Varoluşsal İkilemler

Doğru Kelimenin Güçlü Çağrısı

22 Ocak 2024

Yazı: Doğru Kelimenin Güçlü Çağrısı | Yazan: Josef Kılçıksız

Biblik anlatıda Lazarus’un doğru kelimenin çağrısına kulak vererek dört günlük ölümden sonra İsa tarafından diriltildiği anlatılıyor. İkinci hayatının izi sürülmeyen, dört günlük ölümden sonra muhtemelen etleri dökülen ve kokan, paçavraya dönmüş mezar giysileriyle bir Anthropos cehennemine öylece bırakılan, “diriltildikten” sonra ne içip yediğiyle kimsenin ilgilenmediği, iki kez ölen Lazarus’un hikâyesi, ilâhî bir planın “narsistik” karakterini ele veriyor. Çünkü Lazarus’un diriltilmesi, Mesih’in sansasyonel mucizeler silsilesi sonunda Romalıların dikkatini çekmesi ve ardından yakalanıp çarmıha gerilmesi ve üçüncü günün sonunda dirilmesi üzerine kurulu büyük ilâhî planda yol temizliği yapıp domino efekti yaratan büyük mucizeye karşılık geliyordu.

Özetle, dini paradigma özneyi bir katarsisten önce kaparken, “doğru kelimenin çağrısı”nı büyük ilâhî planın hizmetine veriyordu. Başka bir deyişle Hristiyan eskatolojisi, Mesihçi kelimenin çağrısını manevi diriliş zanneden özneyi büyük ilâhî koreografinin önemsiz bir figüranına indirgerken, “varoluşsal absürt” sorununu ilâhî bir planın içinde eriterek çözmeye çalışıyordu.

Kısacası, Mesihçi Diriliş, Lazarus’u bıraktığı gibi, hayatın her anında duyumsadığımız varoluşsal bir başınalığımızla bizi bir kez daha baş başa bırakıyordu.

Kafka’nın Samsa’sı da doğru mu, yanlış mı olduğu günümüze kadar çözülemeyen bir kelimenin çağrısına uyarak bir böceğe, Hesse’de Harry Haller karakteri ise bir Bozkır Kurduna dönüşmüştü. Oradaki metamorfoz, çivisi çıkmış dünyayla, boşunalıkla, hiçlik, ölüm ve hayatın absürt karakteriyle baş edemeyenin kendine bir “kaçış hattı” inşa etmesi girişimi olarak öne çıkmıştı.

Örneğin Sisifos’unkisi de öfkeli tanrıların acımasız eziyetine maruz kalanın hayatını anlamlandırmak için her defasında aşağı yuvarlanan kayayı inatla dağın zirvesine sürdüğü, absürde sert bir itiraz hikâyesiydi. Sisifos, dağın arkasından dolanarak kendine bir kaçış hattı inşa etmek yerine, kayayı defalarca zirveye taşımayı varoluşsal bir anlamlandırma serüveni olarak kabul etti. Diğer taraftan Nietzsche’de “amor fati” varlığı, kaçmak yerine kaderinin çağrısına uyan kişi olarak kontur kazandı. Ancak tüm bu çağrıların “doğru kelime”yi içerip içermediği hâlâ bilinmiyor.

Doğru seçilmiş kelimelerin çağrısına yanıt verenler bağlamında Abel Gance’in “J’accuse” (Suçluyorum) adlı filmini anmak gerekiyor.1

Filmde, Birinci Dünya Savaşı’nın ölüleri, gizemli bir sesin çağrısına yanıt veredursun, uzun bir komanın ardından uzuvları karıncalanarak ayağa kalkan hastalar gibi, savaş meydanından doğruluyor ve yaşayanların, kendilerinin yaptıkları fedâkârlıklara değip değmediklerini anlamak için canlıların arasına karışıyordu.

Filmde askerler, Cendrars ve Apollinaire gibi yaralı gaziler tarafından canlandırılırken, savaşta sağ kolunu kaybetmiş Cendrars, “ikinci kez yaralandım” diyordu. İkinci yara -muhtemelen- askerlerin yaptıkları fedâkârlıklara, yaşayanların aslında değmediklerine dair hacimli bir hayal kırıklığından oluşuyordu.

Şair Apollinaire de savaş alanında aldığı yaradan zayıf düşerek, savaşın bitmesine iki gün kala gripten hayatını kaybedecekti. Apollinaire’in cenazesi, mütârekeyi gürültülü bir şekilde kutlayanlardan oluşan bir kortej tarafından omuzlarda taşındı.Tabutu öpen ve savaşın sonunun ünlü nakaratını çılgınca haykıran kalabalık, “Gitmene gerek yoktu, Guillaume; inan gitmene hiç gerek yoktu…” diye bağırıyordu.

Bu şarkının çağrısı ile o zamanın karanlık ruhu arasındaki uçurum, bana, bizi çağıran şeyin her zaman umut olmayabileceğini anımsatıyor.

Gance ve Cendrars, doğru kelimelerle ölülerle konuştukları için onları geri çağırma gücüne sahip protagonistler olarak hafızalara kazınadursun, ölüler cenâzedeki kalabalığın değil de bu iki adamın kelimelerinin çağrısına yanıt veriyordu.

Ölüm demişken, Hristiyan eskatolojisinde ölüm olgusunun, yalnızca metafiziğin ve teolojinin disiplinler arası araçlarıyla açıklanabileceğine dair inanış, T. Hobbes’un haşmetli canavarının öldürmeye dair çetelesini görmezden gelip onu bir anlamda aklıyordu. Çünkü Leviathan buldozeri, post-modern, faşist, totaliter, feodal-kolonyalist sürümleriyle, kendine kayıtsız şartsız itâati talep edip önüne çıkan her itirazı dümdüz ederken, sorgulanamaz dinî doktrinin totaliter muâdili olarak öne çıkıyor ve öznenin her türlü uyanışını sekteye uğratıyordu.

Son Söz

Hakîkat arayışında doğru kelimenin izini sürmek, felsefenin önemli bir sorunsalı olageldi.
Benim bu denemeyle sorunsallaştırmak istediğim diğer şey, bu dünyada her yerde anlam olduğunu iddia edenlerin, anlam arayışını metafizik bir eskatolojiye devretmiş olmalarına dair yanılgıya dikkat çekmekti.

Diriliş olgusunun anlam ve “kurtuluş” arayışına katkısı tarih boyunca hız kesmedi.
Alışılageldik halim sâlimliği içinde sözüm ona dipsiz bir “iyilik”in ifadesi olan biblik diriliş anlatısı, doğru kelimenin ne olduğuna dair arayışların kadim bir muamması olageldi.
Bu deneme bu bağlamda, biblik dirilişteki metafizik söylemi bozmak, sembollerini ise dağıtmak gibi çeper bir gaye de taşıyor.

Bana sorarsanız, Tanrı dünyayı sadece “söz” aracılığıyla yarattı ve engin kozmosta dünya, konuşan bir işaretler sistemiydi. Üstün bir dil yeteneğine sahip olan insanın amacı, aydınlanmayla birlikte, Tanrı’nın mesajlarını deşifre etmekten, anlam arayışına kaydı.

“Wake” özne, burjuva geleneğinin absürt diye görmek istediği bir dünyayla karşı karşıya kaldığında, inadına her yerde anlam arayan bir arketipti. Anlamsa, zorlu bir deşifre etme sürecinin sonucuydu ve somut eylemlerine karşın yine de “uyanık” öznenin başına gelen en “muğlak” şeydi.

Farabi, “Sözlerimizin gücünün farkına vardığımızda onlardan sorumlu oluruz” derken bir kez ağızdan çıkmaya görsün (doğru) sözün, kelebek etkisi yaratarak bir “kurtuluş” vaadi taşıyabileceğine vurgu yapıyordu.

Nietzsche’den beri beklediği “üst insan” ile büyülenmiş veya ondan korkarak tabiat ana Gaia’nın eteklerine sığınmış, aşırı entelektüelleştirmenin tuzaklarına düşerek kendine büyülü bir kuramlar koleksiyonu oluşturmuş ve böylece gelecek ufkunu kaybetmiş aydın prototipi, Mesihçi sözün çağrısına uyan modern bir Lazarus’u andırmaya başladı. Gerçek ile gerçeküstünün iç içe geçtiği, sınırların muğlaklaştığı, dahası zamanın ve mekânın başka anlamlara büründüğü modernite çağında özgürlük, ancak gerçeklikle bağını koparmamış sözcüklerden, hayal gücünden, yaratıcılıktan ve katarsisten oluşan bir kokteylin içinde kuluçkalanmasıyla daha somut hâle gelebiliyordu.

Bu bağlamda, “ütopya”nın kavramlarına bağlı kalmak, anlam ve önemle yüklü semantik bir evrenin parçası olmak anlamına geliyordu.

Aydınlanmanın ışığı, içinde kandil bulunan bir nişi ve çok parlak bir yıldızı andırıyordu ve bu ışığın yakıtı sadece kelimelerden oluşuyordu.

O günden bu yana aydınlanmanın bağbozumu kesinlikle fakirleşti. Çünkü “kimlikçi vaaz”, abartılı kehânetleriyle giderek küresel kapitalizmin bizi içine soktuğu çıkmazı karartmaya çalışan bir “ideolojik çıngırak” işlevi görmeye başladı. Ancak bu fakirleşmeye rağmen aydınlanmanın bilgelik şarabı, hakîkate susamış olanın susuzluğunu gidermeyi sürdürüyor.

“Les Mots et les Choses” (Kelimeler ve Şeyler) adlı yapıtıyla, bilinç felsefecilerinin ve hümanistlerin havuzuna ağır bir kaldırım taşı atan Foucault, “insanın ölümü”nü ilan ediyordu. Ona göre insan ancak 18. yüzyılın sonlarından itibaren bir bilgi/bilme nesnesi haline gelmişti ve bu ilgi kaybolmaya mahkûmdu. Çünkü o andan itibaren düşünce artık her şeye gücü yeten bir özneye değil, özerk kurallardan oluşan bir “sisteme” bağlıydı. Lacan’ın, nevroz semptomları üzerinden konuşanın özne değil de yapılar, bir dil sistemi olduğunu gösterdiği teorisi, o dil sisteminin içindeki aklı deşifre etmeye yönelikti.
Ve ses, “bireyin yaşamsal titreşimi”ydi ve varoluş için çok ama çok önemliydi. Nitekim, gerçekliği çerçeveleme şeklimiz, iyi veya kötüye dair yargılarımız, dünyayı kavrama şeklimiz ve bir öz-benlik oluşturma becerimiz, büyük ölçüde bir dil sistemine ve dahası ana dilimizin dağarcığına bağlıydı.

Söylediğimiz şeyler vardı, bir de yaptıklarımız: Arzunun, kıskançlığın, sahiplenmenin, nefretin, fantezilerin ve nihilo-hedonizmin habis enerjileriyle söylediğimiz şeyler bizi, yapacağımız olası iyi şeylerden giderek uzaklaştırıyordu. Durmadan dönen yuvarlak dünya içinde artık ne kendimizi bulabiliyoruz ne de yerimizi.

Sözde içsel bir sesin çağrısına uyarak intihar eden insanların yaşamlarını sonlandırışına uzanan yol, kuvveden fiile “metafizik” çıkmazlardan taşlarla döşeliydi ve bir çıkmazdan ne yazık ki doğru bir çağrı çıkmıyordu.

Bir şeyleri kötü isimlendirmek dünyanın talihsizliğini arttırmaktır” diye yazıyor Albert Camus. Yaşadığımız dünya çökerken duygularımızı tasvir edecek bir kelimeye ihtiyacımız bulunuyor; sizce eksikliğini hissettiğimiz bu kelime nedir?

Velhasıl, herkes kendi Lazarus’unu mezardan kaldıracak doğru kelimeyi aramayı sürdürüyor.
 

Josef Kılçıksız

 

Açıklamalar:

  1. J’accuse: Abel Gance’in 1919’da vizyona giren sessiz filmiy. Film “mikroskopik gerçekçilik”le savaş sahnelerini perdeye aktaradursun, ismini, Emile Zola’nın Dreyfus’u savunan ünlü makalesinin başlığından alıyor.    ⇡⇡⇡

 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

2 YORUMLAR

  • Yanıtla Sonay Karasu 23 Ocak 2024 at 15:40

    Bilerek yazmak / yazarken bilmek 📝👍
    Hem şair hem filozof bir bilge; bizi “kelime” arayışının içine bırakırken beynimde çıkan gürültüye insanın depremi bu olmalı, dedim.
     
    Kelimeler kıymetli
    Ama onlara yazık etmemek içindir tüm susuşlarımız.

     
    Saygı ve selam ile…

  • Yanıtla Josef Kılçıksız 23 Ocak 2024 at 18:29

    Her yorumunu okurken arkasında, sıradan dünyanın sözüm ona iyi orantılarına, ölçülerine ve işleyişine meydan okuyan bilge bir kadın görüyorum ben de.
     
    Teşekkür ederim.

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan