Varoluşsal İkilemler

Sedir Ağacının Gölgesinde

13 Kasım 2023

Yazı: Sedir Ağacının Gölgesinde | Yazan: Josef Kılçıksız

Kırık kalpler cumhuriyeti Lübnan’dayım.

İnsanlar Hizbullah bölgesinden fırlatılan füzelerin İsrail ile yeni bir savaşa yol açmasından korkuyorlar. Bu korkuların arka planında yakın zamanın savaşları ve hayaletleri saklı. Üstelik birçok Lübnanlı Filistin meselesinde silahlı mücadelenin romantik Yeşilçam filmlerini andıran, artık gerçekçi olmayan bir seçenek olduğuna inanıyor.

Lübnan’da yaşayan Filistinlilerin kesin sayısını kimse bilmiyor. 12 kamp ile 156 toplu yaşama yerinde yaklaşık 250 bin Filistinlinin yaşadığı tahmin ediliyor ve mağduriyetlerine rağmen bu insanlar Lübnan’da sevilmiyor. Filistinli nüfusundaki artış haliyle mezhepçi hassasiyetleri de teyakkuza geçiriyor. Aslına bakarsanız, yarım kalmış hikâyeler, vatansızlık ve muhacir olmak Lübnanlıların da yakından deneyimlediği fenomenler çünkü onlar da bir halının binlerce ipliği gibi dünyanın değişik ülkelerine dağılmış bulunuyorlar.

Lübnan’daki Filistinlilerin durumu bana eski bir Yunan trajedisini anımsattı.

Zeus’a kurban edilen insan ve hayvan eti birbirine karıştırılmış ve pişirilmişti. İnsan etinden kim yerse 9 yıl boyunca kurda dönüşüyordu. Yunan miti, insan eti yemenin bir yarım nesil sonra bile hazımsızlığa yol açtığını ve bu alışkanlığın onun insancıl usarelerini çürüttüğünü gösteriyor.

İnsanlar, ülke ekonomisinin çökmesi, rüşvet ve bölgedeki yüksek gerilimden oluşan konjonktür kırılmaları nedeniyle birbiriyle itişip kakışan, kaygan duvardan yukarıya, tavana doğru tırmanan dev yengeçleri andırıyorlar.

Aynu’r Rummâne’den (Nar’ın Gözü) Beyrut’a gitmek üzere dolmuş benzeri bir aracın içindeyim.

Arabanın sallantısından sağa sola yalpa vurarak ilerliyoruz. Otobüs asfaltsız bir yolda bir çukurdan diğerine bir örümcek maymunu gibi zıplayarak ilerlerken yanımdaki koltukta oturan yaşlı kadının biri muşmulaya benzeyen dudaklarını büzerek “Ya Mesih, sen koru bizi” deyip haç çıkarıyor.

Güneş batmak üzere, ancak hüzmeleri Kurnet El-Savda’nın doruklarındaki kar üzerinde hâlâ oynamakta. Otobüsün ön camında biriken serin çiy damlalarının Anti Lübnan dağlarının damlarından düşmüş olmaları kuvvetle muhtemeldir.

Ve işte bir zamanlar Doğunun Paris’i de denilen Beyrut’tayım.

Minibüs duraklarından uzaklaştıkça kararan yollar ve ışıkları yanmayan evler göze çarpıyor. Belli saatlerde yaşanan elektrik kesintileri gündelik yaşamı felç ediyor. Sokaklardaki onlarca elektrik kablosunun, karmaşıklık ve görüntü kirliliği dışında artık bir işe yaramadıkları anlaşılıyor.

Elektrik kesintileri ve artan güvensizlik ortamı nedeniyle geceleri her yer ıssız. Geceleri kulağınızı yere dayadığınızda arada bir, sadece bir kapının çarptığını duyuyorsunuz.

Yakıta ulaşmanın da hayli zor olduğu ülkede jeneratörler de işe yaramıyor. Bir kaç ayrıcalıklı zenginin evlerinden yayılan televizyonların mavi katot ışıkları, bu şehirde elektriğin bile “sınıfsallaştırıcı” bir etkisi olduğunu gösteriyor.

Hristiyan mahallesi Eşrefiye’deki duvar yazılamaları Karabağ’daki çatışmaya gönderme yapıyor: “Stop Azeri Agression!”

Şii mahallesindeki duvar yazılamaları, Hizbullah’ın, geçici heveslerin ürünü olmayan, üzerinde iyice düşünülüp taşınılmış bir projesi olduğunu gösteriyor.

Meryem Ana ve haç figürleri, Hasan Nasrallah’ın ve çoğunluğu Suriye’de ölmüş “şehitlerin”, İmam Humeyni’nin ve diğer Şii liderlerin dev posterleri, 2005 yılında suikasta kurban giden dönemin başbakanı Refik Hariri’nin fotoğrafları, Nakba’ya dair sloganlar, Charles de Gaulle Caddesi, ismini Fenikelilerden alan Phoenicia Oteli ve Suudi Arabistan bayrakları gibi sembollerin bu denli yoğun kullanımı, ülkenin mezhebi sekter yapısını ortaya koyuyor.

Eşrefiye’deki duvarın birinde, bir genç kızın kafatasıyla sırıtarak bir buzağı leşinden süt sağdığını gösteren soyut resim, beni derin bir tefekküre sürüklüyor.

Farklı etnik, dinî ve siyasi gruplar arasında bölünmüş Lübnan, parçaları birbiriyle uyumlu olmayan bir puzzle gibi duruyor.

Bir zamanlar, birbirine yaslanmış balkonlarından inanç ve mezhep farkı ayırt etmeksizin mehtaplı yaz gecelerinde birbirlerine kur yapmış insanların yaşadığı ülkede, şimdi binaların, pencerelerin, terasların birbirlerine sırt çevirdiği görülüyor.1

Uzak başka bir yerde, kumdaki iz kaplanın geçişinin, sazlık bir su damarının, japongülü kışın bittiğinin sembolleri olarak okunadursun, Beyrut’taki semboller kırık kalpleri anlatıyorlar.

Kısacası, Beyrut sürekli yineliyor göstergeleri, yineliyor ki kent var olmaya devam etsin… Filistinliler, iç savaş, İsrail saldırısı, İran etkisi, Hizbullah ve Suriyeliler derken Lübnan, bölgede hep yüksek gerilim hattının etki alanında vekalet savaşlarının yürütüldüğü bir ülke olageldi.

Şehir iç savaştan akıp gelen kanlı dalgayı bir sünger gibi emerken Byblos’tan (Arapça’daki ismiyle Joubeil) yükselen büyük dalgalara karşı savunmasız görünüyor.

Şehir bana, tam da Harriri’nin öldürüldüğü yerde, kesilmiş mermer tabakalarından, yas örtüleriyle kaplı bir hafızası olduğu izlenimini veriyor.

Saçlarım yelin önüne kattığı çalı çırpıdan bir kuş yuvasını andırıyor. Konuşmalarından Dürzi olduğu anlaşılan bir berber dükkanına giriyorum.

Dükkan, müşterileriyle, keskin kutuplardan münezzeh bir mekan olduğu izlenimi uyandırıyor. Berber, dedikodu ve dert dinlemekten parşömen kâğıdına dönmüş kulaklarını, Şarkul Avsat’tan2 Semir Ataullah’ın makalesini akordu bozuk bir sesle okuyan adama uzatıyor; bir yandan, “Walid Canbolat bu ülkedeki tek taşaklı liderdir” derken, diğer yandan da bir adamın elmacık kemiklerine kuru bir fırçayla sabun sürüyor.

Filistin kampı Şattila’nın sakinleri, solucanların açtığı dehlizleri, köklerin uzandığı yarıkları genişleterek yaşayan köstebeğimsi varlıkları andırıyorlar.

Beyrut şimdilerde öyle bir mekândır ki, sanki içine, kendi içsel zamanlarına yalıtılmış insanların acısının, sefaletinin, korkularının ve hayal kırıklıklarının boca edildiği bir çöp konteynerini andırıyor.

Birkaç hatıra eşyası satın almak için Souk Zalka’dayım. Karanlığın bir avuç yıldız çevresinde solgunlaştığı saatte, çarşıdaki gürültü koyu bir kuş sürüsü gibi geliyor.

İkiyüzlüden, sırdaştan, müneccimden, kocaman egoları dar sokaklara sığmayan sonradan görmelerden, gözlerden, kırışıklardan ve yüz buruşturmalarından oluşan dalga dalga kalabalığa karışıyorum. Souk Zalka’da aktar dükkânlarının, şık butiklerin ve restoranların dizildiği yollar, sıcak ve nemden bunalmış şişman kadınlarla mankenleri andıran hatunların yanyanalığı, Nalan’ın “Ne doğan gün ne batan gün ne de dünya umurumda değil” şarkısını çağrıştırıyor.

Çarşıda, sonradan Osmanlı torunu olduğunu öğrendiğim, güzel mi güzel, safran otu satan bir hatunla tanışıyorum. Gövdesi adeta incilerden oluşmuş bir zırhla kaplı, deriden kısacık bir eteğin altında uzun bacakları çıplak; evine davet ediyor beni.

Yalnız tüfeklerin ruhu vardır ya hani; duvarda, dedesinin içine ruhunu koyduğu bir tüfek asılı.
Hanna dedesinin kahramanlık hikayelerini anlatırken en sonunda serin bir okşayış geçiyor dilimin üstünden. Çünkü gölgesinde hiçbir tanrının barınmadığı ölüm de serindir buralarda. Bu şehirde kin, serin su misali, ağzı donduran ve mideyi yakan nane gibi serin.

Hanna’nın anlattığı, abartılı kahramanlık hikâyeleri yüzünden, iğnelerden ve bıçaklardan bir topaç dönmeye başlıyor içimde. Bunalmış olduğumu anlamış olmalı ki Kıbbet Batata3 yemek için Tawlet Spouk el Tayeb Restoran’a davet ediyor beni.

Günlerin kısalmaya başladığı güz sonu akşamındayız, lokanta kapılarındaki rengârenk lambalar, arkada bir yerde jeneratörlerin harıl harıl çalıştığını gösteriyor.

Bir tavernanın önünde hafif giysiler giymiş kızlarla karşılaştığım zaman, başımı, gözlerimi çevirmiyorum; Hanna göz ucuyla süzüyor beni.

Bir kenti kent yapan şey bunlar değil ki diyorum Hanna’ya; bir şehri şehir yapan şey, idam edilen zorbanın sallanan ayakları ile yer arasındaki mesafedir veya bir yersiz yurtsuzun kendini köprü korkuluklarına asmasındaki yalnızlıktır mesela diyorum.

Mesela tenekeden bir saçağın eğimi ve pencereye süzülen bir kedinin o saçak üzerinde kayarcasına yürüyüşüdür, limandaki silolardan etrafa saçılan hububatın çizdiği siluet ve tüm saçakları yok eden 2750 tonluk amonyum nitrat bombasıdır; mesela, balık ağlarındaki yırtıklar ve ağlarını yamamak üzere iskeleye oturmuş tuzdan heykelleri andıran balıkçılardır.

Şehir dediğin, ünlü kişilerin adları, erdem, erdemsizlik, sayılar, bitki türleri, savaş tarihleri, yıldız kümeleri, her hatırayla güzergâhın her noktası arasında, belleğin anlık çağrışımlar yapmasına yarayacak bir benzerlik ya da bir zıtlık ilişkisidir, diyorum, kocaman yeşil gözlerini açıp açıp şaşkınlığını üstüme boca ediyor.

Bakır saatin, berberin çizgili perdesinin, fıskiyeli çeşmenin, Harissa’daki Meryem Ana heykelinin, karpuzcu dükkânının, Han el Sabuni’de münzevi ile aslan heykelinin, sarkıt mağaralarının, kemerli sütunların, Türk hamamının, köşedeki kahvenin, limana giden kestirme yolun birbirini izleyişindeki düzeni, şehrin, herkesin anımsamak istediği şeyleri karelerine yerleştirebileceği bir çapraz bulmacaya benzediğini gösteriyor.

Beyrut, gümüş, oyma ve kakmalarına, sokak köşelerine, pencere parmaklıklarına, merdiven tırabzanlarına, uydu antenlerine, bayrak direklerine yazılı geçmişini, bir elin çizgileri gibi barındırıyor içinde.

Zayıflıktan kaburgaları sayılan şehrin esmer atları, yüzlerinde anlatımsız bir ifadeyle, parlak madenî gözlerini bana dikmiş; adeta benden saman dileniyorlar.

Bir minibüse atlayarak Beyrut’tan Beka vadisine doğru yola çıkıyorum.

Aslında bu sahil yolu Hatay Yayladağı’ından başlayıp Suriye-Lübnan hattı boyunca ilerleyip İsrail’den Gazze’ye kadar iniyor. Savaş olmasa gidilecek, gezip görülecek yerler buraları.

Dışarda çölümsü arazi ufuk çizgisine kadar uzanmaktadır, bulutların koşturduğu bir gökyüzü açılıyor önümde. Rastlantı ve rüzgârın bulutlara verdiği şekiller, yalpalayan bir yelkenliyi, çarmıhta ağlayan bir İsa’yı, gagası kanlı bir Kureyş Şahinini,4 dalları kırık bir sediri çağrıştırıyor.

Sonra gene dağlar; Jebel Labnen dağları, demir gibi kesici sırtlarıyla bundan sonra umarsızca boz; sonu gelmez, sıcaktan uluyan binlerce aynasıyla insanı yakan çakıl denizinden bir boz.
Seki, toz toprak kımıltısız yangın, ak sıcak, tuz ve boğuşma dolu bu haznede nasıl yaşayabilir insan?

Bu sıcak deli ediyor beni, katlanılmaz harlanmanın altında Bekaa vadisinin çölü her yandan bağırıyor ve bu vadi beni, adı bile tepemi attırtan iyilik tanrısını yadsımaya zorluyor.

Bir zamanlar Türkiye’den gelen, Filistin davasına gönül adamış devrimcilerin Georges Habaş’ın (meşhur adıyla Al Hakim)5 militanları ile birlikte eğitim gördüğü Bekaa vadisine gün doğuyor. Şimdi hava çok soğuk, az sonra fazla sıcak olacak.

Buralarda dağ zahteri rengi kalmamış artık, sonra kar, yumuşak ve beyaz kar, hayır, biraz gri bir sarı bu, büyük göz kamaşmasından önceki son yelkovan vuruşu acımasız zaman ve koyu renkli giysilerimin üzerinde, yağmur sonlarında sümüklüböcek izlerine benzer izler bırakan tuz.

Çölün geçici ve ender çiçeklenmelerinden bile yoksun, denizin bildiği tesadüf aşklardan, aykırı bir buluttan, azgın ve geçici bir yağmurdan bile uzak bir yer burası.

Yakıcı güneşin altında ak duvarları ile Baalbek Tapınak Şehri, kamçılanmış, yaralarına ve ağızlarına tuz basılıp çöle kovulmuşların tuzdan kentini andırıyor.

Güneş daha da yükseldi, alnım yanmaya başlıyor. Çevremde taşlar boğuk boğuk çıtırdıyor sıcaktan, bir tek şehre doğrultulmuş tüfeğin namlusu serin; çayırlar gibi, akşam yağmuru gibi serin.
Güneşin yakıcı mızraklarının vuruşu altında gök, ağarıncaya dek ısınmış sac tabakası sanki; üstünde Pita6 ekmeği bile pişirebilirsiniz.

Neyse ki han benzeri bir yere girip güneş çarpmasından kıl payı kurtuluyorum. Hanın ak duvarında, “Aldandık, yeniden başlayacağız, bağışlama ülkesini yeniden kuracağız, ben evime dönmek istiyorum, yardım et bana” diyen gölgeler oynaşıyor.

Velhasıl Beyrut, Dante’nin İlahi Komedya’sında bir yer olduğunu unutarak, hep iyi anımsanmak için hep aynı kalmaktan eriyen, çözülen ve yok olan bir şehri andırıyor. Yeryüzü unuttu onu.
 

Josef Kılçıksız

 

Notlar:

  1. Nizar Kabbani‘ye atfen. Kabbani, şiirleriyle geleneksel Arap kadını imajını kıran, konuşulan dile yakın ve çocukluk dünyasından ödünç alınmış çok sayıda imgeyle zengin yeni bir dil icat eden Suriyeli bir şairdir.    ⇡⇡⇡
  2. Lübnan’ın en popüler gazetesi.    ⇡⇡⇡
  3. Patatesli içli köfte olarak tercüme edebileceğim, bulgur, soğan, sığır eti ve tarçın kullanılarak hazırlanan bir Lübnan yemeği.    ⇡⇡⇡
  4. Kureyş Şahini, bir zamanlar Mısır, Suriye’nin oluşturduğu Arap Birliği üyesi devletlerinin resmi armalarında sıkça görülen bir sembolü, Arap milliyetçiliği ile ideolojik Baasçılığın kuvvetli bir simgesiydi.    ⇡⇡⇡
  5. George Habaş, Rum Ortodoks kökenli tüccar bir ailenin çocuğu olarak Filistin’in Lidda şehrinde doğdu. Habaş’ın hareketi Ahmed Cibril’in Filistin Kurtuluş Cephesi ile Marksist, ulusalcı ve silahlı bir hareket olarak kendisini tanımlayan Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’ni kurmak için birleşti.    ⇡⇡⇡
  6. Lübnan’ın geleneksel ekmeği.    ⇡⇡⇡

 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

8 YORUMLAR

  • Yanıtla Didem Çelebi Özkan 13 Kasım 2023 at 23:14

    Kırık kalpler cumhuriyeti Lübnan.
     
    Ne kadar doğru, bir o kadar da iç acıtan bir tanım. Aslında genel olarak Orta Doğu’nun tamamı için bile söylenebilir. Onca insanın çektiği onca acı…
     
    Lübnan çok iyi bildiğim bir ülke değildi. Sen yazınca biraz araştırdım. (Her yazınla bana muhakkak bir şey katıyorsun 😁 Bunun için ayrıca teşekkür ederim 🙏🏻) Bayrağında sedir ağacını görünce başlıkta yaptığın göndermeye hayran oldum. Yazının kapak tasarımında da bayraklarındaki sedir ağacını kullanmaya karar verdim böylece 😉
     
    Her zaman yorum yapmaya vakit bulamasam da yazdığın her yazıyı büyük bir ilgiyle okuyorum. Yayın aralığını haftada birden dört haftada bire çekmek her hafta aldığım bu keyfi biraz sekteye uğrattıysa da inanıyorum ki yakında aralığı yeniden biraz daraltırsın 😁
     
    Kalemine, zihnine, ruhuna sağlık 🙏🏻

  • Yanıtla Josef Kılçıksız 14 Kasım 2023 at 00:32

    Sevgili Didem;
     
    Yorumun soğuk Finlandiya kışında ılık süt etkisi yaptı. İnan ben de senin yazıların aracılığıyla çok şey öğreniyorum.
     
    Her şey için teşekkür ederim.
     
    Sevgiyle

  • Yanıtla Metin Çoban 14 Kasım 2023 at 13:16

    Gerçekten içler acısı bir tarih yaşıyor ve yaşamakta olan bölge, Akdeniz’in en güzel yerlerindendir oysa. İlk denizci kavim Fenikeliler, Byblos, Beyrut tarihi kentler… İki defa Beyrut’ta bulundum, o alışveriş yeri o restorant, o bayrağına simge olmuş sedir ağacı, Nejmeh Meydanı’ndaki saat, onun yakınında aynı avluya çıkan cami, havra, kilise.
     
    Yüksek enflasyon, basiretsiz yöneticiler, yıllardır süren çatışmalar güzelim ülkeyi perişan etti. En son limandaki nitrat patlaması da ekonomik olarak büyük zarara uğrattı.
     
    Oysaki Beyrut 50’li yıllarda, Korniş’te, bütün zengin insanların, aktörlerin, yat kulüplerinde parti verdiği bir kentti.
     
    3 semavi dinin aynı avluya çıktığı özel bir yer olarak, yeniden bolluk, barış ve huzur diliyorum.
     
    Yazı için ellerine sağlık Josef. Lübnan’ı yeniden senin gözünle görmek çok aydınlatıcı oldu.
     
    Sevgiler

  • Yanıtla Josef Kılçıksız 14 Kasım 2023 at 17:07

    Felsefede Antagonist, onun aracılığıyla öğrendiğimiz bir çeşit anti kahramandır, hayatta da öyle değil midir, sanki başınıza gelen şeylerden bir ders çıkarmıyor aynı şeyi tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar bekliyorsanız, karşınıza illa ki bir hıyar, belki ne bileyim bir orospu çocuğu çıkıp size doğruyu gösteriyor. Lübnan bu bakımdan, ülkemizin liyakat ve laikliği kaybedip etnik ve dinî aidiyetlere sarılması durumundaki Antagonistdir.
     
    Sevgili Metin; senin eski gözlemlerin aracılığıyla karşılaştırmalı bir Beyrut fotoğrafı oluşturmak ne güzel olurdu.
     
    Yorum için teşekkür ederim.

  • Yanıtla Josef Kılçıksız 16 Kasım 2023 at 16:50

    Yorumumda geçen “o… çocuğu” kelimesini, tarihte olup bitenlerden ve başka ülkelerin içler acısı durumundan ders çıkarmayanlara duyduğum öfkeyi belirtmek için, feveran bir şekilde kullandım. Kelimenin cinsiyetçi çağrışımlar içerdiğini kabul ediyor ve geri çekiyorum.
    Affola!

  • Yanıtla Şen Sevgi Erişen 26 Kasım 2023 at 20:10

    Lübnan sokaklarında gezdim sayende Josef. Bu gezi sadece şehri, sokakları, tarihi, insanları, hediyelik eşyaları görmenin dışında zamanda bir yolculuk yaptırdı ve gerçeklerle yüzleştirdi beni. Yazım tekniğine zaten söyleyecek çok bir şey yok; çok çok güzel, akıcı, zengin bir anlatım ve gerçekten duyguyu da geçiren özel seçilmiş kelimeler yerli yerince kullanılan deyimler hepsi bir hârika 🙏 Instagram sayfamda paylaşmayı düşünüyorum yazını daha doğrusu linkini paylaşacağım. Umarım daha çok kişi okur yazılarını, daha çok kişiye ulaşırsın.
    https://www.senveben.biz.tr/2023/11/magnezyum-ve-sagligimiz/
    Sevgiyle

  • Yanıtla Josef Kılçıksız 27 Kasım 2023 at 14:24

    Merhaba
     
    Yazılarıma gösterdiğin bu ilgi için çok teşekkür ederim Sevgi. Ne yazık ki bazı yazılar hakettikleri ilgiyi sadece postum olarak kazanıyorlar. Gerçi benim sosyal medyada olmamam yazılarımın fark edilmesini daha da zorlaştırıyor.

    • Yanıtla Didem Çelebi Özkan 27 Kasım 2023 at 19:17

      Canım bu konuda ben de senin gibi düşünüyorum, hatta seninle de konuşacaktım.
       
      Anladığım kadarıyla sosyal medyada yer almaktan hoşlanmıyorsun ya da daha basit bir nedenle belki de buna ayıracak vaktin yok. Kullanım şekline göre şeylerin yararlı ya da zararlı olabileceğinin değişeceğine inanan biri olarak yazıların açısından yer almanın aslında oldukça faydalı olacağını düşünüyorum. Bu kadar üretken ve donanımlı biri daha çok okunmayı hak ediyor. Ve bu araçlardan biri de sosyal medya 🤷🏼‍♀️

    Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan