Uyanış Öyküleri

Her Şey Mümkün

29 Temmuz 2021

Öykü: Her Şey Mümkün | Yeniden Doğmak | Yazan: Nuket Doyuran

 

İndeks

Birinci Bölüm: Her Şey Mümkün
İkinci Bölüm: Örüntü
Üçüncü Bölüm: Muris

Çok uzak ülkelerin birinde yaşayan genç bir adam vardı. Köylülerin, aklından şüphe etmekle beraber biraz da tekinsiz bulduklarından alay konusu yapmaktan çekindikleri, her daim temkinli yaklaştıkları, kendi halinde bir garip… Kimi kimsesi yoktu, sanki şu dünyaya yalnız gelmiş yalnız da gidecekmiş gibi bir hal içinde yaşardı. Kışın geceleri yanan sobanın silik alevinin buğulu camlarından dışarı sızdığı, yazın bahçesindeki sardunyaların rengarenk açtığı, köyün biraz dışındaki küçük bir kulübede yaşardı.

Bir gün, bunaltıcı sıcaktan boncuk boncuk ter döker halde bir yabancı belirdi evin yakınında. Otoyolda inip dakikalarca yol yürümüştü. Yanında taşıdığı termosundaki suyun bitmesi nedeniyle de iyiden iyiye canı sıkkındı. Kalkıp ta buralara gelmesine neden olan, duyduğundan beri uykusuz gecelerinin mimarı miras konusu olmasa şuracıkta geri dönmeye karar vermeye hazırdı. Elindeki küçük bavulunu yere bıraktı, cebinden çıkardığı mendiliyle yüzünün terini sildi. Ne kadar yolunun kaldığını tahmin etmek için, elini alnına siper edip, güneşten kıpkırmızı olmuş gözlerini iyice kısarak ileri baktı. Yolunu kaybetmiş olma korkusuna, kaderine söylenmeleri eklemişken, kulübeyi gördüğünde uzun dakikalardan sonra ilk defa içine biraz su serpildi. En azından bir bardak su isteyebileceği, yolu sorabileceği birini bulma ümidiyle gücünü topladı, şimdi biraz daha hafiflemiş gibi gelen bavulunu alıp hızlı hızlı yürümeye başladı. Bahçe kapısını açıp içeri adım attığında esen rüzgarla ürperdi.

“Bu yaz sıcağında bu da neyin nesi” derken bir taraftan da yerden havalanıp üzerine konan tozlardan korunma çabasındaydı. Adımlarını daha da hızlandırdı. Biraz ileride gördüğü evin verandası onu toz bulutlarından koruyacak gibi göründü. Verandaya adımını atar atmaz bu sefer de vargücüyle havlayarak ona doğru koşan köpeğin varlığı adamı iyiden iyiye huzursuzlandırdı, yine tam lanet okumaya başlayacaktı ki, evin kapısı gıcırdayarak açıldı. Garip genç, kapıda misafirini karşılamak üzere dikiliyordu, elinde bir su testisi ve kocaman bir bardak ile. Adamın bir şey söylemesine fırsat vermeden doldurduğu bardağı uzattı,

“Susamışsın buyur.”

Köpek sahibinin bir el hareketi ile sustu. Genç, ellerini önünde birleştirmiş misafirinin suyunu kana kana içip bitirmesini bekledi.

“Çok iyi geldi, sağolasın, böyle sıcak görmedim.”

“Hele de bu havada uzun uzun yürümek hem de bavulla kolay değil” derken garip genç, bir taraftan da kapıdan çekilip misafirinin içeri girebilmesine olanak sağladı.

Adam, içeriden gelen taze çay kokusunu aldığında davet edildiğine memnun oldu. Rahat koltuğa gömüldüğünde henüz dakikalar önce kâbus gibi görünen günün birden ne hal aldığının şaşkınlığında, kaderinin yüzüne gülmeye başladığını düşünmekteydi.

Nihayet üçüncü bardak çayını bitirdiğinde, yol yorgunluğunu üstünden atabilmenin keyfiyle etrafa göz gezdirmeye başladı. O ana kadar nasıl bir yerde bulunduğunun farkına varmamıştı. Şimdi daha bir dikkatli incelemeye başladı, hem evi, evdeki eşyaları, hem de gitgide gözüne biraz daha tuhaf görünmeye başlayan genci. Evin muhtelif köşelerinden pek bir anlam veremediği şeyler sarkıyordu. Yaz günü olmasına rağmen sobanın üzerinde duran bakraç, sanki doluymuş da birazdan kullanılacakmış gibi duruyordu, ki adam üzerindeki su buharını bile gördüğüne yemin edebilirdi. Sobanın hemen yanında bir kar küreği ve sobaya atılmak üzere inceltilmiş ve bakır koca bir kazanın içine itina ile dizilmiş odunlar… Havadaki, onu hafif sersemleten, yavaş konuşmasına, yavaş hareket etmesine neden olan gül suyu esanslı kekremsi kokuyu daha yeni algıladığında, oturduğu rahat koltukta biraz dikleşti. Köşede duran etrafı sedefli işlemelerle bezenmiş kitaplıkta, ki ölen büyük teyzenin zenginliğinin her yerinden buram buram yayıldığı eşyalarından birine çok benziyordu, özenle dizilmiş kitaplardan biri dikkatini çekti. Kocaman puntolarla ve canlı renklerle yazılmış başlığını görmemek imkansızdı. HER ŞEY MÜMKÜN. Çok tanıdık geldi ama okuduğu bir kitap mıydı bilemedi. Genç adamın oturduğu bambudan yapılmış sallanan koltuk, birkaç açık raftan ve küçücük bir tezgâhtan oluşan mutfağın hemen önünde duran küçük bir tahta masa ve tek bir tahta sandalyeden oluşan eşyalarını fark ettiğinde,

“Yeni taşınıyorsun galiba” diye sordu, gördüklerini bildik kalıplara sokmanın ve bu sayede genç adamla ilgili kafasında biraz bilgi oluşturmanın ümidiyle.

“Hayır, uzun zamandır buradayım.”

“Bir başına mı yaşıyorsun, yok mu karın, çocuğun, anan filan?”

“Hayır, tek başıma yaşıyorum.”

Adam tüm sorularına, onu tatmin edecek, karşısındaki adamın tüm seceresini, bütün hikayesini bir çırpıda ortaya koyabilmesini sağlayacak cevapları alamadıkça biraz huzursuzlanmaya başladı. Gencin keskin bakışları bir taraftan onu sanki çok yakından tanıyormuş hissi verirken bir taraftan da aklındaki sesin girdaplarında delice senaryolar üretmeye başlamıştı.

Neyin nesiydi bu genç, bir de eve girdi oturdu, dağ başı gibi bir yerde, onu kesse parçalara ayırıp, dışarıda azgın bir canavar gibi bekleyen hayvanın önüne atsa akşam yemeği olarak, kimsenin ruhu duymazdı. Bir karısı biliyordu, şu miras işinin aslı astarını öğrenmeye geldiğini, o da garibim, kocasının başına gelenleri nereden öğrenecekti. Büyük teyzenin kime ne hayrı dokunmuştu ki ona dokunacaktı, günahı kadar bile sevmezdi zaten ama işte şu sıralar eli darda olmayaydı gelir miydi hiç ta buralara, deli kadının ne bıraktığı bile meçhulken.

*

Karısıyla memleketten çıkıp, bir akrabalarının yardımına inanarak büyükşehire yerleşmeleri uzun zaman önceydi. Kısa bir süre içinde akrabalarının yanında fazlaca kalamayacaklarını anladıklarında şehrin dış mahallelerinden birinde kiraladıkları ucuz yollu bir eve yerleşmişlerdi. Adam bulabildiği her işten rızklarını çıkarmaya çalışmakta, bir eli yağda bir eli balda olduğuna inandıkları şanslı insanlara imrenerek, kendi yüzlerine ise hiç gülmeyen talihlerine ahlanarak, günlerini gecelerine bağlayıp yaşayıp gitmekteydiler. Tek sahip olduğu akrabası olan anasının ölümüyle, onun dünyadan göçüp giderken ardında oğluna bıraktığı bir köy evini de satmasıyla, uzun zamandır sıtkının sıyrıldığı topraklardan, içindeki insanlardan kaçıp kurtulması bir olmuştu. Bir zamanlar köyünü ne de tutkuyla sevdiğini, sokaklarında neşe ile koşup oynadığı çocukluğunu hatırladığında, elinden kayıp gidip tutulamayanlar aklına geldiğinde, hüznün izleri kendini gösterirdi. Dökülemeyen yaşların, arada bir içtiği rakının verdiği cesaretle kendini koyverdiği gecelerde karısı anlardı kederini ve ortak olurdu kaderine.

*

Yeni bir öğretmen geldi dedilerdi, merakla koşmuştu ilk günü okula. Nasıl biriydi, uzun mu kısa mıydı, göbekli miydi, arada taktığı gözlüklerini kullanmadığında ucuna bağladığı iplerle boynundan sarkıtıyor muydu, nereden geldiydi, yoksa İstanbul’dan olabilir miydi, kimbilir ne büyük yerdi şu İstanbul dedikleri, insan kaybolurdu orda yaa… Yol uzadıkça uzuyor, gelen ile geldiği yerin tasvirinin büyüsünde kendinden geçiyordu. Okulun eskimiş çitlerle çevrili, bahçe denilmesi için çok emek verilmesi gerektiği her halinden belli olan alanına hızla dalıp, bir toz bulutunu ardına kattığında duyduğu bir ses ile çakıldı olduğu yere,

“Dur bakalım, bu ne acele?”

Gencecik bir kadın, saçları sımsıkı yukarıda toplanmış, gözlükleri yok, ne kısa ne uzun, göbeği de olmadığı belli…

“Öğretmenine bir günaydın yok mu?” Şaşkın çocuk bakışlarına, sevecenliğin ve hayallerin sınırsızlığını sunmaya hazır bir edayla sorulmuş bir soru.

Bir kadın mı, günlerdir küçük zihninde dönüp duran tasvirlerde bu hiç yoktu, hiç düşünmemişti, ilk sarsıntı mıydı bu, aklının sınırlılığını fark edişi, bilemediklerinin büyüklüğünü anlayıp hayattan korkmaya başlaması o zaman mıydı?

“Günaydın” derken kızaran yanakları görünmesin diye koşarak girip sınıfa, en arkaya, en dip köşeye oturmuştu, saçlarının ön tutamlarını gözlerinin üzerine çekiştirmeyi ihmal etmeden.

Zamanla öğretmeninin gözbebeği olup en ön sıraya oturtulmanın çocuk kalbinde oluşturduğu beğenilmenin getirdiği neşeyle sabahları coşkuyla uyanır olmuştu. Her zamankinden daha fazla çalışıyor, ona verilenleri sindirip yeni bilgilere yer açmak için aklının sınırlarını var gücüyle açmaya zorluyordu. Öğretmen okuluna gidebilme ihtimali fısıldandığında hayal dünyasına, artık uykular haram olmuştu ona.

“Bu keskin bakışlardan fırlayan zekâ heba olmamalı” sözünü duyduğunda eve gidip, doğruca banyonun aynasında bulmuştu kendini, gözlerini kocaman açıp bakarken derinlerine, anasının

“Dellendin mi oğul ne yaparsın” sözüyle kendine gelebilmişti.

Mutfaktaki tahta masa artık kap kacağın konulduğu yer değildi sadece. Anası yemekleri yer sofrasında kurduğundan masa her daim eski bir tahta sandalye ile çalışmak için emrine hazır bekliyordu. Sobanın hemen yanında bulunan kar küreği ile evin önünü açmaya çalışırken, inceltilmiş ve bakır koca bir kazanın içine itina ile dizilmiş odunları, ateşin geçmesini önlemek için sobaya atarken, zihninde hep aynı şeyler dönerdi; gerçekten büyük okullara gitmesi, büyük şehirde yaşaması mümkün müydü? Mümkün olabileceklerin büyüklüğü karşısında korkmamak mümkün müydü?

Zamanın her zamankinden hızlı geçtiğine yemin edebilirdi, büyük sınav günü gelip çatmıştı, anasının okuyup üflediği şekerlerini yanına almayı unutmadan çıkıldı yola, en yakın kasabadaydı sınav yeri ama dolmuşla en az bir saat sürecekti. Babası bir süredir, sabit maaş bir de zamanla sigorta bile yapabilecekleri vaadi ile ziyadesiyle mutlu çalıştığı, köyün hemen yakınına yeni kurulmuş olan fabrikadan izin almıştı o gün. Gururlu bir şekilde oğlu ile yan yana oturdukları dolmuşta inene kadar bildiği tüm duaları hızlı hızlı okumuştu adam, eksik kalmasın hiçbiri diye endişelenerek. Sınavın yapılacağı sınıfta orta yerde eski bir soba yanıyordu, içine bolca kömür atılmıştı okulun hademesi tarafından, gelen yavrular üşümesin diye. İlerleyen dakikalarda aklına okunmuş şekerler geldiğinde hiç düşünmeden açıp ağzına atmış, şekerin kağıdını üzerindeki kapağını kaldırdığı sobaya bırakıverecekken bir anda açık sobanın ağzından çıkan alevler el örgüsü kazağını tutuşturuvermişti. Artık gerisi biraz bulanıktı, sınıftan çıkarıldı, pansumanlar yapıldı, kremler sürüldü, ne kadar olduğunu bilemediği bir zaman sonra sınıfa geri getirildi ve devam etti, sınav bitti. Geri dönüş yolunda baba oğulun ağzını bıçak açmasa da o, kaderine ilk lanetleri o gün okumaya başlamıştı.

Zamanın her zamankinden yavaş geçtiğine yemin edebilirdi, sınav sonuç kağıdının okula gönderildiğini öğrendi, okula soluk soluğa vardığında öğretmeninin gülümseyişine ve zafer senin bakışına elinde tuttuğu kazandı yazan belge eşlik etse de bir türlü inanamıyordu, her şeye teşekkür etmek geçiyordu içinden, öğretmenine, anasına, babasına, anasının okunmuş şekerlerine…

O yaz hatırladığı en mutlu günlerdi. Sevinçten içi kıpı kıpırdı, günlerin çabucak geçmesini dilerken bir seher vakti fabrikaya işçi taşıyan servisin yolda devrilmesi sonucu babasının ölüm haberini almasıyla tüm hayalleri, sevinçleri, çocukluğu yerle bir oldu. Tek çare babasından boşalan yere onu alabileceklerinin lütfu ve ellerine verilen bir miktar tazminatla başka bir hayatın acımasız kollarına kendini bırakmaktı. Payına düşen, anacığı ile bir başına kalıp, akrabaların ve de eş dostun kapılarının ayrı olduğunun ve kapattıklarında kendi dünyalarına çekildiklerinin farkına varmaktı.

*

“Beni merak ediyorsun, farkındayım” dedi genç adam misafirine.

Yorgunluktan mı, tüm hücrelerine işleyen gizemli kokudan mı bilemedi ama adamın göz kapakları ağırlaşmıştı.

“Yorgun ve uykulusun, buyur uzan biraz.”

Elinde olmadan kendini derin uykunun ve şifalı rüyaların kucağına bırakırken, genç adam şefkatle üzerini örttüğü misafirine gülümsedi,

“Tanıyacaksın emin ol, zaman geçip gidiyor sansak da her an her şey mümkündür, yeter ki görmeyi bilelim.”
 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 
Nuket Doyuran
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan