Şüyuu Vukuundan Beter

Cafer ve Süleyman Soylu

24 Mart 2022

Öykü: Cafer ve Süleyman Soylu | Yazan: Diren Selimoğlu

“Başka bir hayatta görüşürüz kardeşim.”
Henry Ian Cusick, Lost

 
Biramı yudumlayıp huzur içinde denizi seyrederken o sesi duydum:

“Direeennn! Lan Direeeeen. Sen de mi buradasın amcık!”

15 dakika önce başlayıp ebediyen sürecek huzurum ortaokul arkadaşım Cafer’in sinkaflı sorusuyla son bulmuştu. Üstelik yalnız da değildi. Yanında içişleri bakanımız Sayın Süleyman Soylu vardı…
 
 

*

 
 
Uyandım ama yataktan çıkasım yok. Hiçbir şey yapasım yok. Ne iş arayasım, ne yemek yiyesim, ne arkadaşlarımla buluşasım… Hiçbir şey…

Mecburen kalktım yataktan. Dünden kalan pizzadan bir dilim aldım. Tadı biraz garipti ama yine de açlıkta iyi gitti. Başvurduğum ilanlardan dönüş yapan var mı diye bilgisayarı açtım.

Neredeyse 2 yıldır işsizdim. Son çalıştığım derginin insan kaynakları müdürü “Direncim, tamam iyisin falan ama artık kimse dergi almıyor ya. Her şey internette, dijitale geç sen, bitti kağıt işleri. Ayrıca o tweetlerine de dikkat et biraz” diyerek iş akdimi fes etmişti. Kovulduktan sonra anlamıştım ki her şey internette falan değildi. Ya da ben internetlik değildim. Başvuru yaptığım yerler CV’den önce twitter adresimi soruyordu. 2 yıl boyunca tazminatla, baba parasıyla dolandım serseri gibi ama artık mutlaka bir şey yapmalıydım.

Mailimde gördüğüm mesaj beni biraz üzdü:
 

Merhaba Diren Bey,
Başvurunuz, laubali tavrınızdan dolayı reddedilmiştir.
İyi günler.

 
‘Yahu ne yazdım’ diye düşünerek gönderdiğim maile baktım:
 

Elif Hanım merhaba,
İnternet editörü ilanınız için CV’m ektedir. Ben de tarafsız ve özgürüm.
Twitter: @direnselimoglu
Değerlendirirseniz çok mutlu olurum.
Sevgiler

 
‘E bunda bir şey yok ki’ diye düşünürken gözüm mail ayrıntılarına takıldı:

From: Elif Siyahoğlu <elif.siyahoglu@tarafsizveozgurmedya.com>
To: Diren Selimoğlu <esenyurtlu_baba_koyar@gmail.com>

Yanlış mail adresimden başvuru yaptığımı hafif bir tebessüm ve bolca sinirle öğrenmiştim.

Pizzanın son dilimini almaya hareketlenmişken bir mail daha geldi. İlginç bir şekilde gönderen kısmı boştu. “Spam mail” diye düşünmeme fırsat vermeden mailin adımla başladığını gördüm:
 

Diren Bey, sizinle çalışmak için sabırsızlanıyoruz.
Bugün saat 2’de ofisimize bekliyoruz.
Adresimiz: Şehit Muhtar Mahallesi, Feridiye Cad. No:8 Beyoğlu/İstanbul.
Selam ve dua ile.

 
Ve aleykümselam… Hadi buyur. Burası neresi ki? Nerelere başvurdum ben? Başvurularım arasında Taksim var mıydı? E şimdi “Siz kimsiniz?” diye mail atsam ayıp olacak. Ne kadar kuşku içinde olsam da ‘Taksim’de kaçırılmam’ herhalde diyerek gitmeye karar verdim. Hem zaten sabırsızlanıyorlarmış. “Mahalle”yi uzun, “cadde”yi “cad.” şeklinde yazmalarına da sinir oldum sebepsiz. Pizzamı bitirdikten sonra çıktım evden.

Otobüsten inince adresi navigasyona yazdım. 600 metre uzaklıktaydı benimle çalışmak için sabırsızlanan insanlar. Ben de sabırsızlandım yalan yok. Daha çok merak tabii.

Navigasyon beni Tarlabaşı’nın iki yanında da inşaat çalışması olan bir sokağa sokmuştu. Yanlarındaki inşaatları görmezden gelirsek belki de İstanbul’un en fotojenik sokağıydı. Her şeyleri simetrik, ağaçlı ve renkli… Yürümeye devam ederken telefonumun üst ekranından bir SMS bildirimi indi:

DUR!

Gerçekten de durdum. ‘Ne bu?’ diye düşünmeme kalmadan yaklaşık 20 cm önüme yukarıdan düşen bir demir saplandı. 3 saniye sonra 20 cm arkama bir demir aynı şekilde saplandı. 3, 4, 5 derken yukarıdan demir yağmaya devam ediyordu. Saplanan demirler beni bir çember gibi sarmıştı. Kıpırdamama imkan yoktu. O sırada gözüm telefondaki navigasyona takıldı.

Kalan mesafe: 89873478982345 km
Kalan süre: 8 saniye

‘İmdaaat’ diye bağırmaya yeltendiğimde üzerime düşen çekici gördüm…
 
 

*

 
 

Lost adası gerçekmiş lan!

Gözümü açtığımda ilk düşündüğüm şey tam olarak buydu. Böyle bir senaryonun sıfırdan yaratılmasına ihtimal vermiyordum zaten. Belli ki birileri görmüş burayı uçak camından, yapıştırmış hemen 6 sezonu. Jack’i, Sawyer’i falan kurgulamışlar işte.

‘E istediğim buydu zaten’ diye düşündüm kendi kendime. Teknoloji yok, insan yok, metrobüs yok, belediye başkanı yok. Harika bir ortam.

Hayatım iş aramakla, bulduğum işlerden kovulmakla, akbil doldurarak falan geçecekken şu an tam olarak olmak istediğim yerdeydim işte.

Yemek işini de halledememem imkansız. Topraktan anlıyorum, balık tutabilirim ki ayrıca bilen bilir burada Dharma Initiative diye bir oluşum var. Eskiden bu adada testler yapan bilim insanları varmış. Bu adanın yeri kimse tarafından bilinmediği için öyle ha deyince buradaki bilim insanları, “Ben bi’ Eminönü’ne gidip Neslihan Büfe’de dürüm çakayım sonra döner hallederim bu bilim işlerini” deyip adadan ayrılamıyormuş. O yüzden de bu Dharma Initiative, düzenli olarak paraşütle konserve, yemek, bira falan atarmış adanın bazı bölgelerine.

Sonra adada kimse kalmamış ama Dharma Initiative bu durumu bilmediği için erzak yollamayı sürdürmüş yıllarca. Ha onlar da işin farkına varıp bu desteği bitirdiyse eski gönderdikleri konservelere çökerim, nedir yani.

Başıma gelen onca saçma ve olanaksız şeylerden sonra bunları düşündüğüme inanamıyordum.

Sanırım bir tür şok geçiriyordum. Nasıl geldim lan ben buraya?! Bunları düşünmenin manası yoktu. Buradaydım işte.

Keşif için sahile çıktığımda düşüncelerimde haksız olmadığımı gördüm. Yerde açılmamış konserve kutuları, hemen kıyıda ise içinde yatağından banyosuna kadar her şeyi olan bir kulübe vardı.

Biramı yudumlayıp huzur içinde denizi seyrederken o sesi duydum.

“Direeennn! Lan Direeeeen. Sen de mi buradasın amcık!”

15 dakika önce başlayıp ebediyen sürecek huzurum Cafer’in sinkaflı cümlesiyle son bulmuştu. Üstelik yalnız da değildi. Yanında içişleri bakanımız Sayın Süleyman Soylu vardı.

“Olm beni uçaktan attılar lan. Durup dururken uçak yolcuları ayağa kalktı, bana sinirli sinirli baktılar. Sonra bir anda beni sıkıca tutup aşağı attılar! Burada ormanda bir ağaçta sıkıştım kıpırdayamıyordum da Allah’tan abi gelip kurtardı beni. Abi çok Allah
razı olsun. İsim neydi bu arada?”

“Süleyman.”

“Çok sağol Süleyman abi.”

Belli ki Cafer’in partili cumhurbaşkanlığından, kabineden, millet meclisinden, bürokrasiden falan haberi yoktu.

“Diren burası neresi? O insanlar beni neden uçaktan attı? Hadi attılar madem, nasıl ölmedim lan ben! Uçaktan düştüm olm uçaktan, boru değil. Senin burada ne işin var? Ama sana bir şey diyeyim mi Diren, o ağaca çakıldığımdan beri içimde tarifsiz bir huzur var. Ben sevdim burayı. Sikseler gitmem bir yere. Süleyman abi sigara var mı sende?”

“…”

Issız bir adaya düşerseniz yanınıza almayacağınız ilk şey Cafer olmalıymış.

“Cafer yanındaki adam İçişleri Bakanımız Sayın Süleyman Soylu. Adama abi deyip durma. Ben de çok saçma ve hâlâ anlamadığım şekilde buraya geldim. Belli ki sayın bakan da kendi isteği dışında buraya gelmiş. Dur bi’ sakin ol, çözeriz elbet, yanımızda devlet insanı var.”

“Süleyman abi, kusura bakma, ben çok anlamıyorum siyaset falan. En son Turgut Özal’da bıraktım ben o işleri.”

Süleyman Soylu “Tamam” anlamında başını salladı. Ben onun bir şeyler demesini bekliyordum ama tek kelime etmiyordu.

-“Sayın bakanım siz daha iyi bilirsiniz ama önce bi’ etrafı dolaşalım, bizim gibiler var mı diye. Belki ortak bir nokta buluruz da ayrılırız buradan. Ha ben de Cafer gibi burada kalma taraftarıydım. Ama tek kalacaksam kalmak isterim. Cafer’le ıssız bir adada kalma gibi bir niyetim yok. Ve tabii ilk önceliğim de sizi sağ salim Ankara’ya ulaştırmak. Tüm ülke sizi arıyordur şimdi…”

“Haklısın; bakalım etrafa” deyip yürümeye başladı.
 
 

*

 
 
Uzun bir yürüyüşün ardından hiçbir ipucu bulamamıştık. Adada bizden başka kimse olmadığı belliydi. Artık güneş batmıştı. Süleyman Soylu’ya “Sayın bakanım, burada biraz dinlenebiliriz. Orman içinde bir kulübe var, yemek de vardır. Ateş de yakarız” dedim.

İkisi de şok olmuştu. “Nasıl kulübe var? Ne yemeği? Ateşi nasıl yakacaksın?” gibi sorular sordu sayın bakan. “Müsaade ederseniz, yemek yerken anlatayım bildiklerimi” dedim. Cafer, “Ne biliyon olm, sigara var mı?” dedi. Sayın Bakan da “Anlat bakalım” dedi.
 
 

*

 
 
İkisi de Lost’u izlememiş. O yüzden epey zorlandım. Adanın ve adadaki erzakların kaynağını kabaca anlattım. Bu adaya giriş çıkışın imkansız olduğunu söylediğimde Cafer lafa girdi.

“Diren, benim sevdiğim kız başkasıyla evlendi. İş güç desen yok zaten. Ben burada ölürüm sorun yok. Bu saatten sonra ben bu dünyanın anasını sikeyim.”

Süleyman Soylu söze girdi:

“Gençler belli ki uzun süre buradayız. O yüzden bana abi diyebilirsiniz. Burada bürokrasinin bir geçerliliği yok. Bir işin içine düştük ve bu işte birlikteyiz. Biliyorsunuz ülkemiz deprem bölgesinde. Ben de depremle ilgili çalışmalar kapsamında bir simülasyona katıldım. Depreme yakalanırsak ne yapabiliriz, neler yapmalıyız konulu bir simülasyon. Temsili olarak bir evin içindeydik. Sonra ev teknolojinin yardımıyla sallanmaya başladı. Yani o an depremi gerçekten yaşadık. Ev sallanırken kapı altında, koltuk kenarında gizlenmek gibi depremde yapılması gereken hareketleri yapıyorduk. Ama o an çok enteresan bir şey oldu. Sanki yaşadığımız şey bir simülasyon değil de gerçekti. O kadar ki eğildiğim yerden fay hattını gördüm ve o gördüğüm fay hattı beni içine çekti. Gözümü açtığımda Cafer’i ağacın tepesinde gördüm.”

Gerçekten her şey inanılmazdı. Bu ada, buraya gelişimiz, iş görüşme mailim, navigasyon, deprem, uçak… Bir tane akla yatan bir şey yoktu. Sonra Süleyman abi devam etti.

“Enteresandır, ben de Cafer gibi düşünüyorum. İnanılmaz bir huzur var içimde. Deniz havasından herhalde.”

“Yok Süleyman abi yok. Ben deniz kenarında büyüdüm, bu deniz işi değil. Bi’ maraz var burada. Ama iyiyim yani. İyi ki gelmişim buraya… Ben bi’ sigara arayayım, içeride vardır kesin” deyip kulübenin içine girdi.

“Süleyman abi, ben de işsizim. 2 yıl önce dijitalleşmeyi ve twitterımı gerekçe göstererek kovdular beni. İşimde de iyiydim yani. Ama öyle koydular kapı önüne.”

“Dijitalleşmeyi anlarım da Twitter ne iş Diren?”

“Abi gerçekten bilmiyorum. Al bak tweetlerime, var mı bir şey? Aa pardon Internet çekmiyor buradan.”

“Kimseye hakaret falan etmedin, değil mi?”

“Yok abi yeminle hakaret, küfür falan yok. Goy goy amacım benim yani.”

“Mizahtan anlamayanlarla çalışmaman iyi olmuş Diren. Boşver daha iyisini bulursun.”

“Yok abi valla ben dönmek istemiyorum. Burası mis gibi yer. Konuyu oraya getirecektim ben de. Olur da dönme ihtimalimiz olursa sen bu Cafer’i alıp öyle git abim. Ben kalayım burada.”

“Seni bırakmam. Bu yolda birlikteyiz. Ya hep beraber ya hiçbirimiz!”

İçişleri Bakanı’nın bana atıfta bulunarak “Ya hep beraber, ya hiçbirimiz” demesi gururumu okşamıştı…

“Tavla var lan, tavla! Olm tavla var! Turnuvaya oturalım mı Süleyman abi?! Boş oynamam ha!”

Cafer elinde salladığı tavlayla dünyanın en mutlu insanıydı.
 
 

*

 
 
Günlerce hatta haftalarca tavla oynadık. Üçümüzün de keyfi yerindeydi. Hiç dönmekten bahsetmiyorduk. Ben Lost’u en ince ayrıntısına kadar anlattım bu süreçte. Aklıma yeni ayrıntı geldikçe adanın o bölgesine gidiyorduk. Tüm istasyonları dolaştık. Sağlık ekipmanlarını keşfettik ama ihtiyaç duymayacağımıza o kadar emindik ki. Bırak hastalanmayı, sağlığımız hiç olmadığı kadar iyiydi.

Yemeklerimiz sonsuzdu ama hepimizin canı fast food çekiyordu. Uzun arayışlarımıza rağmen bulamadık konserve fasulye dışında bir şey.
 
 

*

 
 
Cafer’le Süleyman abi tavlaya oturmuştu yine. Ben de onları izliyordum. Süleyman abi dertli dertli içini çekti:

“Şimdi bir dilim pizza için neler vermezdim…”

“Valla Süleyman abi al benden de o kadar. Uçakta yemek vermezler diye yanıma almıştım 3 dilim pizza. Mis gibi yemiştim valla mis… Abi o zar oraya gitmez ama…”

Tüm olanları tekrar düşünmeye başladım onları tavlada bırakarak sahilde yürüyüşe çıktığımda. İsimsiz bir mail, Taksim otobüsü, navigasyonun beni bir anda Tarlabaşı’na yönlendirmesi, “Dur!” mesajı, saplanan demirler, kafama düşen bir çekiç ve buradayım. Bir şey olmalı. Bir ortak nokta. Hassiktir! Pizza? Benim de buraya gelmeden önce yediğim son şey pizzaydı. Olabilir mi? Lan daha “Olabilir mi”si mi kaldı?! Lost adasındayız amk!
 
 

*

 
 
Koşarak gittim yanlarına Cafer bağırıyordu: Ağlayacaksan oynamayalım kardeş! İki mars bir düz. Lombaaakk.

“Ya siktirtme şimdi pulunu zarını Cafer!”

“N’oldu be?”

“Dur bi’ dakka sen. Süleyman abi; sen şu deprem simülasyonundan önce en son ne yedin hatırlıyor musun?”

“Dün gibi hatırlıyorum. Bizim gençlerden biri pizza restoranı açmıştı, öncesinde oradaydık. O yüzden günlerdir canım pizza çekiyor. Neden sordun?”

“Abi çok saçma farkındayım ama üçümüzün de yediği son şey pizza. Şimdiye kadarki tek ortak yönümüz bu. Kesin bir şey var.”

“Hakikaten çok saçmaymış Diren.

“Abi düşün şimdi. Sen fay hattına girip kendini burada buldun, ben demirden çemberin içinde sıkışıp buraya geldim, bu adam uçaktan atıldı abi. Pizza mı saçma?”

“Yani doğu diyorsun ama bu kadar olağanüstü durumu pizzaya bağlamak çok mantıklı gelmedi. Kendi içinde tutarsız yani. Lost’ta pizza var mıydı?”

“Yok abi Lost’la ilgili değil bu.”

O ana kadar susan Cafer söze girdi:

“Bırak şimdi pizzayı abi! Süleyman abiyi ağlattım ağlattım! Aç koltuk altını, al bu tavlayı bakanım!”

Süleyman abi çok sinirlendi. Bir şey demedi ama çok belliydi. “Sen görürsün” der gibi başını salladı. Aynı anda ada sallanmaya başladı. Yerimizde duramıyorduk sallantıdan. Dalgalar da yükselmeye başlamıştı. Kaçacak bir yerimiz yoktu. Sonumuz gelmişti artık. Ada suyun içine batıyordu. Koskocaman bir dalga geldi ve bizi yuttu.
 
 

*

 
 
Navigasyon beni Tarlabaşı’nın iki yanında da inşaat çalışması olan bir sokağa sokmuştu. Yanlarındaki inşaatları görmezden gelirsek belki de İstanbul’un en fotojenik sokağıydı. Her şeyleri simetrik, ağaçlı ve renkli…

Belirtilen adrese de 20 metre kaldığı bildirimi geldi. No:8’i gördüm. No:7’de ise İstanbul’da uzun zamandır aradığım ispir fasülyecisi vardı. ‘Nasılsa zamanım var’ diye düşünerek fasülyeciye girdim. Siparişimi verdikten sonra gözüm televizyona takıldı.

Televizyonda İBB’nin düzenlediği tavla turnuvasının açılış görüntüleri vardı. Açılış kapsamını İçişleri Bakanı Süleyman Soylu yapıyordu.

‘Tavla ve Süleyman Soylu ne alaka?’ diye düşünürken Soylu’nun sözleri ekranda yankılandı:

“Bugünkü tavla müsabakalarına baktığımız zaman bu aktivitenin neredeyse büyük bölümü şiddet, küfür, yalan-dolan ve sahtekârlıklarla doldu. Saygıyı en çok aradığımız müsabakası belki de şu dönemde tavla olmuştur. Katılımcılardan tek beklentim, rakiplerine saygılı olmalarıdır.”

Hayatımda duyduğum en absürd açıklamardan biriydi. Konuşma sürerken gözüm tanıdık bir isme takıldı. Cafer Okdemir.

“Sosyal medyada devlet büyüklerine hakaret ettiği iddia edilen Cafer Okdemir tutuklandı.”

Altyazıyı okuduktan sonra Cafer Okdemir adında bir ortaokul arkadaşım olduğunu hatırladım.

‘Umarım o değildir’ diye düşünerek fasülyemi yedim.
 
 
Diren Selimoğlu
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan