân’ın şekerlenmesine dalıp, ötesindeki dünyada hayallere daldık.

Bu bin yıllık çınarın gövdesinde bin yıllık yaralar.

Mevsimler geçerken üzerinde biriktirdiği anılardan kabukları yarılıyor; düşüyor toprağa, yenisi geliyor alttan. Toprağa düşen her parçadan, yeni öz, gövdesinde can buluyor. Üzerine vuran güneşten, ıslandığı yağmurdan devinimlerle güç alıyor. Tüm kadınlar da bu çınar gibi; birbirimizin canından can buluyoruz. Gidenler de kalanlar da birbirimizin devamıyız. Anlattıkça devinim yaşıyoruz. Sesim dilimden, etimden çınara ulaşıyor. Bu çınar ağacına dokundukça elimin ayasında yarıklar oluşuyor. Her hikâyeden sonra bir parça toprağa karışıyor. Yarıklar yaraya dönüşüyor. Yaralarım iyileşmeden yenisi açılıyor. Yaraları şifa bulamayan kadınları anlattıkça her gün yeni bir ben doğuruyorum kendimden.

Ben anlatıcı olmayı seçmiş, aklını söze yüklemiş, “deli” bir Leylâ’yım…
 
 

…SON…

 
 

Özge Can

 
 

Açıklamalar

* Eski Avluda, Birhan Keskin    ⇡⇡⇡
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan