Açlığım konuşuyor. Açlığım gözlerime doluyor. Gözlerim donuk umarsız bir yanılsamada. Bakışlarım sevi’ye doğru. Açlığım tüm kollardan saldırıyor. Sevi, sevi, dokunuşmak aşkına!
Küller yağıyor. Küller ve elma kokusu!… Kişigil, kişi kılmadı kendini. Odlar odalar içinde yanıyor. Kandan nehirler, çağlayanlara akıyor. Küller yağıyor bulutlardan değil. Kişigil, kişi kılmadı kendini.
Açlığım karnımı kavururken bile anlamadım ben sizi ey yığın, en ufak açlık duygusu uğruna çevrenizi tutuşturmanızı, mahşerin dört atlısını ulu iyelerden sayıp onlara tapınmanızı ve münâfık/ikiyüzlü gökçe gösterişlerinizi. Münâfık, iki yüzlü demektir, doğru ve sizler ululardan ulusumuzu(!) var oluşunuzla bütünleştiğiniz açlığınızla. Siz de beni anlamadınız aslâ ve kendi açlığınızın aynası saydınız tavrımı, var oluşumu, zayıflık saydınız inceliği, özveriyle, saldırdınız her zaman ve sürekli. Açlığım açlığınıza denk değil.
“Bir kimsenin düşüncesini açıklayamaması köleliktir” demiş Euripides, söylenenlere göre. O yüzden yeri geldiğinde, içimden geldiğinde açlığımdan söz ederim ara sıra; o yüzden açlığımdan söz ediyorum şimdi yine.
Sokrates’i tanıyın, Anadolulu/Lidyalı Thales’i, Hacı Bektaş-ı Velî’yi, Muhyiddin-i Arabi’yi tanıyın, Ursula K. Le Guin’i, Gautama Buda’yı. Kendinizi tanıyın, kendinizi tanıyın, kendinizi tanıyın üç kez ve çemberi üç kez tamamlayın; kendinizi bilin.
Açlığı tanımıyorlar. Türkiye’de, Hindistan’da, İtalya’da, Britanya’da, nice nice villalarda, şatolarda, saraylarda yaşıyor, manastırlarda, konutlarda, tapınaklarda oruçlar tutuyor, yine de açlığı tanımıyorlar.
Açlığı tanımıyorlar. Yoksullar, kiminin karnı, kiminin soluğu, kiminin usu, kiminin adımları aç. Çılgıncasına, kendini çamur denizine atarcasına açlar. Açlık gövdeden varlıklarından taşıyor, yokluk taşar mı? Açlık, hücrelerinden sızıyor, istem sızar mı? Yine de yok, yine de hayır, bilmiyor, anlamıyorlar. Açlığı tanımıyorlar.
Socrates’i anlamadılar; Thales’i tanımadılar, Yunan sanıyorlar; Ursula’yı okumadılar, okuyup içlerine almadılar; Mevlânâ’yı.. ahh Mevlânâ!
Derler ki şöyle demiş Ebû Sâid-i Ebû’l Hayr:
“Gel, gel, ne olursan ol yine gel
İster kâfir, ister Mecûsi,
İster puta tapan ol yine gel.
Bizim dergâhımız umutsuzluk dergâhı değildir,
Yüz kez tövbeni bozmuş olsan da yine gel…
Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz,
Şu tertemiz tarlaya sevgiden başka bir tohum ekmeyiz biz…
Beri gel, beri! Daha da beri! Niceye şu yol vuruculuk?
Mâdem ki sen bensin, ben de senin. Niceye şu senlik benlik?…
Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir.”
Ve açlıktan gözü dönmüş bu yığın, kâfirliğin bir inancın değil bir işin adı olduğunu bilmez ve aslâ da üzerine alınmaz da kâfirliği (Ne kendini beğenmiştir âh o yığın), “ârif” deyince gözleri parlar yeni çağın Buda’sı, insan-ı kâmil kendi imişçesine.
Sevi ve ışık ile!…
Atakan Balcı
2 YORUMLAR
Üslup çok naif, mesaj ise çok vurucu….
Söylenmeyeni söyleyen, unutturulmuşu önümüze koyan bir içerik..
Ya kelime zenginliği..
Hayran kalmamak elde değil!
Düşün bre insan! Düşün!
Yaşadığımız koşullar o kadar can yakıcı ki, duyarlı bir kişinin bir biçimde bu acıyla haykırması kaçınılmaz oluyor. Çok teşekkür ederim güzel yorumunuz için.