Asmanın Altındaki Seki

Nasıl Sevildiğine Dair

24 Ağustos 2023

Öykü: Nasıl Sevildiğine Dair | Yazan: Bihter Aslan

Babamın eve gelmesiyle servis edilmeyi bekleyen mantılar sofrada yerini aldı. Ankara’da memur aileleri aşağı yukarı aynı saatlerde sofraya otururdu. Masa etrafındaki herkes kendi gününü yemeklere meze ederken biraz konuşur, çokça dinlerdi.

Babam boşalan zeytinyağlı tabağını tekrar doldurmak için mutfağa gidiyordu ki çevirmeli krem renkli telefonumuz birden çalınca hepimiz kulak kesildik. Babam telefonun ahizesini kulağına iyice yaklaştırdı, karşı tarafın verdiği bilgilerle iyice çatılan kaşlarını bizden saklamaya çalışarak önce bize dönük olan yüzünü sonra görelim istemedi. Sıkıntılı ünlemleri ile konuşmanın ahengi bozulmasın diye beyhude bir çaba içindeydi.

“Hım… Peki, hastalığının ciddiyetinden kendine bahsetmişler mi?” dedikten sonra karşıdan söylenenlere çaresizlik dolu bir “Anlıyorum” ile karşılık verip konuşmayı sonlandırdı.
Telefonu kapadıktan sonra ayağındaki terlikleri adeta sürükleyerek masaya kadar gelip sandalyeye bıraktı kendini. Bize değil de masadaki sürahiye bakarak anlatmak daha kolay gelmiş olacak ki gözlerini oradan ayırmadan “Aslan amcam çok hastaymış” diyiverdi. Hepimiz aldığımız bu haberle çatal, kaşık elimizde kalakaldık.

Babamın yıllardır Almanya’da yaşayan amcası… Bu dünya tatlısı adam, akrabalık hiyerarşisinde dedelik kategorisinde olmasına rağmen bizim için asla bir dede değil. Bir kere asla yaşlanmıyor, havalı gözlükler takıp renkli tişörtler giyiyor, bizim söylediğimiz şarkıları ezbere biliyordu. Bilmiyorum, böyle dede olur mu? Olsa olsa Aslan amca olur.

Aldığımız bu tatsız haberden sonra hiçbirimiz olduğumuz yerden kalkamadık. Amcamızı kurtarmanın bir yolu varmış da onu bulmadan kalkarsak ayıp olurmuş gibi bir müddet öylece oturduk masada. Duvar saati arka arkaya on kez vurunca vaktin epey geç olduğunu anladık. Annem yarım yamalak yenmiş tabakları dalgın dalgın mutfağa taşırken masada kalanları arkasından mutfağa götürdüm. Annem bulaşığı yıkamaya da yardım etmemi isteyince yarınki sınavım aklıma geldiğinden kardeşim Mercan’ı da alıp odamıza geçtim. Bir kulağımı annem ve babamın yanında bırakıp odamızın kapısını da tam kapatmadım.

Yarınki sınavın notlarını çantamdan çıkardım, ders ders tuttuğum düzenli notları okuyordum ama anladığım söylenemezdi. Aralık bıraktığım kapıdan içerideki konuşmaları duymaya çalışıyordum. Babamın anneme varla yok arası bir sesle “Hastalığı üçüncü evresindeymiş” dediğini işittim. Şimdi bu iyi mi, kötü bir şey mi?

Herhangi bir şeyin üçüncü evresi ile örnekleyip somutlamaya çalıştım zihnimde. Fen bilgisi dersi için pamuk içinde büyüttüğüm fasulye üçüncü evresindeydi mesela. Bu iyi bir şey. Çimlenen fasulyemi camın önündeki yerine bırakıp amcamın iyi olması için kendimce bir dua ettim. Dillendirir dillendirmez kabul olsun istedim.
 

* * *

 
Dönemin son sınavlarına da girdik, yaz tatili kapıda. Yavaş yavaş tatil planları yapılır diye bekliyordum, öyle de oldu. Babam sabah kahvaltıda “Tatilde birkaç gün Aslan amcaların İzmir’deki yazlıklarına gitsek nasıl olur?” diye hepimizden onay bekleyen bir soru sordu ama yüzünde herhangi bir tatil neşesi göremiyordum.

Babam dillendirdiği bu planı hızlıca hayata geçirdi. Bu ziyaretin planlanmış süresi, valizlerimize koyduğumuz eşya çeşitliliğinin azlığı, bana çok da keyifli şeyler sezdirmiyordu. Annemin de tembihi ile kendime küçük bir valiz hazırladım. Sıra arkadaşım Cüneyt’in benim için doldurduğu karışık kaset ve walkmanimi de çantama koyduktan sonra yolculuğa hazırdım.

Harika bir temmuz sabahında düştük yollara. Ankara’nın o sarı mavi tonları ufukta bir yerde birleşiyor ve gözlerimizle menzili görmeye çalıştıkça renklerin birbirine karıştığı bir yolculuk oluyordu.

Sırasıyla Polatlı, Sivrihisar tabelalarını okudum. Babamı belki de ilk kez bu kadar hızlı araba kullanırken görüyor, acelesi var gibi hissediyordum.

Benim için hazırlanmış karışık kasetin A1 yüzünde Sertap Erener’in “Mecbursun” şarkısı çalarken anısı da kendi klibini çekiyordu hatırımda.

Geçen sene yazlıkçılık günlerimizden birinde mutfakta kahvaltı hazırlarken bir yandan da “Sen yeter ki sev, kulun olayım; bir dile bin yıl kölen olayım” diye yüksek perdeden şarkıyı söyleyip dans ediyordum ki mutfakta beliren amcamın eşlikçi sesini duymuş ve kendimi birden onunla dans ederken bulmuştum. Tabii o günden sonra tatlı tatlı ”Söyle bakalım kimin boynuna, koynuna dolanıyorsun sen hınzır?” diye uğraşmış durmuştu bütün yaz benimle. Bazı şarkılar keşke hep söylense…
 

* * *

 
Yol akarken önümüzde, annemin midesi kötü oldu, bir yerde duralım istedi. Babam da biraz dinlense iyi olurdu, saatlerdir arabayı tek başına kullanıyordu. Mola yerinde harika bir tost yedik, şimdiye kadar içtiğim en köpüklü ve lezzetli ayranı içmiş olabilirim. Babamın bir daha mola vermeyeceğimize dair hatırlatmalarından sonra kaldığımız yerden yola devam ettik. Karnım da doymuştu ya tekrar yüzümü öpen güneşle birlikte tatlı tatlı kestirdim arabada. Kulağımda kasetin B yüzündeki üçüncü şarkı “Unutmamalı” ile hatırlıyordum bu defa.

Aslan amcalar ne zaman Türkiye’ye gelseler yazılı olmayan bir kural gibi ilk önce Yenimahalle’deki evlerini ziyaret ederlerdi. Tüm aile yılın bu zamanlarını iple çeker ya bir kahvaltıda ya da bir mangalda onun etrafında toplanmayı beklerdi. Sık görüşemeyen kuzenler, kardeşler, uzun süredir küs olan akrabalar bile bu buluşmalarda hazır bulunurdu.

Yine böyle bir akşam yemeği için tüm aile bir aradaydık. Yemek hazırlanırken büyükler keyifle sohbet ediyor, kuzenlerim bahçede oyun oynuyorlardı. Ben de bana hep gizemli gelen bu evin en üst katını keşfe çıkmıştım. Kullanılmayan pek çok eşyanın olduğu bir odanın ortasında kocaman, oyma bir sandık dikkatimi çekmişti. Sandığı el yordamıyla açmaya çalışmıştım, ne mümkün… Kilidi açacak anahtarı bulabilirmişim gibi sağa sola bakmış, tabii ki bulamamıştım. Hazineden haberdar ama ganimeti ele geçirememiş olmanın huzursuzluğu ile odadan çıkarken elinde bir kitap ile amcamı karşımda bulunca mahcubiyet ile karışık suçluluk duygusuyla konuşmaya çalışmıştım:

”Seher, kuzenim, atlama ipi istemişti de burada olabileceğini düşündüm” diyivermiştim.

“Tamam, inandım” der gibi yüzüme bakan amcam, Orhan Kemal’in “Tersine Dünya” romanını bana doğru uzatıp “Sen bunu oku, daha büyük keşifler için biraz daha zamana ihtiyacın var” demişti.

Söylediklerinden pek bir şey anlamamıştım ama verdiği romanı kısa sürede su gibi içtiğimi hatırlıyorum.

Babamın sert freniyle düşüncelerimden uzaklaştım. Makas oyunları yapan önümüzdeki spor arabaya epey saydırdı. Bu sırada İzmir’e yaklaştığımızı fark ettim. İçimde tatlı bir heyecan başlıyordu. Bizi görmek ona iyi gelecekti, emindim buna. Belki de hastalığı bir anda iyileşecek diye düşünmekten de kendimi alamıyordum.

Seferihisar tabelasını okuyunca yerimde kıpırdanmaya başladım. Saçlarımı topladığım tokamı düzelttim. Amcama en güzel halimle sarılmak istiyordum. Arabamızı yazlığın önüne park ettik, yengem ve amcam bizi kapıda karşıladılar. Hemen atladım arabadan; bir yolunu bulup ona ilk sarılan olmak istiyordum, öyle de oldu. Sonra yüzüne baktım, “Merak etme iyi görünüyorsun” der gibi.

Babam, annem ve kardeşimle de kucaklaştılar. Yol yorgunu ve çok acıkmış yolcular olarak verandada bizim için hazırlanmış harika sofraya kurulduk. Yengem döktürmüştü yine.

Yemekten sonra içerideki tavlayı koltuğumun altına alıp geçtim amcamın karşısına.

”Dur kız, şu çayımızı içelim bir ağız tadıyla” dedi. Dedi ama nafile…

”Olmaz, daha yapacağımız çok şey var. Güneş batmadan denize de girelim” diyince çaresiz gülümseyip yanağımdan makas aldı. Sonunda iki mars, bir oyun oldu; tavla koltuğumun altına verildi. Amcam babama dönüp “Şu kızına öğret biraz bu oyunu” dedi. Yenildiğim için akşam kahvelerini yapıp ikram ettim.

Amcam, fincanını uzatırken kulağıma şöyle fısıldadı:

“Kahvemi bitirene kadar Mercan’la mayonuzu giyip hazırlanmış olun, sizi burada bekliyorum.”

Işık hızıyla hazırlansak bile geç kalmayı başardık.

”Birce, Mercan” ünlemelerini duyar duymaz son basamaktan uçarcasına atlayıp yanında bittik amcamın.

Mercan, amcam ve ben sahile inen yolu sallana sallana adımladık. Harika bir gün batımı bizi karşıladı. Havlularımızı şezlonglara serdik. Ellerimizden tuttu amcam, o gün son kez birlikte denize girdiğimizi bilmeden kulaçladık güzelim maviyi. Az ilerideki iskeleli dubalara kadar yüzdük.

Yorulduğunu fark ettim; sırt üstü uzandı, biz de iki yanına seriliverdik. Üstümüzden kuşlar geçiyor, rüzgâr güneşin yaktığını serinletiyordu. Amcam yattığı yerden doğrulup ayağa kalktı, ikimize de gülümseyerek “Kızlar ileride sakın yüzme bilmeyen adamlarla evlenmeyin, e mi?” diyip koştu denize, biz de peşinden…

Akşam olunca eve döndük. Yemek ve çay faslı bittikten sonra babamla amcam geç saatlere kadar sohbet ettiler. Köye dair anıları, gençlikte kalmış ama anlatıldığında annemi ve yengemi tatlı tatlı kızdıran aşk hikâyeleri, hayat yorgunlukları tüm sohbetlere eşlik etti. Kahkahaları onları daha da güzelleştiriyordu.
 

* * *

 
Annem ertesi sabah çok erken kaldırdı bizi. Bir yandan eşyalarımızı valizlerimize yerleştiriyor bir yandan da bu erken ayrılığın sebebini telaşla anlatmaya çalışıyordu. Neler olduğunu gözlerimi ovuştururken anlamaya çalışıyordum. Bu kadar sese rağmen hâlâ uyanmamayı başaran Mercan’ı zorla yataktan kaldırdım. Annem telaşla anlatmaya devam ediyordu. Babamın sorumlu olduğu şantiyede bir sorun çıkmıştı ve acilen Ankara’ya dönmemiz gerekiyordu. Kahvaltıdan sonra yola çıkacağımızın altını çizerek odadan çıktı.

Herkesin sessizlik testinden geçtiği bir kahvaltı yaptık. Sabah mahmurluğundan olsa gerek diye düşündüm. Aslan amca babama dönüş yolunda müdavimi olduğu birkaç salaş restoranın yerini tarif ederken aslında ne yapmak istediğini hepimiz anlıyorduk. ”Beni merak etmeyin” demenin başka yolları da vardır elbet.

Arabanın yanına kadar gelip valizlerimizi taşımamıza yardım etti. Veda vakti gelmişti. Bu sefer de ona en son veda eden olmak istiyordum. Gözlerim yüklenmişti ne var ne yok yağacaktı ki ”Ne o ağlıyor musun Birce? Tavlada yenildiklerin mi aklına geldi kızım?” diyiverdi.

Gülümseyerek baktım yüzüne; öptüm yeni tıraş olmuş yanaklarını ve sarılıp mis gibi lavanta kolonyası kokan boynuna saklandım güya. Gözlerimden akanları görsün istememiştim, gene de pembe tişörtü hüznümü gizlemeye yetmemişti. Araya serpiştirdiği birkaç yol hatırlatması ile sessizliğimizi bozmaya çalıştı, nafile…

Yolculuk boyunca hepimiz çok sessizdik. Giderken hızla alınan kilometreler dönerken ayağımıza dolanıyor, yol bitmek bilmiyordu.
 

* * *

 
Eve girmemizle acı haberi almamız bir oldu. Aslan amca biz çıktıktan sonra fenalaşmış, apar topar hastaneye kaldırmışlar. Yoğun bakıma alındıktan sonra da durumunda bir değişiklik olmamış, yapılan müdahalelere olumlu yanıt vermemiş. Aylardır iyileşmek için aldığı ağır ilaçlara, yorucu tedavilere vücudu daha fazla dayanamamış olacak ki hastaneye kaldırıldıktan bir saat sonra vefat etmiş.

İzmir’deki cenaze en kısa sürede Ankara’ya ulaştırılmaya çalışılırken akrabalarımız da Ankara’da toplanıyordu. Amcamın yurt dışında yaşayan çocukları, torunları ve yakın arkadaşları, başka illerdeki eş dost yollara dökülmüştü cenazeye yetişmek için.

Yenimahalle’deki o müstakil, dünya tatlısı evin bahçesi daha önce hiç bu kadar kasvetli görünmemişti gözüme. Kapının önündeki ayakkabı kalabalığı, içeride başka bir dilde okunan dua, Ankara’nın bugün sırtına aldığı gri hırka canımı fena halde sıkmıştı. İçeri giremedim, bahçedeki masaya oturup ayaklarımı boşlukta sallıyorken babam seslendi iki katlı evin teras balkonundan:

”Birce yukarı gel çabuk” cümlesini duyar duymaz koştum eve doğru.

Un, şeker ve yağın kavruk kokusu içeri girer girmez beni rahatsız etti. Bu kokudan ve sonradan çağrıştıracaklarından biran önce uzaklaşmak istercesine ikişer üçer tırmandım çok iyi tanıdığım merdivenleri.

Babam, bir oda dolusu eşyanın ortasında daha önce gördüğüm ve açmanın bir yolunu bulamadığım sandığın başında bekliyordu beni. Elindeki kâğıttan benden az önce öğrendiği belli olduğu üzere Amcam bu sandığı ve içindekileri bana miras olarak bırakmıştı. Şaşkındım…

“Bana mı bırakmış?” diyiverdim inanamayarak.

Babamla birlikte açtık ceviz oyma sandığı. İçinde bir hazine vardı. Gençliğinde okuduğu ve kimselere vermeye kıyamadığı Türk ve dünya klasikleri… Çoğu özenle ciltlenmiş bir sandık dolusu kitap… Düzgün şirazelerine bakıp hepsini sevesim vardı.

Bazı insanları sevmeye doyamazsınız, varlıkları hediye olur yoklukları zor bir yokuş… Canım amcam giderken bile hüznüme tebessümü yakıştırmış. Hiçbir çocuk nasıl sevildiğini unutmazmış.
 
 
Bihter Aslan
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan