Asmanın Altındaki Seki

Pasaj

10 Ağustos 2023

Öykü: Pasaj | Yazan: Bihter Aslan

 

– Artin Usta –

 
Saat dokuz dedi mi şehrin merkezindeki bu eski pasajın tüm dükkânları açılır. Yaptığı işin karşılığını alamayan, kazandığı üç beş kuruş ile de ekmek teknesini açık tutmayı başarı sayan; gözü tok, şükrü bol tüm pasaj esnafı bugün de kurulmuş saat gibi işlerinin başındalar.

Pasajın giriş katındaki çay ocağından yayılan karanfilli çay kokusu bütün dükkânları ziyaret etmiş bile. Çaycı Selim “Karanfilsiz çay olmaz ağalar!” diyip ilk demlediği çayı bize içirdiğinde biraz yadırgamıştık yadırgamasına ama alışmamız da uzun sürmemişti bu baskın rayihaya. Pasajdaki herkes onun şamatalı kahkahasının da yaz kış demlediği karanfilli çayının da müptelası olmuştu kısa zamanda.

Pasajın içinde sahaf, saatçi, ayakkabı ve giyim kuşam satan dükkânlar birinci katta bulunurken züccaciye, kumaşçı ve plak satan bir dükkân ile bendenizin dükkânı zemin katta bulunuyor. Benim ekmek teknesi de bu eski yapının iyi güneş görmeyen dükkânlarından biri.

Baba mesleği bizimki… Atadan, dededen ne gördüysek öyle çıkarıyoruz nasibimizi. Ayakkabı, çanta yani deri nev’inden ne olursa tamiratı yapılır bizde.

Dükkân çok büyük değil. Havalandırması da çok iyi olmayınca deri, boya, tiner, yapıştırıcı kokuları bazı müşterileri rahatsız eder, tamiri yapılacak işi teslim edip kaçar adım uzaklaşırlar buradan. Bana da hiç kötü gelmez bu kokular. Ne başımı ağrıtır ne midemi bulandırır. Temiz havaya çıkar çıkmaz özlerim bile dükkânımın emek kokan kokusunu.

İşler epey arttı son zamanlarda. Öğle yemeğine bile iki adım ötedeki evime gitmeye vakit bulamaz oldum. İnsanlar artık yenisini almakta zorlandıkları her şeyi bir mevsim daha olsun kullanmak için bize getiriyorlar. Botları pençeletiyor, ayakkabı tabanlarını yeniletiyorlar. Boya cila işleri ise bugünlerde o kadar da önemsenmiyor.

Bizim ailenin bu meslekteki son erbabı ben olacağım gibi duruyor. Torunlardan biri çıkıp da “Ben dedemin mesleğini devam ettireceğim” diye bir sürpriz yaparsa o başka. Bizim oğlanlar da dükkâna gelen müşteriler gibi bu kokuları pek sevemediler, yollarını başka türlü çizdiler. Benim bile bir yaştan sonra bu işe devam etmemi hiç istemediler. Yok öksürüğüm soluduğum sağlıksız hava yüzünden hiç geçmiyormuş, yok gün boyu doğru düzgün güneş görmeyen bu dükkanda zaman geçirmek benim yaşımdaki birinin psikolojisine iyi gelmezmiş. Bana akıl verenler üç gün evden 2 gün ofiste çalışıyorlar ama psikolojileri de Allah’a emanet. Yine de bu söylediklerim aramızda kalsın.

Benim yaşımdakiler artık sadece torun gezdiriyor, kendilerini yormuyorlarmış. Bense her sabah burada patlak ayakkabıları dikerken, ökçe lastiklerini değiştirirken, kırmızı rugan bir ayakkabının kopmuş fiyongunu bir daha çıkmasın diye sıkı sıkı yerine yapıştırırken sadece işiyle mutlu olanların anlayabileceği bir huzurla doluyorum. Kimsenin de bunu anlamasını beklemiyorum.

Benim oğlanların biri makine mühendisi biri de öğretmen oldu çok şükür. Onlar da işlerini en az benim kadar seviyorlar. Böyle serzenişli konuştuğuma bakmayın, bize hep iyi evlatlar oldular olmaya da devam ediyorlar. Anasını, babasını rahat ettirmeye çalışan her çocuk gibi ellerinden geleni yapıyorlar. Arada eser bizim büyük oğlana “Baba kapatalım artık şu dükkânı, yorulma.” der. Sonra söylediklerine kulak asmadığımı görünce ikram edilen karanfilli çayını içip gider. Alıştı onlar da artık babalarına, teklif edip ısrarcı olmamaya.
 

– Orhan –

 
Bugün okula gitmek istemiyorum. Hafta başından beri gitmek istemiyorum aslında. Halı saha maçından sonra ucu iyiden iyiye patlayan spor ayakkabılarımla okula gidip gelmek benim için adeta bir eziyete dönüştü. Maça da annemden gizli gittiğim için onunla da sıkıntımı paylaşamıyorum. Bu, maçlarda ziyan ettiğim ilk ayakkabım değil sonuçta. Tembihlendiğim yerden falso vermeyi kendime yediremiyorum. Bu durumu gizleyebildiğim yere kadar gizlemeyi planlıyorum.

Kahvaltı niyetine annemin önüme koyduğu zeytin, peyniri atıştırıp hızlıca çıkıyorum evden. Ayakkabılarımı dün kapının önünde bırakmış, kimsenin göremeyeceği şekilde süpürge ve faraşın altına saklamıştım. Kimse fark etmeden de alıp giyiyor, hızla uzaklaşıyorum evden. Hava biraz yağmurlu; ayaklarım ayakkabının patlayan yerinden gözükmesin diye büyük çaba sarf ediyor, belli bir nizamda adımlıyorum okula giden yokuşu. Çakır çukur yağmur suları dolmuş okul yolunu olabildiğince ayağımı ıslatmadan geçmek istiyorum, öyle de oluyor.

Tören için okul bahçesinde ikişerli sıra olmuş sınıflar içinde kendi sınıfımı bulup yerimi alıyorum. Her gün öğrencilerden birinin tüm okula okuttuğu andımız için sınıf öğretmenimizin bu sabah beni görevlendirdiğini anladığım sesini duyuyorum.

“Orhan! Çantanı bırak, hemen buraya gel oğlum” dediğini işitiyorum.

Hocanın ağzımda bir şeyler bahane etmeye çalışan gevelemeyi, aramızdaki mesafeden duymasına imkân yok. Öğretmenin acele etmemi söyleyen ikinci komutuyla çaresiz kendimi okulun merdivenlerinde, mikrofonu elimde buluyorum.

“Günaydın arkadaşlar!”
“Türk’üm, doğruyum, çalışkanım.”
”İlkem: …”

Tüm okula andımızı alı al moru mor okutuyorum. “Acaba bir teki patlak ayakkabımı fark eden oldu mu?” diye düşünmeden edemiyorum.

Sınıfa girer girmez arka sıradaki yerime oturup gün boyu da yerimden kalkmıyorum. Çişimi bile yapmak için sıramdan kalkmıyorum. Son ders zili de çalınca biraz rahatlıyorum ama yine de acele etmiyor, sınıftan son kişi çıkana kadar bekliyorum. Galiba okuldan en son ben çıkıyorum.

Yağmur kesilmiş, eve dönüş yolunda sabahki kadar zorlanmıyorum ama aklım yarın ne yapacağımda. Bugün teneffüslerde beni yerimden kaldırmaya çalışan arkadaşlarıma karnımın ağrıdığını söylemiştim. Peki, yarınki bahanem ne olacaktı?

Of!.. Keşke gitmeseydim o gün halı sahaya. Bir yolunu bulup bu durumu anneme anlatmalıyım. Ama nasıl?

Türlü çeşit düşünceler üretip bir çözüm de bulamadan eve varıyorum. Elimde bir teki patlak ayakkabım ve hırsız adımlarımla dünkü saklambaç oyununu tekrarlamayı planlıyordum ki annem ben daha zili çalmadan kapıyı açıyor. Yüzüne far tutulmuş tavşan gibi kalakalıyorum, kekeliyorum.

“Ayakkabım çamurlu da böyle içeri koymak istemedim.” diyiveriyorum.

Annem tabii ki bu kadar özenli biri olmadığımı bilir. Tam da bu sebepten dayak yemişliğim çoktur. Söylediklerime inanmamış olacak ki…

“Ver bakalım şu ayakkabılarını” diyor.

Alınalı çok da uzun zaman olmayan ayakkabıların bu haline haklı olarak çok kızıyor annem. Yenisini almalarının şimdi mümkün olmadığı gerçeğinin altını çatılan kaşlarıyla da çiziyor. Anlamamak mümkün değil. Amacına hizmet etmeyen bir özür diliyorum. Annem özrümü görmek dahi istemiyor; alıyorum ben de onu koyuyorum halının üstündeki kuş desenine, gözüm üstünde.

Suçlu suçlu oturduğum sekiden kalkamıyorum. Tam karşımdaki duvar saatinden televizyonda çizgi film kuşağının başlamış olduğunu anlıyor ama televizyonu açmaya cesaret edemiyorum. Kabahatini bilip hiçbir şeyde ısrar etmeyen her çocuk gibi sessizce uyuyorum.

Çalan kapı zili ile gözlerimi aralıyorum. Sabahtan beri sessiz olan ev bir anda babamın bol şamatalı ve neşeli sesiyle doluyor. Babamın benim uyuduğum odaya gelmesi uzun sürmüyor. Bu saatte üzerimde battaniye ile uyuduğumu görünce anlamaya çalışır bir hal ile elini alnıma koyup “Hasta mısın?” diye soruyor. Tam “hayır” diye cevap verecekken annem elindeki çaydanlığı harlı sobanın üstüne gürültülü bir şekilde koyuyor, sırtı bize dönük bir şekilde

“Hasta değil, kabahat uykusu bu” diyor.

Annem anlatıyor olanı biteni babama. Gözlerim halıdaki kuş deseninde. Babam dillendirmeye bile çekindiğim özrümü alıyor, sarılıyor bana. “Merak etme benim çalıştığım pasajda çok iyi bir tamirci var, yarın yaptırırız ayakkabılarını” diyor.

Babam, kurduğu tek cümleyle tüm yüklerimi hafifletiyor. Uykum açılıyor, keyfim yerine geliyor birden. Bugün okulda yaşadığım sıkıntılardan da bahsediyorum ona bir solukta. Babam yarın sadece bir güne mahsus olarak okulu kırmama izin veriyor ama çay ocağında ona yardım etmem koşuluyla. Gece boyunca babamın kolunun altından ayrılmıyorum, annemin soyup verdiği mandalinaları da yiyince onunla da barışıyorum.
 

– Artin Usta –

 
Bu yağmurlu havalar romatizmalarımı iyice azdırıyor. Evde mümkün olduğunca sızlanmamaya çalışıyorum. Benden duymayagörsün hanımın çenesi bir açılır pir açılır.

“Ankara’daki oğlanın yanına gitsek ya bey, hem kuru hava iyi gelir ağrılarına. Ne zamandır gelin de davet edip duruyor. Bir dolanıp gelsek fena mı olur? Torunları da çok özledik” diye bir başlar konuşmaya ve asla yorulmaz.

“Ben kapatamam hanım dükkânı” diye nokta koyana kadar da konuşmaya devam eder. Neyse ki hanım koyduğum noktalarda durmayı bilir.

Yağmurla birlikte daha da bir telaşlı görünen insan kalabalığı içinde güç bela adımlıyorum yolu, yaşlı adımları ile ancak varabiliyorum pasaja. Kapıda çaycı Selim ve oğlunu görüyorum. Orhan yaz tatilinden bu yana epey büyümüş kerata. Boyu uzasa da yuvarlak yüzü ve masum bakışları ile çocuk daha. Ayaküstü ikisiyle de biraz sohbet ediyorum, hayırlı işler diyip yanlarından ayrılıyorum. Selim arkamdan sesleniyor:

“Ustam, bugün sana uğrayacağız” diyor.

Tamam, diyerek dükkâna giriyorum. Bugün teslim edilmesi gereken işleri gözümün göreceği yere sıralıyorum, bir eksikleri olup olmadığını kontrol ediyorum. Dünden not ettiğim malzemelerin siparişini veriyorum; bu sırada elinde günün ilk çayı ile Orhan kapıda beliriyor, yanında babası da var. Orhan çayları tam da usulüne uygun şekilde tepsiyle servis ediyor herkese. Ben de çayımı alıp markayı tepsiye bırakıyorum. Selim’in elinde naylon bir poşet var. Haddinden fazla ses çıkaran bu hışırtılı poşete gayriihtiyari baktığımı görünce

“Ustam! Bunlar Orhan’ın ayakkabıları… Bir hale yola koyarsan sevinirim” diyor.

Ben Selim’in verdiği ayakkabıları incelerken Orhan’ın dün tamirini yapıp rafa koyduğum havalı spor ayakkabıları dikkatle incelediğini fark ediyorum. Onu o daldığı yerden aramıza getirmek için numaradan bir öksürükle birlikte

“Orhan Usta, elindeki çaylar soğumasın. Sen işine bak. Ayakkabılarını akşam teslim ederim” diyorum.

Orhan afallıyor, duyduğu ile anladığı eşleşmiyor gibi kafasında. Orhan? Usta?

Babasının da işaretiyle karşı dükkâna yöneliyor hemen. Merak etmeyin çayları soğutmuyor.
 

– Orhan –

 
Babamın bugün idareten giymem için ayağıma verdiği sabolar biraz büyük olsa da dert etmiyorum. Ona gün boyunca yardım edeceğim için sadece söylediklerine kulak kesiliyorum. Babam yazdan yaza ona yardım etmeme izin veriyor ancak. Onun dışındaki zamanlarda buraya gelmeme izin yok. Bugün okulu asmamı dert etmemesine de çok şaşırıyorum aslında ama vardır bir bildiği diye düşünüyorum.

İş bölümü yapıyoruz hemen: Gün boyu çayları ve kahveleri ocakta o yapacak, dükkânlara servisleri de ben…

İlk çayları servis etmeye babamla çıkıyoruz. Buradaki çoğu dükkân sahibi beni tanır ama babam yine de ilk servise benimle birlikte geliyor. Birinci katın çaylarını dağıtıp zemin kata iniyoruz. Ayakkabı ustası Artin Amca’nın dükkânına giriyoruz. O buranın en eski sakinlerinden. Babam hep bahseder ondan. Ermeni ne demek çok anlamamakla birlikte onun çok iyi bir ayakkabı ustası olduğundan ve ilerleyen yaşına rağmen işini çok severek yaptığından bahsettiğini hatırlıyorum.

En tatlı haliyle karşılıyor bizi, babam tamir edilecek olan ayakkabılarımı veriyor ustaya. O sırada gözlerim raftaki bir ayakkabıya takılıyor. Geçen hafta sınıftaki Nezih’in ayağında gördüğüm ayakkabıların aynısı. Nasıl da hava atarak ayakkabılarının markasından, kaç paraya alındığından bahsetmişti. Ayakkabının Nezih yürüdükçe yanıp sönen ışıkları gözümün önüne geliyor birden. Işıklarla aynı renk fosforlu bağcıkları da vardı, havalıydı…

Ben bunları kafamda evirip çevirirken, ağzım açık ayakkabıları izliyorken Artin Amca:

“Orhan Usta, sen çayları soğutma…” diyiverdi.

Hemen babamın işaret ettiği dükkâna fırladım. Merak etmeyin tepsiye bir damla çay damlatmadım.
 

– Artin Usta –

 
Orhan’ın ayakkabılarını örse geçirip hasarının nerede olduğunu iyice görüyorum. Patlayan dikişlerini yeniliyorum. Derinin kalitesinin elverdiği ölçüde bazı yerleri yapıştırıyor, Selim’in de dediği gibi en azından okullar bitene kadar giyebilsin diye elimden geleni yapıyorum. Ben işimi yapıyorum yapmasına da Orhan’ın raftaki o ayakkabılara nasıl baktığı da gözümün önünden gitmiyor bir türlü. Yalan yok ayakkabı numarasını da öğrenmiş bulunduğum bu çocuğa bir sürpriz yapmayı çok istiyorum. Ayakkabıları alıp ona hediye etmeyi aklımdan geçiriyorum ama babası çok gururludur. Bunu asla kabul etmez, çok iyi biliyorum. Bu yüzden ben de güzelce tamir ettiğim ayakkabılara bazı eklemeler yaparak onu mutlu etmek istiyorum.

Orijinalinde hiçbir farklı detay olmayan sade beyaz spor ayakkabının kenarlarına kalıcı fosforlu şeritler çekiyorum. Aynı fosforlu renkten ayakkabı bağcıkları takıyorum. Şöyle bir alıcı gözüyle bakıyorum. Orhan beğenir diye düşünüyorum.

Saate bakıyorum, Orhan’a ayakkabılarını vermek için sabırsızlanıyorum. Günün son çayını içme bahanesiyle onu buraya getirmeyi planlıyorum. Çay ocağını aradıktan beş dakika sonra Orhan kocaman siyah gözleriyle tam önümde duran yenilenmiş ayakkabılarını tanımakta zorlanıyor.

“Ustam, bunlar benim ayakkabılarım mı?” diye dayanamayıp soruyor.

Şaka yollu “Ne o beğenmedin mi yoksa?” diyorum.

“Artin Ustam ellerine sağlık. Okuldaki herkes yeni ayakkabı aldığımı düşünecek. Nezih’in ayakkabıları gibi ışıklı olmuş” diyor sevinçten uçuşarak.

Nezih kimdi bilmiyorum ama tahmin etmesi zor değil. Şu anda önemli olan tek şey bir çocuğun bakışını takip eden bir sevince ortak olmanın tarif edilemez mutluluğu. Orhan’ın yenilenmiş ayakkabılarına hayranlıkla, ardından bana minnetle bakışını hiç unutmayacağım. Bazı yaşlarda kelimeler sözlükteki ilk anlamına denk gelmiyor. Bir bakıyorsunuz ki bir ayakkabı kocaman bir gülümseme ile lügat karşılığını aşıyor.

 
 
Bihter Aslan
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan