Yazdıklarıyla Yaşayanlar

Ernest Hemingway

18 Kasım 2019

Dört nikâh, üç savaş, birçok eser, tek kurşun…

“Gerçek bir yazar için her kitap, ulaşılamayacak bir şey için tekrar çaba göstereceği yeni bir başlangıç olmalıdır. Daima, daha önce hiç yapılmamış ya da başkalarının deneyip başaramadığı bir şeyi denemelidir. Sonra kimi zaman, şansı çok yaver giderse, başaracaktır.”

Sıcak bir yaz akşamı, takvimler 1899 yılının 21 Temmuz’unu gösterirken, Chicago’nun asude bir banliyösünde bir erkek çocuğu dünyaya gelir. Doktor Clarence Edmonds ve müzisyen Grace, oğullarına Ernest adını koyarlar.

Varlıklı, kültürlü bir ailenin korunaklı ortamında sağlıklı bir çocukluk dönemi geçiren Ernest, göl kıyısındaki yazlıklarında kamp yapmayı, balık avlamayı, annesinin zoruyla da çello çalmayı öğrenir. Lise yıllarında okul dergisinde yazarlık ve editörlük yaparak edebiyat dünyasına ilk adımlarını atan Ernest, mezun olduktan sonra da bir süre yerel bir gazetede muhabirlik yapar.

Hayatı boyunca içindeki macera dürtüsünün ardından koşan genç adam, gözündeki bir sorun nedeniyle Amerikan ordusuna katılamaz. Bir yolunu bulup kendini I. Dünya Savaşı’nın ortasına attığında ise henüz yirmisinde bile değildir. Almanya sınırında savaşan İtalyan birliklerinde ambulans şoförü olarak iş bulmayı becerse de beladan uzak durmayı beceremez ve cephede ilk altı ayını dolduramadan bir şarapnel parçasıyla yaralanıp kendini Milano’da bir hastanede bulur. Altı ay kaldığı bu hastanede Agnes von Kurowsky adında kendisinden beş yaş büyük bir hemşireye gönlünü kaptıran genç adam, evlenme teklifi kabul edilmeyince derin bir keder içinde memleketine dönecektir.

“Hayat herkesi kırar ve sonrasında birçokları o kırık yerlerinde güçlenir.”

Ernest, Kanada’nın önemli gazetelerinden Toronto Star’da öykülerini yazmaya başlar. Bu kez de kendisinden sekiz yaş büyük bir genç kadın olan Hadley Richardson’a âşık olunca 1922 yılında ilk evliliğine adım atar. Birkaç ay içinde Paris’e taşınan genç çift, çok geçmeden bu kültür ve sanat şehrini mekân tutmuş Amerikalı yazarların arasına karışacaktır. Amerikalı yazar Sherwood Anderson’dan alınmış bir takdim mektubuyla Paris’in önde gelen yazar ve sanatçılarıyla tanışıp dostluklar kurar. Bu yeni dostların arasında modernist akımın öncülerinden şair Ezra Pound, San Francisco’lu yazar ve ünlü koleksiyoner Gertrude Stein, İrlandalı yazar ve şair James Joyce, dönemin önde gelen yazarlarından Henry James vardır. Bu arada modern çağın en büyük ressamlarından Miro ve Picasso ile de tanışır.

Yazarlık hayatının ilk döneminde daha çok öyküler yazmakla yetinen Ernest, Paris barlarından birinde Muhteşem Gatsby adlı romanıyla ün yapan F. Scott Fitzgerald ile tanışır. Bu tesadüfi buluşma, genç adamın içindeki yazma tutkusunu daha da alevlendirmiştir. İlk çıkışını Güneş de Doğar (1926) adlı romanıyla yapar. Farklı olduğunu, kimseden öğrenecek bir şeyi olmadığını herkese ispat etmek için yaşamakta ve yazmaktadır sanki. Nitekim sonraları, kendisini Paris’teki ilk yıllarında himayesine alan Gertrude Stein’in ona yazma sanatının inceliklerini öğrettiği şeklinde yapılan yorumlara da kulak asmayacaktır.

Hemingway Paris’teki ilk iki yılında, Nisan 1922’deki Cenevre Konferansı, Ekim’de Türk-Yunan savaşı, Kasım’da Lozan Konferansı ve 1923’te de Ruhr vadisindeki savaş sonrası konferansı gibi önemli olayları içeren geniş kapsamlı bir muhabirlik yürütür. Siyasi haberlerin yanı sıra balıkçılık, boğa güreşleri, kayak sporu ve Avrupa’da sosyal hayat gibi konularda da yazmaktadır. Bir muhabir ve yazar olarak tam tanınmaya başladığı sırada Hadley’nin hamile olduğunu öğrenirler ve çocuklarının Kuzey Amerika’da doğmasını istedikleri için 1923 yılında Toronto’ya taşınırlar. Orada kaldıkları sürece Hemingway yazılarını önemli bir günlük gazete olan Toronto Daily Star’da yazar. Oğulları John’un doğumundan birkaç ay sonra da Paris’e dönerler.

“Yazmanın kuralı yoktur. Bazen kendiliğinden ve mükemmel bir şekilde geliverir; bazen bir kayayı matkapla delip patlatmaya benzer.”

Yalın ifadelerin altında derin ve karmaşık duygular gizleyen o kendine has üslubu ile edebiyat dünyasında yükselmeye devam eden Hemingway, Kadınsız Erkekler adlı eserinde bu kez yine öykülerine yer verir. En nihayet sıra I. Dünya Savaşı anılarına hayat verdiği Silahlara Veda adlı ölümsüz eserine gelmiştir (1929). Hemen bütün romanlarında olduğu gibi Hemingway’in bu eserinde de otobiyografik unsurlar göze çarpar.

Romanın kahramanı Amerikalı teğmen Frederic Henry, tıpkı Hemingway’in yaptığı gibi İtalya’ya gider ve I. Dünya Savaşı’nda Almanlara karşı savaşmaya başlar. Tıpkı onun gibi savaşta yaralanır ve götürüldüğü hastanede ona bakan güzel hemşire Catherine’e âşık olur. Büyük ölçüde yazarın kendi geçmişini andıran bu giriş bölümünden sonra olaylar farklı bir yönde gelişir.

Romanın son bölümünde genç teğmen sevgilisine kavuşmuş, onunla birlikte İsviçre’ye kaçmış ve savaşın barbarlığından kurtulmuştur. Tam her şeyin yoluna girdiği bir sırada, sevgilisi bir hastane odasında genç teğmenden ebediyen ayrılır. Hemingway, istediği gibi ifade edebilmek için “otuz dokuz defa yazdım” dediği son bölümü, acıyı sıradan sözlerin ardına gizleyen, yoğun duyguların ağırlığını hissettiren sade diyaloglarla bitirir:

‘Biliyorum, söylenecek bir şey yok. Size diyemem ki…’
‘Hayır’ dedim. ‘Söylenecek bir şey yok.’
‘İyi geceler’ dedi (doktor). ‘Sizi otelinize bırakamaz mıyım?’
‘Hayır, teşekkür ederim.’
‘Yapılacak tek şeydi o’ dedi. ‘Ameliyat gösterdi ki…’
‘Bundan söz etmek istemiyorum.’
‘Sizi otelinize götürmek isterim.’
‘Hayır, teşekkür ederim.’
Koridordan aşağı yürüdü. Ben de odanın kapısına gittim.
‘Şimdi içeri giremezsiniz’ dedi hemşirelerden biri.
‘Evet, girebilirim’ dedim.
‘Daha giremezsiniz.’
‘Sen dışarı çık’ dedim. ‘Öbürü de.’

Ama onları dışarı çıkardıktan ve kapıyı kapattıktan ve ışığı söndürdükten sonra da bir yararı olmadı. Bir heykele veda etmek gibiydi bu. Bir süre sonra dışarı çıktım, hastaneden ayrıldım ve yağmurda yürüyerek otele döndüm.

Hemingway’in edebi yazım teorisine göre yazar bazı şeyleri hikâyeden çıkarıp atabilir ve eğer işini iyi yapıyorsa, okur bu şeyleri yazarın onları açıkça yazmış olması halinden çok daha yoğun hisseder. Bu aslında hikâyeyi güçlendiren bir tekniktir. Bir buzdağının yapısına benzer bu. Buzdağının yalnızca sekizde biri suyun üstünde görünürken suyun altında kalan sekizde yedisi, kütlenin devinim gücünü sağlayarak ivmesine katkıda bulunur. Hemingway hikâyelerini böyle yapılandırıyordu; çok az sözle çok büyük bir duygu yükünü daha etkili bir biçimde hissettirerek okura aktarıyordu.

“Bir roman yazarken nefes alıp veren insanlar yaratılmalıdır; Karakterler değil, insanlar. Karakter bir karikatürdür.”

Paris’te tanıştığı Vogue dergisi yazarı Pauline Pfeiffer’e âşık olan Hemingway, ikinci evliliği için fazla düşünmeyecektir. Varlıklı bir aileden gelen yeni karısıyla birlikte Amerika’ya döner. New York, Key West ve Wyoming arasında mekik dokurlarken, Hemingway babasının intihar haberini alacak ve belki kendi sonunu da hazırlayacak olan depresyonla ilk o zaman tanışacaktır. Mali zorluklardan ötürü sıkıntı çeken babasının bu trajik sonu genç yazarı derinden etkilemiştir. Bir süre yazmayı bile bırakır, yeni doğan çocuğuyla evde vakit geçirip bir yandan da öteden beri bariz bir zaafı olan alkolle daha da çok haşir neşir olur.

1928’de ve 1931’de, Patrick ve Gregory adlarını verdikleri iki oğulları doğan Hemingway ve Pauline, 1933 yılında altı haftalık bir safari macerası için Afrika’ya giderler. Orada kaptığı hastalıklar yazarın sonraki yıllarda başını derde sokmaya devam edecek olsa da bir şekilde eline kalemi yeniden almış, bu sayede Afrika’nın Yeşil Tepeleri yazılmış, yayınlanabilmiştir.

“Hayat hakkında yazabilmek için önce onu yaşamalısınız.”

Bir sonraki müthiş serüven İspanya İç Savaşı’dır. Cumhuriyetçilerin tarafını tutan Hemingway, savaşı izlemek üzere bir dergiyi temsilen Madrid’e gider. İspanya’da kaldığı iki yıl boyunca, daha önce büyük bir tutkuyla bağlandığı boğa güreşlerini de ihmal etmez. Kader bu kez de karşısına parlak zekâsı ve serüvenci ruhuyla kendisiyle her alanda boy ölçüşebilecek bir savaş muhabiri olan Martha Gellhorn’u çıkarmıştır. İspanya’da başlayıp Küba’da devam eden bu aşk, Hemingway’in üçüncü evliliği ile sonuçlanır. Aynı yıl içinde bir başka yarı otobiyografik başyapıtı, Çanlar Kimin İçin Çalıyor (1940) yayınlanacaktır. İspanya İç Savaşı’nın karanlık yüzünü, yerel halkın çaresizliğini, iç savaşı sürdürmeye kararlı faşistlerin ve onların belalısı komünistlerin iç yüzlerini ortaya koyan bu olağanüstü eser, yazarına bir de Pulitzer Ödülü kazandıracaktır.

Savaşlar bir şekilde Hemingway’i büyülemeye devam etmektedir. Birinci Dünya Savaşı ve İspanya İç Savaşı’ndan sonra bu kez de yeni karısı Martha ile birlikte Uzak Doğu’ya, Çin’i işgal eden Japonların orada neler çevirdiğini öğrenmeye gider. Bir sonraki durakları ise İkinci Dünya Savaşı’nın kalbi olacaktır. Hırsları ve rekabetçi ruhları Hemingway ile üçüncü karısı Martha Gelhorn’u bir kez daha mesleki bir rekabete sürükler. Artık aynı ailenin iki ferdi değil, neredeyse birbirine diş bileyen iki rakiptirler. Birbirlerinden gizli, iki farklı yayın kuruluşu ile anlaşıp savaş alanına giden karı koca, uzun ayrılıklara da katlanmak zorundadır. Amerikalı General Eisenhower’in yönettiği ve İkinci Dünya Savaşı’nın dönüm noktası olan Normandiya Çıkarması’nı Hemingway karadan izlerken, güzel ve hırslı karısı da harekâtı bir savaş gemisinden takip etmektedir.

“Ne kadar gerekli ya da gerekçeli olursa olsun, savaşın bir suç olmadığını asla düşünmeyin.”

6 Haziran 1944 günü başlayan büyük çıkarmanın yürek burkan trajik sahneleri ileride birçok Hollywood filmine konu olacaktır. Karada belli bir hâkimiyet kuran müttefik kuvvetlerinin ilk hedefi Paris’tir. Bir Amerikan piyade tümeni ile birlikte bu saldırılara katılan Hemingway, Paris’e kadar uzanan yolda bir kez daha savaşın vahşetini yaşar. Bu cesareti nedeniyle madalya alan Hemingway, Londra’ya döndüğünde bir başka meslektaşıyla, Time Dergisi muhabiri Mary Welsh ile tanışır. Evlilik çanları bir kez daha çalmaya başlamıştır. Hemingway’in üçüncü evliliğini bitirip dördüncüsüne başlarken söylediği şakayla karışık buruk sözler hiç unutulmaz:

“Şu kahrolası kalbinde bir kadını başlatmak için bir savaş, bitirmek için de bir başka savaş gerekmesi ne tuhaf. Kör talih!”

Bir süre yazmaya ara veren Hemingway, Mary ile evlendikten sonra bozulan sağlığına ve sık sık tekrarlanan depresyonlarına çözümü yeniden içkide aramaya başlamıştır. Küba’da satın aldığı arazide sakin bir hayat sürerek, denize açılıp balık tutarak, doğayla iç içe geçen yılların ardından en değerli eserlerinden biri olarak tanınan İhtiyar Adam ve Deniz (1952) adlı novellasını kaleme alır. Yakaladığı devasa marlin balığını tek başına teknesine çıkartmaya çalışan yaşlı bir adamın insanüstü mücadelesini anlatan Hemingway, yine kendi hayatından esinlenerek yarattığı güçlü bir esere imza atmıştır.

“Birine güvenip güvenemeyeceğinizi anlamanın en iyi yolu ona güvenmektir.”

Hemingway’in dehasını taçlandırma görevini 1954 yılında Nobel Edebiyat Komitesi üstlenir. Son eseri İhtiyar Adam ve Deniz sayesinde bu saygın ödüle layık görülür. Hemingway’in alâmetifarikası olan yazma tekniğinin de en üst düzeyde tescilidir bu. Kısacık ama içlerinde söylenmeyen şeylerin yoğunluğunu, derinliğini taşıyan cümleler, yukarıda da sözü geçen aysberg tekniğinin örnekleridir. Yüzeyde küçük bir parçası görünen “buzdağının” çok daha büyük bir kütlesi daima suyun altındadır.

“Hemcinslerinizden üstün olmanın soylu bir yanı yoktur. Gerçek asalet, önceki benliğinizden üstün olabilmektir.”

Dördüncü eşi Mary ile bir kez daha Afrika’ya giden Hemingway, üst üste geçirdiği iki uçak kazası ve akla gelebilecek her türlü sağlık sorunu nedeniyle yeniden depresyona girdiğinde bir süre Mayo Kliniği’nde tedavi görse de içmeye devam eder. Eserlerini sabahın erken saatlerinde ve ayakta, çalışma odasındaki kürsünün üzerinde yazmaya alışkın olan Hemingway, fiziksel olarak güç kaybettikçe daha çok içine kapanır. O sıkıntılı yıllarda tekrar uğradığı Ritz Oteli’nde neredeyse otuz yıl önce Paris’te bıraktığı notları bulan Hemingway, bu umulmadık keşifle heyecanlanır. Yeniden kavuştuğu gençlik anılarını henüz basılabilecek kıvama getiremese de, bu eser ölümünden bir süre sonra Paris Bir Şenliktir adıyla yayınlanacaktır (1964).

Ayrıldıktan sonra 22 yılda sadece bir kez görmüş olmasına karşın ilk eşi, Hemingway’in değişmez ‘ilham perisi’ olarak kalmıştır. Yazarın ‘alımlı ama yaralı kadın kahramanı’ için bir modeldir o. Hadley Richardson 1961 kışında eşiyle Arizona’da tatildeyken Hemingway onu telefonla arar. Paris’teki yıllarının anılarını yazmaktadır ve ona hatırlayamadığı birkaç ayrıntıyı sorar. Ortak gençlik anılarından ve oğulları John’dan söz ederler. Sıcak bir sohbettir, ama telefonu kapadığında gözyaşlarını tutamaz Hadley. Hemingway’in sesindeki çöküntüyü, yenilgiyi, çaresizliği duymuştur. Yıllar önce onu bir başka kadın için terk edişinden sonra başlayan uzun çöküş sürmekte ve hayatına son vereceği an yaklaşmaktadır. Aslında o âna sadece birkaç ay kalmıştır. “Keşke ondan başka hiç kimseyi sevmeden ölseydim” diye yazmıştır Paris Bir Şenliktir’de. İlk evliliğinin şiirsel bir anlatımla yazılmış anıları vardır o kitapta.

Hadley, Hemingway’in ruhunu bulandıran karanlık güçleri anlıyordu, çünkü aynı güçler ona da azap çektiriyordu. Onun da alkolik ve başarısız bir işadamı olan babası, Hadley 13 yaşındayken intihar etmişti.

“Her insanın hayatı aynı şekilde sona erer. Birini diğerinden ayıran sadece nasıl yaşadığına ve nasıl öldüğüne dair ayrıntılardır.”

1961 yılının 2 Temmuz sabahı, Hemingway ömrü boyunca yaptığı gibi erkenden kalkar. Bodrumdaki bir dolaptan bir av tüfeği alır, yukarı çıkar ve evin girişine yakın bir yerde kafasına ateş eder. Altmış ikinci doğum gününe iki hafta vardır. Ve ünlü yazar, tıpkı babasının ve iki kardeşinin de yapmış olduğu gibi, bu dünyadan çekip gitmeyi seçmiştir.

Oysa bir zamanlar “Dünya, uğrunda savaşmaya değecek iyi bir yer, onu bırakıp gitmeyi hiç istemem” demişti.

Hemingway sülalesinin dört kuşağında beş intihar vakası görülmüş olması ilginçtir. Güzelliği ile göz kamaştıran ve moda dünyasının önde gelen dergilerinde modellik yapan Margaux Hemingway de tıpkı dedesi gibi alkol bağımlılığı ve evlilik sorunları gibi nedenlerle giderek ağırlaşan bunalımlar yaşamaktadır. Nihayet aile genlerine de yenik düşen genç kadın, henüz kırk iki yaşındayken, evinde yüksek dozda uyku hapı alacak ve dedesinin ölüm yıldönümünden tam bir gün önce, 1 Temmuz 1996 günü yaşama veda edecektir.
 
 

Bu portre, yazarımız Hasan Saraç’ın Yazdıklarıyla Yaşayanlar adlı eserinden alınmış olup, yayıncı kuruluş Portakal Kitap‘ın özel izniyle yayınlanmıştır. Bir başka ortamda kullanılması, paylaşılması yasaktır…

 
 
Hasan Saraç

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan