Öykü & Deneme

Uçak Babama…

11 Ocak 2024

Öykü: Uçak Babama... | Yazan: Emine Öztürk

Tam iki saattir oturduğu bankta denizin kudurmuş gibi çağlayan dalgaları ile dalgalandı, dalgalandı da yavaş yavaş duruldu adam. Hayır ne vardı içinde bu kadar yıl sonra bile yanıp duran. Soğumayan.

Yine sularının durulduğu, içine döndüğü, kimselerle bir kelâm etmediği, aramadığı, sormadığı zamanlarındaydı. Yılın büyük bir kısmını bu ruh hali ile geçirirdi. Artık eşi, dostu, oğulları, onun bu durumuna alışmıştı ama yine de sormadan duramıyorlardı.

“Hayırdır durgunsun?”

Ona göre bu durgunluk kötü bir hâl değildi. Denizler çalkalanır, her şey birbirine karışır ve su bulanır. Denize atılan her taş, küçük bir daire oluşturur. Daire büyür, büyür, büyür ve tüm yüzeyi sarar. Su karışır, yine bulanır.

Çalkalanan suda dibi görebilir misiniz siz?

O göremez. Dalgalı denize girip yüzemez. Ayağını sokamaz, taş atamaz, elini dahi süremez. Bekler. Su durulsun. Sakinleşsin. Dibindeki çakıl taşlarını ancak o zaman görebilir çünkü.

Şimdi kırk üç yaşında.

Bu yaşına kadar herkes gibi, aslına bakarsanız herkesten biraz daha fazla çalkalandı onun hayatı. İçine her gelen bir taş attı. Kulaçları ile sularını biraz daha dalgalandırdı. Herkes sularında çırpındı da çırpındı. O, başkalarının kendi sularını bulandırmasını hep karşıdan izledi, bu kirli sularda kendi içini, dibini göremedi. Bulandı…

“Eeee ne de olsa insanın da yarısından fazlası da sudandı.”

İşte son birkaç yıldır da kendi içine çekilmesi de hep bundandı. Sularına artık hiç kimsenin taş atmasına izin vermiyordu. Kimse ona ne yapıp ne yapmaması gerektiğini söylereyerek sularına çomak sokamıyordu. Çok az insanın, sadece en sevdiklerinin sularında yüzmesine izin veriyordu artık. Daha fazla bulanmak istemiyordu. O zaman kendi içini, dibindeki çakıl taşlarını, ne istediğini, neye kızdığını, ne için öfke duyduğunu, içini yakan ateşi, neye üzüldüğünü, kararlarını, hatalarını, doğrularını, dipteki en ince kum taneciklerini yani çocukluğunu, yaralarını görebiliyordu.

“Çocukluğu… Var mıydı? Yok muydu? Babası…. Var ile yok arası.”

O gün vardı.

Kara trene binip köylerini arkada bıraktıkları, gurbet denen bilinmezliğe yol aldıkları gün, babası yanındaydı, oradaydı. Tek kompartmanda annesi, babası ve tüm kardeşi ile çıkmışlardı yola. O güne ait hafızasının ona hatırlattığı tek bir görüntü vardı, yol boyu annesinin akıttığı gözyaşları.

Gözleri birbiri ardına hızla geçen elektrik direklerinde, kulakları “Tııkırt… tıkırrtt… tıkırtt…” ray seslerinde. Aklı ise köyün bahçesinde bıraktığı sarı danasındaydı.
 

* * *

 
On kardeşin dokuzuncusu olarak dünyaya gözlerini açmış adam, kardan gözün gözü görmediği bir aralık sabahı. Yıllar birbirini kovaladıkça iklimi yaşaması zor memleketlerinde, düşe kalka büyümeyi başarmış. Yaşam ile ölüm arasında büyük mücadeleler vermiş. Hastalıklar bu küçük çocuğun yakasını bırakmamış. Bu zor zamanlardan onun aklında kalan annesinin sonsuz sevgisi ve yanında olan sekiz kardeşi. Babası?..

Babasını çok az görürdü. İşleri çok yoğundu. Muhtar. Hep yoğundu. Muhtar olmak öyle kolay iş değildi. Evde olduğu vakitlerde bile. Çünkü eve hep misafirleri gelirdi. Hep, hep yoğundu. O günlere ait tek bir cümle çınlar hâlâ kulaklarında, annesinin sesinden, “Sakın ola ses çıkartmayasınız. Baba kızar, döver ola. Misafirlere rezil oluruz. Büyük insanlar gelenler, sükût durun.”

Sükût dursunlar. Hep sükût. Bundan sonra hayatı boyunca sükût durdu adam. Ve şimdi bile kafasındaki sorulara cevap bulamadığı, yanıtsız kalan o kadar çok soru işareti varken bile sükût.

En büyük soru işaretlerinden biri Gebze’ye gönderiliş hikâyesi.

En büyük ablası gelin gitmiş memleketten tee oralara vakti zamanında. Yolculuğunun gidiş kısmı yok hafızasında. Uzun bir süre ablası ve eniştesi ile yaşadığı anlar var sadece. Uzun bir süre… Kaç gün? Kaç ay? Ya da yıl mı demeli?

Belli ki artık hep burada yaşayacak, memlekete gidemeyecek, annesini kardeşlerini bir daha göremeyecek, sarı danasının kuyruğundan tutup onu artık gezdiremeyecekti. Ama ne var ki o günlerde küçücük bir çocuk olan bu adam, bir anda lâl olmuş. Ne konuşmuş ne de ona seslenenleri duymuş.

Doktor doktor gezdirmiş eniştesi. Ablası perişan. “Bu çocuk,” demiş doktor, “yakınını mı kaybetti? Ailesinden biri vefat mı etti? Bu sabinin tek sorunu özlem olmalı. Bütün sorunu duygusal boşlukları. Yoksa,” diye eklemiş, “kulakları gayet iyi işitiyor ve konuşmaması için hiçbir engeli bulunmuyor.”

Bugün bile o günleri hayâlinde yaşamaya çalıştığında annesini, babasını, kardeşlerini ve memlekete olan özlemini duyumsuyor. Hâlâ burnunun direği sızlıyor. Kalbi kırık yerinden bir kez daha “cızrt” ediyor. Ve beyninin içinde hep aynı soru, durmadan susmadan bağırıyor:

“Neden BEN? Sekiz kardeşim daha vardı. Neden beni, bin üç yüz seksen iki kilometre uzağa gönderdiler? Neden BABA?”

Sonra apar topar yapılmış uzun bir yolculuk. Sonu vuslat.

Annesinin, kardeşlerinin yanında artık. Herkes ne kadar da değişmiş. Büyümüşler mi ne? Ama annesi, annesi hep aynı. Hep güzel. Hep savaşçı. Hep cefâkâr. Hep hem ana hem baba.

Tabii o gün herkesler onun etrafında toplanmış. Geldiğine herkes şaşırmış. Onu unutmuşlar mıydı? Ama yok öyle olsa hepsi bu kadar mutlu olmazlardı. Babası peki? Evde yok. Baba yok. Şehir dışında. İşleri var. Çok önemli. Yoğun. Bitmeyen.

Gebze’den eli kolu dolu döndüğünü hatırlıyor. En çok da yeni alınan ayakkabıları aklında kalan.

Geldiğine çok sevinenlerden, bir büyüğü, ailenin sekizinci çocuğu, atının terkesine attığı gibi onu dolaşmaya götürüyor. Uzun zaman ayrı kaldığı, çok özlediği bağları bahçeleri, havasına suyuna aç kaldığı toprakları, yaşlı gözlerle geziyor atın üstünde. Lakin mutluluğu boğazında düğüm olup kalıyor bir vakit sonra. Çünkü ayakkabılarının teki ayağından düşüyor. Yeni ayakkabıları. Daha az önce giydiği. En yeni. Yine sükût. Yine sesini çıkaramıyor. Söyleyemiyor abisine ayakkabısının düştüğünü. Ya bana çok kızarsa? Ya bana çok kızarlarsa? Ya bana babam da çok kızarsa? Ayakkabılarım. Yeni ayakkabılar. Teki düştü.

Babasına ait az da olsa iyi hatırladığı görüntüler de var hafızasında köy yaşamına ait. Çok nadir kahvaltıda olduğu zamanlardan birinde, sofradaki yumurta kavgası zihninde. Abisinin isyanı gülümsetiyor yüzünü.

“Babam niye iki yumurta yiyor? Ben baba olacağım. İki yumurtayı ben yiyeceğim” diyor. Baba olmak o kadar kolay ki onlar için. İki yumurta yemekten ibaret. Bu anısını unutmuyor, babasını gülerken hatırladığı ender anılardan biri.

Düüüt… Düüüüttt… Düttt…

Uzun uzun çalan trenin sesiyle irkiliyor birden. Hiçbirinin bilmediği, görmediği, duymadığı bir şehrin, hiç bilmedikleri bir istasyonunda iniyorlar trenden. Bilinmeyene doğru tekrar bir yola koyuluyorlar, bu defa otobüs ile devam ediyorlar.

Ve Bursa’ya hoş geldiniz yazısını okuyor. Bursa…

Sanki şehir değil de ülke değiştirmişler gibi hissettiğini anımsıyor o gün, o tabelayı, orada okuduğunda.

Yaraların üzerine sürülen merhemin hızla iyileşmesini sağladığı gibi, yeni bir şehir, bu yeni hayat, onun yaralarına merhem olmaya, onu iyileştirmeye başlıyor.

Bursa’ya geleli beri baba ile ilişkileri evrilmiş, bambaşka bir hâl almıştı. Artık yanlarındaydı. Şimdilerde anlıyordu içinde ona karşı olan öfkenin nedenini. Onu o kadar çok seviyordu ki hep yanında olsun istiyordu. Tüm sitemi sevgiden. Özlemden. Onu göremiyor, dokunamıyor, sevgisini hissedemiyor olmasının izleri olan, geçmeyen yaralarının artık baba sevgisi ile yok olmaya başladığını fark ediyor, zaman da yardım ediyor. Kabuk bağlıyor. İyileşiyor.

Baba. İki hece, dört harf.

Güven, sığınak, şefkat, liman, kanat, huzur, dağ, merhamet, çınar, sevgi, gölge, fedâkârlık ve kahraman. Şimdi bu iki heceye sığdırdığı bunca duygu ile çok daha anlamlıydı baba ve bu iki heceyi iliklerine kadar yaşıyor, hissediyordu artık adam. Nihâyet.
 

* * *

 
Şehrin hayhuyunda, yaşam mücadelesi içinde yıllar hızla geçti. Mutluydu; hiç olmadığı kadar. Huzurluydu; hiç hissetmediği kadar. Neşesi son demine kadar.

Evlattı, oğuldu artık; hiç doymadığı kadar.

Bu duygular ile başı döndüğü vakitler, ortaokulu ite kaka zorla bitirdi. Çok okuma sevdalısı da değildi. Futbol en büyük tutkusuydu. Altyapılarda çok da iyi top koştururdu. Lakin oradan bir üst seviyeye atlayamadı hiç. Arkadasında sağlam bir dayısı yoktu. Yalnız başına futbolcu olabilmek mümkün olur muydu hiç?

O da bir fabrikada işe başladı on dördünde. Eee ne de olsa ekmek aslanın midesinde. Ahh ilk aşkı o fabrikanın içerisinde. Aşklarını da kendi kendine yaşadı. Platonik ve sükût içerisinde.

Eli ayağına dolanırdı kız servis otobüsüne binince. Fabrikaya kadar gözünü kırpmadan izlerdi. Yol bitsin istemezdi. Sadece izlerdi ve sükût… Yemek sırasında onun arkasında yer kapmaya çabalardı. Her zaman başarırdı da arkasında olmayı. Saçlarının kokusunu içine çekerdi usul usul ve sükût. Tabldotunu hep onunkine yakın koyardı ki birlikte kaşık tıkırdatsınlar ama kızın haberi yok adam yine sükût.

Sükût olmayı çocukken öğrenmişti ya hiç unutmadı, hep sükût.

“Baban kızar sükut durun.”

Ama artık babası hiçbir şeye kızmıyordu ve hep yanlarındaydı. Bayramlarda tüm kardeşlerine aldığı gibi ona da kıyafetler, ayakkabılar alır; eli kolu dolu gelirdi eve. Bu küçük ama kocaman mutluluklar en güzel yadigâr babadan geriye kalan.

Saatler birbirini kovalıyor, aylar hızla koşup geçiyor ömründen. Yıllar desen su gibi.

Üçü iki geçiyordu saat o gece, takvim 17 Ağustos 1999’u gösteriyordu. Yer yerinden oynadı sanki. Bağırmalar, ağlamalar… Herkes sokaklarda. Herkes şaşkın. Sabah ışıkları ile ne olduğunu anlıyorlar. Deprem. Ülkenin batısı, Marmara yerle bir. “Yüzyılın en büyük depremi” diyor spiker. Bilanço ağır. Yürekler yangın yeri. Acı çok büyük. Bu yük çok ağır.

İki gün geçmiyor ki evleri bir daha sallanıyor, bu deprem sadece onların evini yıkıyor; evlerine, ocaklarına, babaya ateş düşüyor. Felç! Baba yıkılıyor. Acı çok büyük. Bu yük çok ağır. Bu deprem bütün aileyi ama en çok da onu yerle bir ediyor. Baba yatağa mahkûm. Yürüyemiyor. Konuşamıyor. Yiyemiyor. İçemiyor. Sevemiyor. Gülemiyor.

…miyor …mıyor …muyor …

“Bulup da yitirmesi bu” diyor.

“Geç bulup erken kaybetmek bu.”

Sonra, “Yo yooo! Umutsuzluğa düşme,” diyor kendi kendine, “babam yaşıyor, nefes alıp veriyor. Şükür. Buna da şükür.”

Ve kendini babasına adıyor.

Eli oluyor; yediriyor, içiriyor. Kolu oluyor; banyo yaptırıyor, yıkıyor, yuğuyor. Ayağı oluyor; gezdiriyor. Sigarasını yakıyor, nefesi oluyor içine çekiyor. Belki pelerini yok sırtında artık babasının ama onun gözünde kahramanlığını yitirmiyor. Babası hâlâ kahramanı. Babası. Ve bu kahraman ile sadece gözlerinin içine bakarak konuşmadan anlaşıyor, kimseyi aralarına almadan başka bir alemde, başka bir hayat yaşıyorlar. Baba oğul.

Günlerini babasına adadığı bu vakitler arasında bir gün askerlik celbi gelip dayanıyor kapılarına. Ve yine ayrılık…

Şırnak Silopi.

Terörün en yoğun olduğu, şehit haberlerinin bitip tükenmediği memleketin en zorlu yılları. Yıllarca aldıkları can, akıttıkları kan…

Ama bilmiyorlar ki bir Mehmetçik ölür, bin dirilir. Memleket sevdası herkesin gönlünde bir.
Bu bilinçle çıktı yola. Ama önce yemin töreni. Tören. Tören tam olarak nedir?

Üzerinden geçen yirmi üç yıla rağmen bu kelime “tören” onu hâlâ oluk oluk ağlatır. Tıpkı o gün gibi.

“Hiç kimse olmasaydı ve hiçbir şeyim, sadece babam olsaydı yanımda. Oğlum…” deseydi. “Seninle gurur duyuyorum” diyemedi. Ses yok.

Herkes boğazı patlayana dek;

“Barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada her zaman ve her yerde milletime ve cumhuriyetime doğruluk ve muhabbetle hizmet ve kanunlara ve nizamlara ve âmirlerime itaat edeceğime ve askerliğin namusunu Türk Sancağının şanını canımdan azız bilip icabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğrunda seve seve hayatımı feda eyleyeceğime namusum üzerine ant içerim”

diyerek yemin ederken o hıçkıra hıçkıra ağladı, o gün, o törende.

Babası yine yoktu, evet, ona en ihtiyacı olduğu zamanda. Yine yanında değildi. Ama işi yoğun değildi bu defa, bitmez değildi işleri. Bitti her şeyi gibi. Sesi bitti; konuşamıyor. Ayağı gitti; yürüyemiyor. Ama kalbi duruyor, çalışıyor kalbi, seviyor onu, o biliyor. Çok seviyor. Kendi olmasa da yanında gölgesi bile yetiyor.
 

* * *

 

Dün babam öldü.

Benim baba oluşumun kırk altıncı gününde. Evet artık benim de bir oğlum var. Benim kahramanım beni bırakıp ebediyete göçtü. Kahraman olma sırası sen de diyerek. Benim baba olmamı gözledi sanki babam. On bir yıl yatalak bekleyerek.

Hayat böyle bir devinim işte. Ölümler ve doğumlar arasında bir varmış bir yokmuş. Tamamladım dedikçe eksilen. Eksildim dedikçe kendisini yenileyen, tamamlayan. Şimdi bana eksiğin var mı diye sorarsanız, “Babam” derim. Tamamlayamazsınız. Babası… Var ile yok arası.
 

* * *

 
Radyoda mırıldanan sese kulak verdi adam. Sesi açtı sonuna kadar. Oda ile birlikte şarkının içine gömüldü.


Bu adam benim babam
Sekiz köşe kasketiyle
Omuzunda sekosuyla, hey
Cebinde yok parası, Bafra’dır cigarası
Yüreğindedir yarası
Altı çocuk büyütmüş (Bu cümleyi on çocuk olarak söyledi dili) bir işçi maaşıyla
Bu adam benim babam, hey

Önünde açık duran defterine son notunu yazdı sonra:

Babamı özlemek mi?
Gölgesini görsem sarılırım.
Kokusunu bir ömre yetecek kadar içime çeker soluk almadan yaşamaya çalışırım.
 
 
Emine Öztürk
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

22 YORUMLAR

  • Yanıtla Ömer Hoca 11 Ocak 2024 at 07:42

    Hepimizin benzer hikâyeleri vardır. Kimisi kağıda dökemez, kendisiyle mezara götürür; kimisi de sizin gibi yazar ölümsüzleştiririr. Allah kimseye yaşatmasın depremi.
     
    Kalemin hiç durmasın.

  • Yanıtla Emine Öztürk 11 Ocak 2024 at 08:44

    Merhaba Ömer öğretmenim.
     
    Hangi aralıkta yazımı okuduğunuzu biliyorum. Ve bu benim için çok kıymetli. Çok teşekkür ediyorum. Yorumlarınız benim için inanılmaz önemli. Mutlaka herkesin içinde duran bir hikâyesi var. Dediğiniz gibi dökülen ya da gömülen. Deprem… umarım bir daha yaşanmaz.
     
    Var olun 🙏
     
    Sevgiler

    • Yanıtla Ömer Hoca 11 Ocak 2024 at 09:41

      Eyvallah 🙏

  • Yanıtla Yasin Dülgar 11 Ocak 2024 at 08:50

    Elinize sağlık müthiş bir yazı olmuş.

  • Yanıtla Emine Öztürk 11 Ocak 2024 at 08:55

    Çok teşekkür ediyorum Yasin Bey. Değerli bulup zaman ayırmanız benim için çok kıymetli.
     
    Var olun 🙏

  • Yanıtla Metin Çoban 11 Ocak 2024 at 09:39

    Emineciğim, 30 yıldır bir kız çocuğu babası olarak, bir erkek çocuğunun babasına olan, ömrü boyunca (yanında olduğu zamanda bile) özlemini çok iyi yazmışsın.
     
    Çocukluk döneminde anne ve baba ile olan sevgi veya çatışmalara oidipal dönem diyorlar. Oidipus sendromundan kaynaklanıyor sanırım.
    Çocuklar bu dönemde, kızlar anneleriyle, erkekler babalarıyla çatışma halinde olurlar. Bu sonraki dönemlerinde bazı kişilik değişmelerine etki yapan çatışmalardır.
     
    Senin yazındaki babaya olan sevgi yoğunluğunu Murathan Mungan’ın bir kitabında okumuştum. O da Güneydoğu’dan Ege’ye gelen bir tren kompartmanında geçiyordu. Baba cezaevine teslim olmak için geliyordu, aile ona yakın olsun diye o bölgede oturmaya karar veriyordu. Çocuk babasına aşık, kahramanıydı onun. Ama gece geldikleri pansiyonun camından zar zor görünen kara suyun, sabah masmavi deniz olarak görmesi ona tüm acılarını unutturmuştu. Annesine sahip çıkmıştı sonrasında
     
    Benim senin yazında çocuğun annesi konusunda hiçbir şey hissetmemesi dikkatimi çekti. Herhalde sadece babaya olan sevgi ve yoksunluğu anlatmak için anneye olan sevgisine değinmemişsin.
     
    Ama bir babaya olan sevgi ve hasret bu kadar güzel anlatılabilirdi. Tebrikler.
     
    Sevgiler ❤️

  • Yanıtla Fırat Subaşı 11 Ocak 2024 at 10:01

    Emeğinize yüreğinize sağlık Emine Hanım 🍀😊

    • Yanıtla Emine Öztürk 11 Ocak 2024 at 10:44

      Zaman ayırıp okumanız çok kıymetli Fırat Bey. Çok teşekkür ediyorum. 🙏

  • Yanıtla Emine Öztürk 11 Ocak 2024 at 10:42

    Teşekkürler ile başlamak istedim yorumuma.
     
    Okuyup yorumladığın, benim adıma kuruduğun güzel cümleler için, yazı için yaptığın güzel tespitler, daimi bir okur olup yazılarımı hiç aksatmadan okuduğun için.
     
    Murathan Mungan’ın kitabını okumadım. Ve inanılmaz okuma istediği duydum.
     
    Evet burada sadece babaya olan (var olduğu anlarda bile) özlemi dile getirmeye çalıştım. Bu bir kitap olsaydı inan bana anne de işin içinde bolca olurdu.
     
    Sevgi ve hasret duygusunu geçirebilmiş olmak inan beni çok mutlu etti.
     
    Var ol sevgili Metin daima 🙏

  • Yanıtla Josef Kılçıksız 11 Ocak 2024 at 14:14

    Hayat dediğin yalnızlığın, kimsesizliğin, hengamenin, hayhuyun ve boşunalığın içine çamurlu bir su akıttığı çalkantılı bir nehir.
     
    Emine’nin öyküsü bu nehrin kenarında yetişen yalnız bir hayıt ağacı tadında.

  • Yanıtla Emine Öztürk 11 Ocak 2024 at 15:43

    Ah Josef 🙏
     
    Yalnızlık. Kimsesizlik. Boşunalık.
     
    Yaşamın özeti. Ve hayıt ağacı benzetmesi muazzamdı.
     
    Teşekkür ediyorum zaman yaratıp okuduğun için..
     
    Var ol 🙏

  • Yanıtla Ab-ı Hayat 11 Ocak 2024 at 16:57

    “Sükût dursunlar. Hep sükût. Bundan sonra hayatı boyunca sükût durdu adam. Ve şimdi bile kafasındaki sorulara cevap bulamadığı, yanıtsız kalan o kadar çok soru işareti varken bile sükût.”
     
    Öykünün kalbe zarbeden yeri ve eklemek istediklerim:
     
    Acılarımız sükût
    Sevinçlerimiz sükût
    Kederlerimiz sükût
    Hasretlerimiz sükût
    Vuslatlarımız sükût
    Hayallerimiz sükût
    Sevilerimiz bile sükût…
    En yarası da bu sevilerimiz sükût!
    Hayattımız hep mi sükût?
     
    Galiba küçüklükten beri hep buna mahkum bırakıldık. Bazılarımız yazgılarına böyle başladı. Başlamak mı? Belki de orada bitmek! Sükût ettin ve öldün!
     
    Bir yerlerde bağırmak, avazımızın çıktığı kadar bağırmak, ben de burdayım! Beni yok sayamazsın, diyeceğimiz günler elbet geliyor ve orada anka kuşu misali küllerimizden doğmak ya da her yeri ateşe vermek de olabiliyor. Zira asi ruhlara sükût yakışmıyor ve içerisinde barındıramıyor da. Bazılarımız ise sükûtu heybesine alıp yoluna devam ediyor.
     
    Biz sükûtu da bildik, en çok da bağıranlar olduk ve olacağız da!
     
    Kendime söz vermiştim bir yaşımda ama hangi yaştı hatırlamıyorum. Sükûtu azalttım zira çarpıntı yapıyor. Hep içe ata ata yüreği daraltıyoruz. Varsın vâveylâ edelim, varsın raperinleşelim! Lütfen sükûtu benimsemeyelim!
     
    Kalem öyle güzel bir kalem ki yazılan her şey kalbe zarbediyor ve çok uzaklara götürüyor. Yüreğine, yazdıklarına ve yazacaklarına sağlıklar olsun HoneyMom 🍯🫂
     
    Sen hep yaz ve ben hep mutlanayım 🙏🏻

    • Yanıtla Emine Öztürk 11 Ocak 2024 at 20:01

      Bir ahh çektim yorumunu okuyunca güzelliğim benim. Yazacak bir şey bırakmadın bana.
       
      Ama şunu söylemeden edemeyeceğim, iyi ki senin gibi gençler var sükûtu terk eyleyen. Soran, sorgulayan, içine atmaktansa, vâveylâ eden. Sizi gördükçe geleceğe olan inancım katbekat artıyor.
       
      Seni çok seviyorum.
      Daima var ol hayatımda. 🙏🫂
       
      Gül yüzünü göreceğim günlere umudum artmakta bilesin. 🧡😉

      • Yanıtla AB-I HAYAT 12 Ocak 2024 at 02:58

        Bende sizi çok çok seviyorum ve hayatımda hep var olacaksınız bunun aksini kesinlikle, katiyen kabul etmiyorum!!!
        Yaşamı umuda, umudu yarınlara, yarınları zamana bırakacağız… Ve güzel günlerin hep müptelası ve de sahibi olacağız! Net!Net!
        Az kaldı vuslatımıza bende çok çok inanıyor ve eman ediyorum🫂🫶🏻 Ama bazen diyorum ki harlansın bu hasret ki vuslat güzel olsun🌸

  • Yanıtla Hasan 11 Ocak 2024 at 16:58

    İçine her gelen bir taş attı. Kulaçları ile sularını biraz daha dalgalandırdı. Herkes sularında çırpındı da çırpındı. O, başkalarının kendi sularını bulandırmasını hep karşıdan izledi, bu kirli sularda kendi içini, dibini göremedi. Bulandı…
     
    Hikâyenin başında bu cümlelerle karşılaştım ve hayran kaldım. Altını çizdiğim daha bir çok alıntı var, kendimden çok şey bulduğum sözler var. Çok beğendim gerçekten emeğine, yüreğine sağlık 🌸🙏

  • Yanıtla Emine Öztürk 11 Ocak 2024 at 17:46

    Merhabalar Hasan Bey.
     
    Okumuş olmanız çok kıymetli. Ama kurduğunuz şu cümle paha biçilemez: “… kendimden çok şey buldum.”
     

    Okuduğum kitaparda beni en mutlu eden şey kendimden bulduğum cümleler yakalamak. Bunu öykümü okuyan birinden duymak muazzamdı.
     
    Var olun 🙏
     
    Sevgiler

  • Yanıtla Emir Buğra 11 Ocak 2024 at 20:06

    Annecim öykü çok güzel olmuş. Güzel ellerine sağlık. Ben bazı gerçek hikâyelerden kesitler de görüyorum bu öyküde 💗💗

    • Yanıtla Emine Öztürk 12 Ocak 2024 at 07:08

      Oğlum. 🧡
      Gördüklerin doğrudur. 😉
      Kurgu ile gerçek hikâyeler iç içe.
      Bu güzel yorumun beni mest etti.
      Sevgi ile kal.😍

  • Yanıtla Sonay KARASU 12 Ocak 2024 at 01:26

    Selam ile…
    Beni çok derin bir yerlerden vurdu cümleleriniz. Ateşin aynı yere düştüğü yerden belki, kim bilir?
    O kaleminiz daima yazsın dilerim. Beyaz kağıtlar sarsın yaralarımızı şifa niyetine…
    Bir hocam derdi ki: Bir yazı yazana kadar sizin, okunduktan sonra onun. Bendeki anlamı ile yarasını sarmak üzere aldım, ruhuma kazıdım alfabenizi…( izninizle efendim) Saygı ve muhabbetle….
    ———-

    Kusurlu saydı dünya beni
    Çocukluğum ayağıma dolaştığından bu yana
    Oysa sorumlu değildim ne doğduğum vakitten ne toprağımdan
    Huzurundan defolup giderken bu hayatın
    Asla özür dilemeyeceğim o sümüklü çocuktan…
    Önce
    Herkes af dilemeli birer birer
    Eksi bilmem kaç derece akmayı marifet sayan o sokak çeşmesi, ellerimden…
    On kat naylonu üstüne çekmeyi marifet sayan o toprak dam, başımdan…
    Kırmızı kurdelemi manifaturacıya bağışlayan öğretmenim, döş kemiğimden…
    Öksüzlüğümü öğelerine ayıran kapı önü komşularım, çocuk kalbimden…
    Ve
    Babam ve Şubat
    üç yaşımdan…

    • Yanıtla Emine Öztürk 12 Ocak 2024 at 07:15

      Selamlar Sonay.
      Bazılarının yaraları bazılarına denk. İfade ettiğiniz üzere, ateşin düştüğü yer, har aldığı yandığı yer aynı. Yazıyı yaralarınıza şifa bulmanız ne kıymetli.

      Zaman en önemli şey hayatımızda. Yazımı okumak için harcadığınız için minnettarım. Şahane yorumunuz için de çok teşekkür ediyorum.

      Son paragrafta beni iki böldünüz şiiriniz ile.. Yazının sonuna çok yakıştı. Sizin de kaleminiz hep yazsın. Mürekkebiniz hiç kurumasın.

      Var olun.🙏
      Sevgiler.

  • Yanıtla Erdem Uslu 4 Şubat 2024 at 18:32

    Emine Hanım, öykünüz biz okurlarınızın her cümlesinde kendi babasından ve yaşanmışlıklarından izler bulduğu, okurken babasının yanında olma isteğini iliklerine kadar hissettiği, adeta baba özleminin kelimelerle vücut bulmuş hali. Yine duygularınızı kaleminiz ile yaşıyor ve bizlere yaşatıyorsunuz.
     
    Elinize, emeğinize sağlık.

    • Yanıtla Emine Öztürk 9 Şubat 2024 at 07:01

      Bu güzel cümleler için çok teşekkür ediyorum Erdem Bey. Duyguyu (Özlem)hissettiriyor olmak inanılmaz mutlu ediyor beni. Değerli vaktinizi ayırıp okuduğunuz ve yorum yapma nezaketini gösterdiğiniz için ayrıca teşekkür ediyorum.
      Sevgiler.

    Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan