Karşı Duvarın Yazıcısı

Siluet

2 Ekim 2023

Öykü: Siluet| Yazan : M. Gökhan Üvez

Elektrikler kesikti, her zamanki gibi. Yağmur yağarken hep olurdu bu. Ankara şebekesinin insanı sinir eden yanlarından biri… Birkaç sokak lambası çalışıyordu sadece. Binaların pencerelerinden dışarı sızan mum ve akıllı lambaların zayıf ışıkları, insanların enerjiye olan açlığını haykırıyordu adeta. Bense koyu karanlıkta kaybolan düşünce baloncuklarından biriydim o gece. Karanlık ve yalnızlık bana kalkıp sokağı seyretmek dışında fazlaca bir seçenek bırakmıyordu. Perdeyi aralayıp çift camlı pencerenin önünde durdum. Deriiin bir nefes alıp cama doğru hohladım. Nefesim camın üzerine tutunurmuş numarası yapıp kaybolurken, bir nefes daha verdim. Camın üzerinde oluşan buğu bir hayal gibi silinip gitti. Giderken karanlık sokağın izbe manzarasını bıraktı geride. Tek sıra park etmiş otomobiller, buruşuk çarşafa dönmüş bir asfalt, sağa sola öylesine terk edilmiş ve belediyenin diktiği iklim yüzünden asla büyüyemeyecek birkaç fidan ve evimin az ilerisinde sakince öleceği günü bekleyen yaşlı, yüksek bir çınar.

Karşımda duran dört apartmanın birinci katındaki evin pencerelerinin birinden titreşen zayıf bir siluete takıldı gözüm. Benim gibi kımıldamadan öylece duruyordu olduğu yerde. Kadın ya da erkek olup olmadığını anlayamıyordum ama pek de önemli değildi bu. Sıradan bir büyük şehirli olarak kendi yalnızlığımın komşusuydum en çok. Bir kişi daha tanıyıp tanımamak pek de umursanacak bir şey değildi artık. Ayın zayıf ışığı olmasa belki yollarımız bu karanlıkta da kesişmeyecekti. Dikkatimi penceredeki siluet üzerine yoğunlaştırıp yola mı bana mı baktığından emin olmak istedim ama olamadım. Fazla uğraşmamak gerektiğini düşündüm. Ya bir katil veya bir hırsızsa? Durduk yere kendimi mimletmenin bir âlemi yok.

İçeri girip perdeyi çekmeyi düşündüm ama bulutlardan soyunan gökyüzündeki yıldızlarla melankolik sokak manzarası daha cazip geldi. Yıldızların üzerimden kayıp gitmesine odaklandım bir süre.

Denizin ortasında durup avucunda tuttuğu kumların akışını seyreden bir çocuk gibi keyif alırken üzülüyordum zamanın yitişine. Birbirinin tekrarı günler birikiyordu geçmişimde ve denize akan kum taneleri gibi birbirinden farksızdılar. Her sabah çaresizliğimin çaresi olmak için uyanıp geceleri aynı çaresizliğe teslim olarak uykuya dalıyor ve aynı çaresizliğe aynı kahrolası bitişe, bir yok oluşa uyanıyordum.
“Tüm bunların sebebi yalnızlık” dedi içimden bir ses.

“Yok be” dedim. “Yalnızlık kadar güzel bir dost daha var mı insana?”

“Züğürt tesellisi seninki” diye karşıladı iç ses.

“Keşke dediğin doğru olsaydı ama kendisi olarak da gayet mutsuz olabiliyor sonuçta insan. Biliyor musun aslında tek bir farkla Schopenhauer gibi düşündüğümü söyleyebilirim; mutluluk diye bir şey yoktur, mutluluk ya geçmişte ya da gelecektedir. Tek farkımız o bu cümlesini ‘Ben şimdiyi yaşıyorum’ diye bitirmişti. Bense şimdiyi de takmıyorum kafaya. Çünkü artık yaşamadığımı da anlayacak kadar varlığımı sürdürebildim.”

“…”

“Sustun?”

“…”

Sessizliği duyup iç sesimin gittiğini anladım. Kendi kendime:

“Gitti! Bari hoşça kal deseydi giderken” diye hayıflandım.

Karanlıkta kendi kendime muhalif bir yarı diyalog… Bazen olur öyle. Aslında kendi kendinin hem iktidarı hem muhalifidir insan. Yakar yakar söndürür kendini. Sonsuz seçimlere sürüklenir durur. Tıpkı o an pencerenin önünde durmayı seçtiğim; geceye, yağmura ve sokağa bakmayı seçtiğim gibi.

Siluet hâlâ orada, bir korkuluk gibi dikilmiş duruyor. Nereye ve neye baktığını seçemiyordum hâlâ. İş inada bindi sonunda. “Bakalım önce hangimiz çekilecek camın kenarından? Hangimiz daha önce pes edecek?” diye düşündüm.

“Nereden geldi bu hırs içine?” dedi iç ses.

“Bilmem” diye omuz silktim. “Yalnızlığın iyi taraflarından biri bu, kendi kendine oyunlar üretebilmek. Küçükken de yalnız bir çocuktum. O zamanlar da kendi kendime oyunlar icat ederdim. Hayali arkadaşlarımla oynardım bahçemizde. Onlarla çamurlarda debelenirdik ve eve gittiğimizde en fazla dayağı ben kazanırdım annemden.”

“…”

Sessizlik…

Yine gitti. Nereden geldiğini hiç bilmediğim kendime tamamen yabancı bir iç ses.

Bazen, “İnsan kendine bu kadar yabancı olabilir mi?” diye soruyorum. Cevabını bildiğim halde yanıtlayamadığım sorulardan biri oysa bu. Hem zaten nasıldı o laf? ‘Yemek buldun mu ye, soru gördün mü kaç!’ Tam olarak böyle değildi aslında ama bu defalık böyle olsun. Bir aforizmayı bir kere bozmaktan bir şey olmaz.

Ben bunları düşünürken elli dokuz model bir Cadillac Deville, sokağın başında belirip yavaşça ilerlemeye başladı. Farlarının sarısı yapay bir gün ışığı yaratırken yağmur tanelerini açığa çıkarıyordu. Arabanın boyu sanki sokak kadarmış gibi geliyordu o an, algıma şaşırıyordum. Arabadan dışarı sızan yüksek sesli müziği duyabiliyordum bu arada. Yağmura nazire yaparcasına çalan bu parçayı hemen tanıdım: “The Sky Is Crying” Arabayla aynı sene piyasaya çıkan Elmor James bestesi. Elmor James’den dinlemektense Gary B. B. Coldman’ın yorumunu tercih ederim. Blues hüznünü, gitarının tellerinden kalbimin derinlerine bir iğne gibi batırdığını hissedebiliyorum; sözleriniyse umursamıyorum bile. Ne sevgilisi tarafından terk edilmiş adamın matemini ne de gökyüzünden düşen damlaların sokaklarda yitip gitmesini… Her dinlediğimde yalnızca müziğin hüznü kalıyor geriye o çalarken, giden bir sevgilinin ardından bir türlü kapanmayan boş kollar gibi.

Aklıma araba ve şarkının aynı anda belirmesi takıldı. Kader mi tesadüf mü? Evren bana bir şeyler mi anlatmaya çalışıyordu yoksa? “Hem hiçbiri hem hepsi olmalı” diye geçirdim içimden. İçimdeki sessizliği iç sesim bozdu yine.

“Kafan karışıyor” dedi iç sesim müstehzi bir ifadeyle.

“Daha ne kadar karışabilir ki?” diye gülümseyerek cevapladım.

“Ne kadar karıştığının bir önemi yok, önemli olan karışıp karışmadığı. Bu, bir kaosa saplanıp kalmak. Çözemediğin ve bitmeyecek bir anarşi hali. Şu an yaşadığın gibi.”

“Kaos iyidir.”

“Neye göre, kime göre?”

“Herhangi bir duruma ve herhangi birine göre. Kaos başlangıçtır, sondur, tahmin edilemezlik halidir. Asla kurulamayacak muhteşem bir düzendir. Zihninin sürekli zinde kalmasını sağlar. Kumar gibi asla tatmin edilemeyen ve sürekli istenen canlı bir duygu… Nesi kötü?”

“Nesi güzel? Kadere kırk beş yaşamaktan bahsediyorsun oturmuş. Oysa insan olarak sürekli düzen arayan bir organizma olarak doğmuşsun. Organizmanın gereğini yapıyorsun. Sürekli sosyalleşerek bir düzen yaratmanın peşindesin on bin yıldır.”

“Düzen aramak? İnsan olarak üstelik? Kim demiş?”

“Yaratıcı tabii ki.”

“Yaratıcı mı? Daha akıllıca bir cevap bulamaz mıydın?”

Burada bir süre sustum. İç sesim de sustu, dinleyip dinlemediğini bilmeden devam ettim:

“Yaratılışçıların derdi bu senin söylediğin, bu da sadece çürük bir kaideyi sağlama almaya çalışıyor ancak. O düzen dediğin şey, düzensizliğin ta kendisi. Bir baksana çevrene, neler görüyorsun? Savaşlar, cinayetler, hırsızlıklar, gasp, rüşvet, adam kayırma, tecavüz ve daha onlarca iğrenç şey. Ben böyle bir düzeni yaratan “kusursuz” bir yaratıcıya inanmıyorum. Varlığıyla yokluğu öldükten sonra anlaşılacak bir yaratıcı üstelik. Hah!”

Bunu söyler söylemez titrek ışığın aydınlatmaya çalıştığı karşı penceredeki siluete takıldı yine gözüm. Belki de birbirimizden habersiz inatlaşmaya devam ediyorduk. Karşılıklı sözsüz bir düello… Kimin önce çekileceği meçhul… Kimsin sen diye sormaya başlamıştım artık. Bir manken, bir korkuluk, askıda duran bir ceket ya da kendi yansımam mı? Ne ya da kim olduğu önemli değil, bu aptalca oyunun bitmesi gerek diye düşündüm bu sefer. Kullandığımın iki katı para ödediğim elektriklerin de geleceği yoktu zaten. En iyisi, gidip bu siluetin sahibiyle tanışmak diye düşündüm. Öylesine bir gölge, birden ete kemiğe bürünecek mi? Kesinlikle gidip bakmam lazım. Ya bir kadınsa? Fiziğini seçemiyorum bir türlü. Aynı anda burnumun dibi kadar yakın ve okyanusun karşı kıyısı kadar uzak, birbirine benzeyen iki farklı düşünce gibi…

Artık şimdideyim, içinde bulunduğum, geçmişle geleceğin tam ortasında. Seçim zamanı, git ya da kal! Siluetle yüzleşmeye cesaretimin olup olmadığını sorgular buluyorum kendimi. İçimde benden bağımsız iki kişi didişip duruyor. Siktir! Korkak herif! Kendine gel! Hayır, aldırma, korkak falan değilsin.

Hollywood yapımı filmlerdeki subliminal mesajlarla öğretilmiş korkuları yaşıyorum. İç sesim belki de haklıdır. Kaos iyi bir şey değildir, belki sadece yaşayıp gitmek, sorgulamamak biat edip rahatlamak en güzelidir. İrademle kavga ediyorum ama birinin mutlaka kazanacağı bir kavga olması rahatlatıyor beni. “Yanlış kulvarda koşmak, yarışı kazanamayacağın anlamına gelmez” diye sesli düşünüyorum.

Ansızın siluette bir hareketlenme görüyorum. Düşüncelerimi duymuş olabilir mi? Sanmıyorum. Gidip, öğrenmem gerek. Siluet perdesini çekiyor, şimdi yalnızca bir karaltı haline geldi.

Kazandım!

Peki ama kimi geçtim? Bunun bir önemi yok mu? Kazandığını kimsenin bilmediği bir oyun, oynanmamış bir oyundur! Evet, artık gidip siluetle yüzleşmem gerekiyor. Pencerenin önünden çekilip üzerimi değiştirmek için odama gidiyorum. Odam soğuk, üşüyorum. Cep telefonumun ışığında güç bela üzerimi değiştirip hızla dışarı atıyorum kendimi. Komşuların merdiven başlarına diktiği mumların alevi hızımı takip edemeyip sönüyor. Bina kapısına elimi atarken kapı kendiliğinden açılıveriyor. Hazırlıksız yakalandığım için irkiliyorum. Orta yaşlı bir kadın; benim gibi, yağmurdan ıslak sarı saçları gözlerinin önüne dökülmüş. Yüzünü göremiyorum ama onun da benden korktuğunu anlıyorum. Tanımadığım lüzumsuz komşulardan biri olmalı. Kapıyı ikimizin de geçeceği kadar açıp yanından süzülecekken parfümünün baş döndürücü kokusuna çarpıyorum. Yeni toplanmış çiçeklerin saldığı, ölüm kokularının en lezzetlisi. Merakım kadına ağır basıyor, dışarı atıyorum kendimi. Soğuk ve yağmuru hissedip kendimi toparlıyorum.

Hızla karşıya geçerken, elli dokuz model Cadillac olanca azametiyle geri geliyor, müzik değişmiş, Rob Dougan, Born Yesterday’i söylüyor. James Bond filmlerinin müziği gibi ama daha karamsar ve hüzünlü. Sürücüyü görme merakım yağmuru unutturuyor. Islandığımı hissetmiyorum bile. Arabanın farları gözümü alıyor, bakmamaya çalışsam da başaramıyorum. Kaynağa bakan acemi kaynakçı çırakları gibi geçici bir körlük yaşıyorum.

Araba beni umursamadan önümden geçip gidiyor. İki adım sonra neredeyse karşı kaldırıma ulaşıyorum. Arabanın arkasında gözüm hâlâ. Önüme bakmadan attığım ilk adımla, yere kapaklanmam bir oluyor. Üstüm başım çamur olacak diye düşünüyorum o an.

Sonrası karanlık bir boşluğun içine yuvarlanırken buluyorum kendimi.

Sürekli bir düşüş halindeyim, çaresizce elimi tutunacak bir şeyler bulma ümidiyle sağa sola uzatıyorum ama vıcık vıcık bir çamura benzeyen duvarları delip geçiyor ellerim, sümüksü bir doku kaygan ve ıslak. Tutunamıyorum. Yaşadığımı sandığım hayata olduğu gibi. Elimi attığım her dalın elimde kalması gelip geçiyor film gibi gözlerimin önünden. Çocukluğumdan başlayan filmin son karesine yaklaşıyorum. Nihayet aşağıda bir ışık görüyorum. Işığın ucunda bir silüet beni bekliyor. Götüm üç buçuk atmaya başlıyor, nabız tansiyon ne varsa içimde alayı birden tavan durumda. Hayatımda bu kadar korktuğum bir an daha yaşamadığımı fark ediyorum. “Ölmek istemiyorum!” diye çığlık atıyorum, düştüğüm tünel yutuveriyor her heceyi. Döne döne sona doğru yaklaştığımı hissedebiliyorum. Nihayet siluetin beklediği noktaya ulaşıyorum. Boşlukta duruveriyorum. Her yer dönüyor, durmaksızın dönüyor. Ne olduğunu ve ne olacağını bilmiyorum. Tepemde dikilmiş bir çift göze takılıyor gözlerim, giderek beni yavaşlatıyor. Işık anbean soluk sarı bir renge bürünüyor ve birden başımın ağrısını fark edip elimi başıma götürüyorum. Bariz bir ıslaklık geliyor elime. Kan değil, su bu. Elime bakıyorum, yağmurun ıslattığı kaldırımdaki tozların çamuru bulanıyor elime. Ölmemişim! Sadece kendimden geçmiş olmalıyım. Tanrım şükürler olsun. Cuma, cumartesi, pazar, her gün yanına geleceğim artık.

“Yardım edeyim!” diyen bir erkek sesi duyuyorum. Devam ediyor:

“Düşmüşsünüz, bayıldınız sanırım. İsterseniz kıpırdamayın bir ambulans çağıralım.”

Gerek yok anlamında elimi sallarken soruyorum:

“Sen de kimsin?”

“Şu eve yeni taşındım ben.” Eliyle siluetin olduğu pencereyi gösteriyor. “Elektrik kesilince mumu yakıp sokağı izlemeye başladım. Şu apartmanın birinci katında dikilip duran birini fark ettim. Benim gibi yalnız yaşadığını düşünüp “Hiç değilse elektrikler gelene kadar iki çift lafın belini kırar, tanışmış oluruz” diye hazırlandım. Aşağı indiğimde de yerde yatarken buldum sizi.”

“Çok iyi yapmışsın. O evde ben oturuyorum. Ben de aynı senin gibi düşünmüştüm. Kalkıp tanışmak için sana geliyordum. İşte sonuç!” diye halimi gösteriyorum gülerek.

İkimizi de bir gülme alıyor. Güle güle olduğum yerden doğrulmaya çalışırken apartmanların pencerelerinden birer ikişer lambaların yanmaya başladığını görüyorum.

“Elektrikler geldi!” diyor siluet, bir yandan beni doğrultmaya çalışırken.

Güç bela ayağa kalkıyorum, koluma girip ağır aksak adımlarla beni eve doğru götürürken, az önce içeri giren kadının kapıdan çıktığını görüyoruz. Mini etek giyip şemsiyesini almış yanına. Kaldırıma geçip bize bir bakış atıyor. Tam da o sırada elli dokuz model Cadillac gelip duruyor kadının önünde, içinden orta yaşlarda, keçi sakalları kırlaşmış, dazlak bir herif iniyor. Kadına doğru yaklaşıp bir öpücük kondurduktan sonra yolcu kapısını açıp kadını arabaya bindiriyor.

Apartmanın kapısından içeri geçip yeni komşumla evime doğru devam ediyoruz. Kapı kapanırken Cadillac’ın egzos sesine, Orhan Gencebay’ın, Hatasız Kul Olmaz’ı karışıyor.
 
 
Adana
M. Gökhan Üvez
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

No Comments

Cevap Yaz

Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
Girne Antik Liman
Girne Antik Liman
Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan