Röportaj

Ahmet Murat Eken

8 Nisan 2021

Özgür Ay Röportajları | Ahmet Murat Eken

The Dark Side Of The Moon. Bu cümleyi biraz rock, blues dinlemiş birine söylesem hemen aklına Pink Floyd gelir. Merak etme bu kadar bilinen bir grubu ve onun bu kadar bilinen albümünü anlatmayacağım sana. Bu başlığı atma sebebim başka.

Ay’ın karanlık yüzünü buradan göremeyiz ama biliriz, oradadır. Ay’ın karanlık yüzü onun yarısı ve bir parçası, orada duruyor biliyoruz ama göremiyoruz. Daha önemli bir şey var, orası bize göre karanlık, yoksa orası da aydınlanıyor, hatta karanlık yüzüne göre de belki bizim gördüğümüz yer karanlık. Bu yüzden Ay’ın karanlık yüzü değil, Ay’ın diğer yüzü demek daha doğru bence.

İşte bu röportajlarla, müziğin ve diğer sanatların, bize göre karanlık ama esasında diğer yüzünde olan, kısacası görebildiğimiz ışığın altında olmayan, bu yüzden görülemeyen, bu yüzden pek bilinmeyen değerli sanatçılarını, emekçilerini tanıtmaya çalışacağım. Onlarla yaptığım sohbetleri burada yazacağım, belki de sanatın gerçekten lezzetli tarafı da bu insanlar tarafından yapılıyordur, beraber öğreneceğiz.

İlk olarak çok sevdiğim dostum Ahmet Murat Eken ile yaptığım bir sohbeti seninle paylaşmak isterim.
 
 

Ay’ın Diğer Yüzü | Ahmet Murat Eken

 
Ahmet Murat EkenBağlama sanatçısı arkadaşımı aynı zamanda Ege Denizi’ne olan tutkusu ve çay sevgisiyle de tanıyorum. 90’lı yılların başında kesişti yollarımız. İlk tanıştığımızda, Mozart ve Beethoven üzerinden ateşli bir tartışma yapmıştık. Sonrasında çok iyi bir dost kazandım, yıllarca beraber çaldık söyledik. Anadolu türküleri hakkında ondan çok şey öğrendim, hâlâ da öğrenmekteyim. Kendisi ile geçen gün buluştuk, keyifli bir yürüyüş yaptık, aklıma geleni sordum, o da cevapladı.

Özgür Ay: Evet sevgili dostum, klasik soruyu hemen sorayım, bağlama ile ne zaman tanıştın ve hangi yorumculardan etkilendin, biraz anlatır mısın?

Ahmet Murat Eken: Bağlamayı, gözümün önünde buldum diyebilirim. Çünkü babam çalıyordu. Babam mimar ama güzel saz çalardı, halk müziğinin bazı büyük ustalarıyla da arkadaştı. Bir yaşımdan beri kulağım hem babamın, hem onların çaldıklarıyla dolmaya başladı. Mehmet Erenler, Ali Ekber Çiçek, Yavuz Top, Nida Tüfekçi, Talip Özkan, Hamdi Özbay gibi adamları, oturup dinleme şansı olan, İstanbullu bir çocuk düşün. Bu kişiler bugün hemen hemen herkesçe tanınıyor ama o yıllarda, halk müziği dinleyicisi dışındakiler için bilinen isimler değillerdi. Bulduğum pınardan beslenmeye başlamışım.

7 yaşımdaydım, babam Yavuz Top’un Vezneciler’deki dershanesine gidiyorken, beni de götürürdü. Solfeji takip eder, çalanları seyrederdim. Arif Sağ’ın 1982’de verdiği meşhur Şan Tiyatrosu konserinde, 8 yaşındaki ben, seyircilerin arasındaydım. Bu, bir futbolseverin “86 Dünya Kupası’nda Arjantin-İngiltere maçında tribündeydim” demesine benzer. Diğer yandan, babam bir gün bile “al saz çal” dememiş, zorlamamıştır beni. Neyse fazla uzatmayayım; bu süreç bana, çalmadan önce dinleyici olma fırsatı verdi. Bunun kıymetini çok sonra anladım. Çünkü müzikle yahut bir eserle ilk ilişkinin, elle mi yoksa kulakla mı olduğu konusu önemlidir. Çaldığını aynı anda başkası çalıyormuş gibi dinliyor olmak, iyi bir icracının meziyetlerinden biridir. Sanırım Rahmaninov, “Bir eser besteleyeceğim zaman, piyanodan uzak dururum” dermiş.

Günün birinde bana aniden bir istek geldi, duvarda asılı duran saza uzandım. Herhalde “Artık sadece duymak değil, çalmak istiyorum” mu dedim, bilmiyorum.

9 yaşındaydım sanırım. Alış o alış. Sonra kendi çabamla, kendi kendime çalışarak, yıllar içinde belli bir ustalığa eriştim. Otuzlu yaşlara gelene dek hiçbir düzenli kurs, ders almadım. Sanırım 2004 yılıydı Mehmet Erenler’in özel bir ustalık sınıfında ders verdiğini öğrendim. 2 yıl kadar oraya gittim. Orada, hocanın çalışını olduğu kadar, notadaki bir esere bakışını ve saza aktarış tarzını gözlemledim.

Lâkin dinleyici tarafım her zaman ağır basmıştır. Çünkü hayatın ortasında olmayı yeğledim her zaman. Zaten bir teknik virtüöz yahut saz cambazı da sayılmam. Fakat öte yandan çaldığını dinleten, “teli ezmeyi bilen” bir adam olduysak ne âlâ. Eh bu da az şey sayılmaz. Zamanla, demlenerek olur. Sadece egzersiz ile oraya varılamaz. Bu dalganın bir kayayı oymasını görmek için kayanın başında beklemeye benzer.

Kimden etkilendiğime gelince; birkaç kişiden değil, yukarda adını saydığım sayamadığım birçok kişiden etkilendim. Bunun ötesinde, en çok, önemli otantik ustalardan etkilendim. Besteci olarak da Aşık Veysel bende ayrı bir yerde durur. Ve tabii en büyük ustamız: Anonim Usta. Ustaların ustası. Kimdir, nedir? Hâlâ anlayamadım.

Özgür Ay: Anadolu’da birçok yörenin kendine göre bir yorum biçimi ve mızrap tekniği var, diye biliyorum. Sence bu özellik, artık müzisyenlerce önemseniyor mu? Bu konuda ne söyleyebilirsin?

Ahmet Murat EkenAhmet Murat Eken: Esasen, yörelerin halk müziği özelliklerini, sazdaki mızrap çeşitlerine göre değerlendirmek, çok yetersiz olur. Bu mızraptan ziyade, o yörenin müzikal havasının yansıtılıp yansıtılmaması konusudur. Yoksa bağlamada topu topu kaç tane mızrap atışı olabilir? En fazla altı yedi değişik şekilde. Oysa yöresel özellikleri, bunla sınırlayamayız. Gerçi bazı tavırların, bazı mızrap atış şekilleriyle doğrudan ilintisi vardır. Örneğin Konya Mızrabı, Kütahya Mızrabı, Silifke Mızrabı deriz. Ama tavır denen şey, bundan ibaret değil. Sadece bağlamada değil, birçok yöre, oranın farklı çalgılarına, şartlarına göre şekillenebilir. Bu folklor konusudur. Örneğin birçok zeybek, zurnadan derlenmiştir. Sen, bir mızrabı atarsın ama o havayı veremeyebilirsin. Tersi de olabilir.

Yöre

Müzikte “yöre” denen şey de nedir biliyor musun? Git mesela Konya’ya, Harput’a, bir müzik meclisinde otur. İki saat boyunca oraya has havaları ardı ardına dinlersin ve bir bakmışsın, birbirine benzer nitelikte eserlerden oluşan bir şeyin içine dalmış, gitmişsin. Kulağın başka bir şeyi aramamış. Oranın müziğinin, kendi mikro evreni içine dalmışsın. Demek ki oranın müziği, en azından birkaç saat boyunca, kendi kendine yetmiş. İşte yöre denen şey budur aslında. Bir bölgenin müzikal olarak kendi kendine yetmesidir.

Müzisyenlerle ilgili soruya gelirsek, halk müziğinde bir kuşak olgusu var. Şöyle ki bir kişinin her tavrı, otantiği gibi çalabilmesi, söyleyebilmesi mümkün değil. Aynı anda hem iyi bozlak hem iyi hoyrat söyleyen birine rastlayamazsın. “Her yöreyi bilen, aslının aynı çalan söyleyen bazı ustalar vardır” deriz. Ama yoktur. Onlar, otantikten yola çıkmışlardır ama bu genişliği yakalayabilmek, kendi potalarında eritebilmek için otantikten biraz kayıp, yetenekleriyle, kişisel üsluplarını yaratmışlardır. Mecbur, yoksa alanını genişletemez.

Kuşaklar

Böylece, akademide, radyoda (yani şehirde) bir “İkinci Kuşak İcra” doğmuştur. Birinci kuşak ve ikinci kuşağın ustalarını, bu gözle dinlemek lazım. Bunlar iki ayrı katmandır. İlkinde kaynak kişiler, dağ çiçekleri, ikincisinde ise onlardan öz ala ala kendi şahsi balını yapmış bazı ustalar görürüz. Her iki türün de temsilcisi azdır. Birinci kuşak yani otantik sanatçıların, sanatlarını çıraklara aktaracak ortam giderek azaldı. Çünkü bu kişiler usta-çırak ilişkisi biçiminde yetişir, eğer çırağı yoksa kendisi bu dünyadan gidince sanatı da kendisiyle beraber gider.

Şimdi üstüne gelen üçüncü, dördüncü kuşak müzisyenler, tekniklerini farklı boyutlara taşıdılar. Bu tabii ki iyi bir şey. İyi olması bir yana, üçüncü kuşak için bu durum zaten kaçınılmazdı. Çünkü egzersiz, sürat, teknik, bunlar aynı zamanda kent kültürünün tipik takıntısıdır.

Diğer yandan, geleneksel tadı alabiliyor muyuz? Buna direkt evet ya da hayır demek zor. Bu çalanın ve dinleyenin kaç kuşak geriye gidebildiğine bağlı. Ben mesela, bozlağı birinci kuşak haricindekilerden dinleyemiyorum. Daha ikinci kuşakta, hangi usta olursa olsun, bozlak bana sentetik gelir. Tabii zamanla ilk kuşaktan kopulması kaçınılmaz. Eğer kaynak olarak sadece ikinci kuşağın az sayıda ustasını dinliyorlarsan, üslup zenginlikleri konusunda daha baştan sınırlanırsın.

Bir tane Arif Sağ, bir tane Talip Özkan, bir tane Mehmet Erenler var, kabul.

Onlar ve benzeri tip ustalarımız ekol olmuş ikinci kuşak ustalardır. Onların, bireysel üslupları da ağır basar. Genç bir müzisyen, onların daha da ardına uzanıp onların kaynak aldığı önceki kuşak otantik sanatçılara kadar uzanmaya çalışmalı mümkün olduğu kadar. Taklit için değil, kendi icrasını rafine edebilmek için. Bunun tek yolu, şu an eldeki kayıtlar.

Zaman geçtikçe, kentler yaygınlaştıkça, otantik bölgeler ortadan kalktıkça, yeni halk müziği müzisyeninin referans alacağı geçmiş de o kadar değişiyor, bu doğaldır. Ben Mustafa Hisarlı’yı, Yücel Paşmakçı’yı seyretmesem, yahut Birgi’de senle beraber dinlediğimiz Davut Usta’ya rastlamasam zeybek nasıl çalınır nereden bilecektim?

Ahmet Murat Eken

Meğer sazın sapını sıkmamalı, bilek ağırlıklı çalmalı, parmakla vurgu veya süsleme yapılmamalıymış ki zeybek zeybek olsunmuş. O zaman anladım ki en iyi sazcı dahi olsa, her şey herkesten dinlenmez.

Klasik Müzik & Bağlama

Özgür Ay: Aklıma gelmişken, sen bağlama çalıyorsun ama biliyorum ki oldukça iyi bir klasik müzik dinleyicisisin. Klasik müziğin bağlama çalışına etkisi oldu mu? Olduysa bunu biraz anlatabilir misin?

Ahmet Murat Eken: Tabii, klasik müziği dinleyen ile sazı çalan aynı kişi olunca, etkisi oldu haliyle. Bu etki doğrudan olmadı tabii. Çünkü klasik müzik ile halk müziği, sonuçta farklı farklı müzikal evrenler. Halk müziği bir motif müziğidir. Klasik müzik bambaşka bir şey. Ama söz gelimi Mozart’ın müziği, müziğin sadece sesinin değil, soluğunun da olduğunu, sürekli bir akış olduğunu, müzikalitenin ne olduğunu sezmemi sağladı. O da benim üzerimden sazıma etki etmiştir mutlaka. Çünkü o akış, her müziğin özüdür esasında. Ses ne zaman uzatılır ne zaman kesilir ve bunu yaparken ton nasıl korunur, uzayan bir doğaçlama müziğin, uzayan demir bir çubuk gibi sarkması nasıl önlenir, özellikle “sıvı müzikte” yani doğaçlamada bunları sezmek önemli. Yapabildim mi? Hayır. Yahut çok az. Ama en azından yapanların sırrını öğrendim. Sanat insan dışında, hiçbir şeyi değiştirmez.

Sadece klasik müzik değil; genel anlamda sanat, dinleyen kişiyi değiştiriyor haliyle.

O dinleyicinin, yaptığı her şeyi de etkiliyor dolaylı olarak. Lâf lâfı açıyor, yeri gelmişken söylemek isterim. Senle de hep konuşuruz bunu: Aslında sanat, dünyada hiçbir şeyi değiştirmez. Al eline gitarı, kırk yıl çal, şu önündeki bardağı bir milim oynatamazsın. Parmağını uzatıp itmen gerekir. Bir şeyi değiştirmek için sanat değil, hareket gerek. Sanat, bir tek şeyi değiştiriyor: İnsanı. İnsan ise her şeyi değiştiriyor.

Sanatın olgulara etkisi dolaylı. Biri denize düşüp boğuluyorsa, onu kurtarmak için müzik yapılmaz. Atlayıp çıkarırsın. Sanırım o yüzden Adorno: “Auschwitz’den sonra şiir yazılmaz” demiş. Ve yine o yüzden Şostakoviç savaşta itfaiyecilik yapmış. Çünkü şartları değiştiremiyorsanız, insanı değiştirmenizin bir anlamı da kalmıyor.

Onda, müziğin güzelliğinden çok, güzelliğin müziğini bulurum.

Klasik müzik dinlemeye başlamak tamamen merak ile oldu aslında. Kafamda oturmayan bir şeyler vardı. Onu da paylaşayım:

Eskiden TV’de Hikmet Şimşek’in sunduğu “Pazar Konseri” programı olurdu bilirsin. Orada, rahmetli Şimşek, eser hakkında konuşurdu. Sonra konser başlardı. Dinlerdim, dikkatlice. Beş dakika sonra dikkatim dağılırdı. Hiçbir şey anlamaz, sıkılırdım. Bakardım, orkestrayı yöneten şef kendinden geçmiş, mest olmuş, yönetiyor. Bu, kafama takıldı. Bu eserler iki yüz senedir duruyor. Büyük itibar görüyor. Bu şef neye hayran? “Demek ki hıyarlık bende” dedim. Galiba bir şeye ulaşmanın ilk şartı, hıyarlığın kendimizde olduğunu kabul etmek.

Vivaldi, Mozart, Beethoven, Ravel

Liseden mezun olduğum sene, önce gittim Dört Mevsim Konçertoları’nı aldım. Ezgisi bilindik ya, kapıdan içeri gireriz belki diye. O kasedi, o yıl belki yüz kez, büyük zevkle dinledim. Bir giriş kapısı bulmuştum. Çünkü güzel bir ezgiden çok, o ezginin işlenişine odaklandım. Sonra gittim, içgüdüsel olarak bir Mozart kaseti aldım: İçinde, bazı eserlerinin bazı bölümleri vardı. Ama çok şanslıydım ki popüler olan şeyler değildi. Bilmediğim, tanımadığım ezgilerle başlıyordu hepsi. Çok şükür ki güzel bir ezginin, ışığıyla gözümü alacağı, eseri görmeme engel olacağı şeyler değildi. Hatta, aşina olmayana itici gelebilecek şeylerdi. Arada güzel melodilere sığınıp eserin geride kalan kocaman kısmının anlamını kaçırmak istemiyordum. O koca yapının bir anlamı olmalıydı. O şefi, bana sıkıcı gelen şeylerde ne mest ettiyse, ben de onu bulmak istiyordum.

41. Senfoni’nin son bölümü, klarnet quantetinin ağır bölümü, bir keman konçertosunun ve keman viola konçertantın 3. bölümleri, 14 no’lu quartetin son bölümü ve sihirli flüt üvertürü. Adı da geyikti kasetin: Best of Mozart. O best kasetini, iki yıl mest olarak dinledim. Bir hazine bulmuştum. Kaset dağılana kadar.

Mozart’ı anlamaya başlamıştım sanırım. Dinlediklerim hakkında hiçbir şey, ne formları ne başka bir şey, hiçbirini bilmeden dinledim. Sonra ilginçtir, seneler sonra Mozart operası dinledim kasetlerden. Figaro, Sihirli Flüt, Don Giovanni. Konularını bile hâlâ bilmem ama müziklerinin hepsi ezberimdedir. Yani hâlâ hafif bir hıyarlık var.

RöportajMozart’ı akıl ve kalbi dengeleyişi, bir notayı dahi değiştiremeyeceğiniz duygusunu veren müziğiyle bence yaygın kanının aksine, engin, kolay lokma olmayan bir besteci gibi algıladım. Onda, müziğin güzelliğinden çok, güzelliğin müziğini bulurum. Sonra Beethoven! Tuzlu fıstık üstüne içilen buzlu su gibi geldi. Ve en sevdiğim besteci Beethoven oldu. Vs vs.. Ta, Ravel’e kadar geldim. Ama Mozart sayesinde hepsini çok rahat dinledim.

Tiyatro & Edebiyat

Özgür Ay: Aynı zamanda bir tiyatro grubunda yıllarca oyuncu olarak da çalıştın. Tiyatro sanatı müziğini nasıl etkiledi? Sence bir müzisyenin farklı sanat dallarını da öğrenmesi veya onlarla ilgilenmesi müziğini nasıl etkiler?

Ahmet Murat Eken: Evet. Ne lâubalilik, değil mi? Tek bir şeye yeteneği olup onunla uğraşan insanları kıskanıyorum. Hiç seçim yapmak zorunda olmayanları. Aslında farklı sanat dallarıyla uğraşmak kafayı tazeliyor. Fakat bazı sanat dalları, diğerlerine ket vurabiliyor. Şunu dedim kendime: “Sen saz çalıyorsun. Bir de tiyatro mu yapacaksın? Ayıp! Git bir de bale yap bari! Birini seç.”

Tiyatro oynamak, zaman, emek ve çalışma açısından ciddi bir uğraş gerektiriyordu. Üstelik ben de çoğumuz gibi, çalışma hayatında bulunan, işe gidip gelen biriydim. 6 yıl beraber sahne aldığım Yedibölge Oyuncuları’ndan, en azından tiyatroyu izlemeyi öğrendim diyebilirim.

Yine de edebiyat ve tiyatro beni cezbeder. Şartlarım gereği, içime bir halk müziği çekirdeği düşmüş ve onun ağacı çıkmış. Ama beni eğiten ve “Tesis olsaydı, edebiyatçı olurduk” diye cümle kurduracak kadar yontan şeyin de müzik olduğunu unutuyorum herhalde.

Şimdi, hayatın ortasında olmayı seviyorum. Bunu babamdan öğrendim. Saz çaldığını bazı mimar arkadaşları bilmezdi. Mimar olduğunu da bazı müzisyen dostları bilmezdi. Sakladığından filan değil. Babam bunların ortasında durmayı bilen, hayatını imar etmesini bilen bir hayat adamı olmuştur.

Yaşama Sanatı diyorlar. Yaşamın ortasında olmak dedim ya: Sanırım bu “edebiyat” demek oluyor. Ve sanırım bu doğa oluyor. Deniz oluyor. Yahut, güzel bir sofrada beraber otururken sazın teline vurduğunda yan masalardaki insanların bu adam farklı çalıyor diye sesin geldiği yere bakması oluyor. Kalemi de, mızrabı da aynı el tutuyor.

Özgür Ay: Bu toplumda benim garipsediğim bir şey var: Türkü veya bilinen tanımlamayla sanat müziğini bilen insanların önemli bir çoğunluğunun batı müziğinden (klasik, rock, jazz vb.), batı müziği dinleyen insanların ise neredeyse türkülerden ve sanat müziğinden haberi yok, senin bu konuda yorumun nedir?

Ahmet Murat Eken: Evet, klasik müziğe başlayışımı uzun uzun anlatmamın nedeni buydu aslında. İnsanlara yüzdükleri deniz yetiyor bazen.

İnsan her türe hevesli olmayabilir, tabii ki olsa daha iyidir. Ama olmayabilir. Kendini belirli bir türe yakın hissedebilir. Fakat hangisiyle ilgilenirse ilgilensin, onun derinine dalabilmeli. Derinde, birçok şey birbiriyle buluşup karışıyor sanki!

Batı & Doğu

Bunlar, batı ülkeleri hariç her ülkede, birbiriyle az ya da çok çatışıyor. Pasifik’in orta yerindeki bir adada, kilise var. Çünkü biri yayılmış, gelmiş, ötekini değişmeye zorlamış. Kendine göre bir kültürü olan her ülkede, bu durum, ikilem yaratır. İkilem de civciv gibi birçok kavram salıyor ortaya: “Evrensel, yerel, çağdaş, çok sesli, tek sesli, ileri, geri, manuel, otomatik” gibi kavramlar.

Sığ bulduğum bu tip kavramların çukuruna düşmemek için tek yol var: Kültüre hakim olmak. Bilmek. Ezbere değil; özümseyerek, rafine bir zevk sahibi olarak. Yoksa bunları birbirine yumurta gibi tokuşturmadan edemeyiz. Bugün batı müziğini “çok sesli” diye halk müziğine karşı öven adam, inanın, batı müziğinin de tadına varamamıştır. Üniversitede bir hocamız vardı. Birgün bize “Şimdi size ezbercilik nedir onu göstereceğim. İngilizce elma nedir bilen el kaldırsın” dedi. Herkes kaldırdı. “Şimdi armut nedir bilen kaldırsın” dedi. İki kişi kaldırdı elini. İşte dedi “ezber budur”.

Dokuzuncu Senfoni deriz, değil mi? Meşhur melodisini biliriz. Oysa o melodi neredeyse 40 dakikalık koca üç bölümden sonra duyulmaya başlar. Koca senfoniyi sonundaki bir şarkı sanan çok kişi biliyorum. Bir eseri derinlemesine dinlemek sıkıyor insanları.

Türk Marşı’nın, aslında bir piyano sonatının üçüncü bölümü olduğunu, sonatın ilk bölümünün ne kadar güzel bir varyasyon örneği olduğunu, o varyasyonlardan bazılarında çok küçük seslerin üzerine nasıl yükler yüklendiğini algılayan adam, zaten Çekiç Ali’nin o sedasını duyduğunda evrensel, yerel kavramlarının çukuruna düşmez. Bence bir şeyi evrensel saymak için onu anlayan bir kişi de yeter. Ben bu “evrensel, yerel, tek ses, çok ses” kavramlarını da sahiplenmiyorum bu arada. Tırnak içinde söylüyorum “hepsini”.

RöportajBuraya niye geldim? Şundan dolayı:

Diğeri hakkında bilgi sahibi olmamaktan daha olumsuz olan şey, sığ olmak bence.

Mesela bizde muhafazakârların da sorunu bu: Muhafazakâr olamamaları. Bilmediğin şeyi nasıl muhafaza edeceksin? Süleymaniye varken Sultanahmet’e bakılmaz oysa. Çünkü o, kusurludur. Çinileri, altı minaresi falan. Bunlar, mükemmel olmayışını örtmek içindir. Biraz bilen bir toplum, Süleymaniye’yi Sultanahmet’den çok daha fazla ziyaret ederdi. İşte elma-armut meselesi.

Ege Denizi & Çay

Özgür Ay: Çay, bağlama, Ege Denizi, aklına geleni söyle dostum, öyle bitirelim.

Ahmet Murat Eken: Bir gün sana bir soru sormuştum belki hatırlarsın: “Tüm denizler kirlense yine gitar çalar mıydın?” diye. Bir an düşünüp “çalmazdım” demiştin.

Yaşadığımız çevre ile güzel olsun diye yapmaya koyulduğumuz şeylerin arasında sıkı bir bağ, birlik olduğunu hissediyorum. Bozulduğunda, kirlendiğinde, sanatın da anlamı kalmayacak gibi geliyor. Çevreyle bağı kopan sanat, kişinin beğenilmek için yaptığı egoist bir eyleme dönüşebilir.

Ege Denizi’ne yani Akdeniz’e gelince, ona olan sevgim, çocukluk yıllarına, şimdikinden çok daha temiz olduğunu gördüğüm yıllara dayanıyor. O yıllardaki temizliği, coşku vericiydi. Bugün temiz sananlar eski halini bilmeyenlerdir. Nedendir bilmem ama bir yerde su temizse, bana her şey yolundaymış gibi gelir öteden beri. Suyu, varlıkta bir referans noktası olarak görüyorum. Kimi de toprak için görür bunu.

Çay? Evet çayı severim. Ama bunu soracağını beklemiyordum doğrusu. Ama madem sordun, bir şeyler uydurayım, madem öyle gel böyle. İşte sana bir çay risalesi:

Birincisi, çay seven biri için bir bardak çay aslında bir merkez noktasıdır. Etrafına masa, sandalye, simit, arkadaş, deniz kenarı, balkon, sohbet, vapur, şehir ve nihayet hayatı koyabilirsin. Başka içecekler de düşünülebilir ama onların etraflarını çeviren mekan ve zaman daha sınırlı. Bu açıdan çay, etrafındaki mekan ve zaman alanı en geniş olan içecektir bana göre.

İkincisi; çay, durup bakmaktır. Durup bakmanın, giderek unutulduğu bir çağdayız. Sen bazı şarkılarında bunu güzel anlatırsın. Sürat, sürat, sürat. Bir yerden sonra sürat, şiddettir. Hayatımızı tanımlarken vapur ile deniz otobüsü kıyaslaması yapmayı seviyorum.

Hayatımız bir vapurken, deniz otobüsüne dönüştü. Vapurun çevreye dönük koltukları, asker gibi yan yana dizildi , ileriye, hiçbir manzaranın olmadığı bir yere bakar olduk. Yarım saatlik vapur yolculuğu, hayatın güzel bir parçasıydı. Oysa deniz otobüsünün tek amacı, mümkünse bir saniyede varacağı yere varmak. Yolda geçen süre, hayattan sayılmıyor.

Çocuklara da 50 soruyu 50 dakikada çözdürmek istiyoruz, sonra çözenleri bir kenara ayırıyoruz. Sanki daha kısa sürede çözülen soru, daha iyi çözülürmüş gibi. Sonra da kalkıp neden bu ülkede bilim üretilmiyor, diyoruz. Oturup sakince hayata bakılmayan bir yerde bilim üretilir mi? Woody Allen “Hızlı okuma kursuna gittim. Savaş ve Barış’ı 30 dakikada okudum. Rusya’dan bahsediyor” demiş.

Üçüncüsü; çay, hem yudumlanabilen, hem höpürdetilen bir içecektir. Rakıyı yudumlarsın, höpürdetemezsin. Kahveyi ise tam tersi. Çay ise yudumlama, höpürdetme, koklama gibi “içme fonksiyonlarının” optimal noktasındadır. (Gülüyor)

Dördüncüsü; kahve kadın gibidir mesela; kokusu tadından daha güzeldir. (Yine gülüyor) Çay öyle değildir, neyse odur.

Beşincisi, çay ucuzdur. Bardağı yirmi lira değildir, en azından şimdilik. Halk içeceğidir.

Esasen çayla yatıp kalkan biri sayılır mıyım, bilmiyorum. Arkadaşlarla otururken, aramızda bir espri konusu olmuştur böyle. Adımız “çayyaş”a çıktı. Yoksa günde ortalama 7 bardaktan fazla içmem. Çaydan nefret ederim.

Özgür Ay: Sevgili okur, işte böyle, biz keyifli bir sohbet yaptık, umarım sen de okurken keyif almışsındır. Bu arada, Ahmet Murat Eken’in bağlama yorumlarını dinlemek istiyorsan. Aşağıdaki linkten dinleyebilirsin.

 
 
Özgür Ay
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan