Varoluşsal İkilemler

Vakitsiz Öten Horoz

11 Aralık 2023

Yazı: Vakitsiz Öten Horoz | Yazan: Josef Kılçıksız

Arkadaşımın birine geçenlerde, “Vakitsiz öten horoz senin için ne ifade ediyor?” diye sordum. “Vakitsiz öten horozun akıbetini bilmeyen horozdur” diyerek lap diye cevabı yapıştırdı. “Bir sor, bin ah işit” tarzında.

Ardından; “Şehirde yaşayıp köy hayatı sürmek isteyen andavalları ne yapacağız dostum? Komşumun biri, götüm kadar bahçede organik beslenme niyetine tavuk falan besliyor, horozun biri sabahın dördünde ötmeye başlıyor ve düşünsene, ben iş için sabahın beş buçuğunda yola koyuluyorum, biyomerkezcilik de bir yere kadar ama canım…” diye ekliyor.

Benim de yaşadığım apartmanın hemen arkasındaki müstakil evin bahçesinde var bunlardan bir tane ve bir keresinde bayılana kadar ötmeye devam etmişti.

Gerçi ben arkadaşım gibi işe gitmek için sabahın beşinde uyanmak zorunda olanlardan değilim.

“Horozun kafası güzeldir ya da havanın biyolojik saati şaşmıştır” diyebilmemin arkasında, görece iyi akan trafik, iş yerinin uzak olmaması vb. gibi belli bir “konfor” gerçeği yatıyor gerçi ama ben olaya daha geniş bir perspektiften bakmayı deneyeceğim.

Geçenlerde Fransa’da “Kırsalın Duyusal Mirasına İlişkin Yasa” (Loi sur patrimoine sensoriel des campagnes) kabul edildi. Yasa, ülkenin kırsal bölgelerindeki horoz ötüşünden, köpek havlamasından, traktör vs. gürültüsünden ya da gübre kokusundan rahatsız olan kişilerin şikayette bulunmasını nerdeyse olanaksız hâle getiriyor.

Yasa horoza, “Arkadaş sen istediğin zaman ötebilirsin, burası vakitsiz öten horozun kafasının kesildiği bir ülke değil” diyerek sağlam bir güvence verip varlık nedeni ötmek olan bu hayvana geniş bir “lebensraum” (yaşam alanı) da sağlamış oldu.

Ülkemizde “vakitsiz öten horoz”u politik bir alegorinin hayvanı kabul edersek vakitsiz öten horoz hep “başı vurulasıca” bir varlık olarak görüldü.

Politik alegori, söyleyecekleri konusunda zamanlama hatası yapan ya da devletin “yüce menfaatlerini” tehlikeye atarcasına “öten” kişilerin uğradığı akıbeti tasvir etmek için bir sembol işlevi gördü.

“Erken öten horoz” kültür nosyonu bağlamsallığında da ne yazık ki aynı akıbetten kurtulamıyor. Kültür, terimin geniş anlamıyla uygarlığı, yani insanın hayvanlıktan çıkıp kendi yetilerini geliştirdiği uzun tarihsel süreci çağrıştırıyor.

Ülkemizde yanlış kavranan “İptal Kültürü”, erken öten horozu iptal ediyor. Oysa ki iptal kültürü, temelde insanları silmeyi değil, paradigmayı değiştirmeyi amaçlıyor.

Vakitsiz öten horozun başını kesmek deyimi, politik boyutunun dışında antroposantrik bir kibri de açığa vuruyor.

Bu savım, insanın “içsel” bir değere sahip tek varlık olduğu ve diğer canlıların yalnızca “araçsal” bir değere sahip olduğu yönündeki geleneksel görüşe gönderme yapıyor.

Diğer canlıların yalnızca “araçsal” bir değerlerinin olduğuna dair kibir, onların, insanın ihtiyaçlarını, kaprislerini, hatta güç arzusunu tatmin etmesinin bir aracı olarak görülmelerinden kaynaklanıyor.

Oysa, tek tanrılı dinlerden, kartezyen Batılı rasyonalist felsefi geleneğine kadar, doğanın bu şekilde temsili, insanlığı uçurumun kenarına kadar getirdi.

İnsanın, diğer canlı türlerinden yalnızca biri olduğunu kabul etmeyip faturayı erken öten horoza kesmeye devam ettiği; zararlı bir insanmerkezciliği yararlı bir biyomerkezcilikle değiştirmediği ve yalnızca insan yaşamını değil, genel olarak “yaşamı” mutlak değer haline getirmediği sürece, başı beladan kurtulmayacak gibi görünüyor.

Üstelik bu hayvan, neye ve kime göre “vakitsiz” öten bir horozdur?

Bergson’dan Merleau-Ponty’ye kadar yaşanmış zaman deneyimine dayanan felsefe, şimdide mevcudiyet olgusu, gelecek beklentisi ve geçmişin anısı tarafından kutuplaştırılmıştı.

“Zaman, hareketin sayısıdır” diyen Aristoteles’ten, bir “doluluk” metafiziğine yaslanarak, “Zaman, sürenin saf akışıdır” diyen Bergson’a kadar filozoflar, zamanı sürekli olarak değişim yoluyla tanımlaya geldiler. Bachelard ise, ânı rehabilite etmiş ve süreyi bir yanılsama hâline getirmişti. Oysa doğanın zamanı ile bilincin zamanı arasında üçüncü bir yol da bulunuyor: Dünyanın Zamanı.

“Dünyanın zamanı” denen şeyin, öznel zamandan farklı olarak hem bizim dışımızda, kozmik zamandan farklı olarak da hem bizim için işleyen bir olgu olarak anlaşılması gerekiyor.

Şiirsel olarak zaman, akıp geçen ve kimsenin uçuşunu durduramadığı bir olgu olarak okundu.

Kısacası, zaman fikri, olayların ve tarihin içinden geçtiği için, izi sürülen bir ipin imajıyla ifade edilegeldi. Kanımca, aslında zamanın hiçbir ipliği yoktur; gerçekten süren, sürekli olan yalnızca “hiçlik” vardır. Ve zamanın temel işlevi, vakitsiz öten horozun başını vurdurtmak değil; başlangıçları, özellikle de yeni başlangıçları mümkün kılmaktır.

Birçok insan atasözlerine, onların belli bir bilgelik içerdiklerini düşünerek, onlara kayıtsız koşulsuz doğru önermeler gözüyle bakıyor. Bence atasözleri, bilgeliğin Alfa ve Omega’sı hiç de değildirler.

İnsanlığın kendini büyü ve mitlerden ayırıp rasyonel zihnini geliştirmesi Fransız Devrimi’yle birlikte büyük bir ivme kazanmıştı. Karl Jaspers, Batı Logosunun bozguna uğraması gerçeğini, Nazizm’in ve toplama kampları dehşetinin ışığı altında yeniden düşünmeye davet ediyordu.

Kant’ın, “Öyle davran ki davranışın temelindeki ilke, tüm insanlar için geçerli olan evrensel ilke veya yasa olsun” şeklinde özetlenebilen ahlâk felsefesi, halk dilinde giderek “Sana yapılmasını istemediğin şeyi başkalarına yapma!” önermesine indirgendi.

Kant’ın etik imperatifi, gerçi erken öten horozu ipten almıyor belki ama insanın kendi gözünde yerel; evrensel bilgelik okyanusunda azınlık, hatta marjinal bir deneyim olan “horozun istediği zaman ötme hakkı”nı güvenceye alan yasaya ahlâki bir alt yapı oluşturabiliyor.


MÖ 399’un Atina’sındayız.

Sokrates hapistedir ve ölüme mahkum edilmiştir; etrafı öğrencileriyle çevrilidir. Krito ve Appolodorus yakında yetim kalacaklarının farkında, gözyaşlarını gizlemeye çabalamaktadırlar. Gece çökerken muhafızın biri gelip ona zamanın geldiğini haber verir. Bunun üzerine Sokrates, kılı kıpırdamadan zehirli bardağı ağzına götürüp bir dikişte baldıran zehrini içer. Bacaklarından başlayarak, sonra mideye, en sonunda da kalbe yayılacak şekilde vücudu yavaş yavaş soğumaya başlar.

Son bir sarsıntıdan sonra Sokrates gözlerini bir yere dikerek bakar ve “Geçti artık” der.

Sokrates dindarlığın, erdemin ve bilgeliğin örneğiydi. Atina, filozofunu idam etmişti. Peki buraya nasıl gelinmişti? Sokrates, “site”ye hizmet eden, kanunlarını seven ve onlara uyan örnek bir vatandaş değil miydi?

Sokrates ölümünden sonra bir mite ve felsefenin kurucu babasına dönüştü. Felsefe Sokrates’le sıfır yılını yaşıyordu: Ondan önce “Pre-Sokrates” devri, ondan sonra savaşların, soykırımların, işkencelerin, Talibanların, Nazizm, faşizm ve toplama kamplarının ve en nihayet, başları acımasızca kesilen horozların mührünü vurduğu Post-Sokrates devri…

Aydınlanmanın ve bilgeliğin sözüm ona momentum kazandığı Post-Sokrates devrinde, başları acımasızca kesilen horozlara bakarak Site halkının bilgelikte bir arpa boyu yol aldığı söylenebilir mi?
 
 
Josef Kılçıksız
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan