Sessizlik Öyküleri

Flamenko Eşliğinde Bir Yanlış Anlaşılma

1 Ekim 2020

Öykü: Flamenko Eşliğinde Bir Yanlış Anlaşılma | Yazan: Hakan Özbek

Güzel bir mekanda şarap doldurmaktan hiç anlamayan bir garsonun ayarsızca doldurduğu kadehlerimizden sek kırmızı şarap yudumlarken, en güzel şeyin ambiyans olması bekleniyor ama değil. Tek güzel şey arka planda çalan El Pele şarkısı; Sevillanas Del Pañuelo. Hemen arkasından, çalma listesinde bir değişiklik olmadıysa, Diego El Cigala ve Bebo Valdes’in düeti Lagrimas Negras çalacak. Ondan sonra ise bir Paco de Lucia şarkısı…

Evet, buraya sürekli geliyorum. Mekan, işini bilmeyen çalışanlarla ya da sürekli yüksek sesle konuşan insanlarla dolu. Tüm gün burada yeteri kadar oturursanız, buraya oturan veya gelip geçen insanların dertlerini dinleyebilirsiniz. Hepsinin çok ‘özel’ dertleri var gerçekten. Bunu bilmek için onların özel alanlarına girmeye çalışmanıza gerek yok, onlar sizi, siz istemeseniz de o alanın içine dahil ediyorlar. Kulaklarınızda birer tıkaçla dolaşmanız mümkün değilse elbette.

Örneğin, solumdaki masada oturan çift tatile nereye gideceklerini konuşuyor. Biri Datça’ya gitmek isterken, diğeri yurt dışına gitmenin daha iyi olacağını söylüyor. Ancak bir türlü mutabık kalamıyorlar. Kadın son yıllarda çok fazla yurt dışına gittiklerini, daha sakin ve zahmetsiz bir tatil istediğini söylüyor. Erkek ise yurt dışı planını uzun zamandır konuştuklarını söylüyor ve kadını çıkıntılık yapmakla suçluyor. Konuşma artık medeni bir tartışmadan uzaklaşacak gibi görünüyor.

Bana göre, sırf bu nedenle ilişkileri bitebilir.

Sesler gereksiz yükseliyor, kadehler daha hızlı boşalıyor ve masaya biraz daha sert bırakılıyor, konuşmada ellerin kullanılma oranı artıyor…

O sırada tam da tahmin ettiğim gibi Bebo Valdes’in piyano solosu duyuluyor, birazdan Diego El Cigala söze girecek; “Aunque tú me has echado en el abandono…”

Tam arkamda konuşulanlardan yirmili yaşlarının başlarında olduklarını düşündüğüm iki kadın oturuyor. İnsanlar o yaşlarda neden başka insanları çokça dert eder? Bu durumu düşününce saçma geliyor ancak sanırım o yaşlarda hepimiz biraz başka insanlar için yaşadık. Bir aldatılma konuşuluyor. Çok yakın olduklarını, böyle bir şeyin nasıl yaşandığını hâlâ anlamadığını ve inanamadığını söylüyor daha tiz sesli olan. Benim duyduğum kadarıyla olay adeta ‘ben geliyorum’ demiş. Bunu fark edememek çok güç geliyor. Diğeri sürekli onaylıyor, taraflı davranıyor. Bu durum anlatının öfkesini artırıyor, sesi yükseliyor. “İnanamıyorum!” diyor yüksek sesle, sonra farkına varıyor ve sesini kısarak bir kez daha tekrarlıyor: “İnanamıyorum…”

Kadehimde kalan şarabı yudumlayıp, şişeye doğru hamle yapıyorum, garson yaklaşıyor.

“Doldurmamı ister misiniz beyefendi?”

“Hayır, teşekkür ederim. Müsaade ederseniz, kendim doldurmayı tercih ederim.”

“Peki beyefendi, afiyet olsun.”

Kadehimi dolduruyorum. Ardından ellerimi birbirine sürüyorum. Avuç içlerimi birbirine değdirmek beni rahatlatıyor. Ne zaman gerilsem, sıkılsam bu hareketi yapıyorum. Ardından ellerimi bırakacak bir yer arıyorum. Masaya mı koymalı, kucağımda mı tutmalı yoksa boşlukta serbest mi bırakmalı?

Saatlerce aynı masada oturduğunuzda ve diğer masalardaki insanlar değiştiğinde size de bir rahatlık geliyor mu?

Bende öyle oluyor. Mekanın en eskisi olduğumda sanki bir dokunulmazlığım varmış gibi hissediyorum. Bu çok farklı bir his. Bir an bu hissi anlatmayı düşündüm ama sanırım şu an hiç de uygun bir zaman değil. Belki başka bir gün bundan bahsedebilir, uzun uzun konuşabiliriz ancak şu an değil. Şu an konumuz çok farklı.

Yaklaşık üç saattir bu masadayım ve tahminen bunun son bir buçuk saatinde yalnız başıma oturuyorum. Bir de ilk yarım saati yine yalnız başıma geçirdiğimi söylemeliyim. Geç kalmayı pek sevmediğimden neredeyse tüm buluşmalara, toplantılara yarım saat kadar erken giderim. Karşımdaki de benim gibi yapmışsa ne alâ; birlikte geçireceğimiz fazladan bir yarım saatimiz olur. Bu her zaman iyi bir şey değildir fakat kötü olduğu da söylenemez. Bu sürede karşınızdaki insanla uyuşamadıysanız, sonraki saatlerinizi heba etmemiş olursunuz.

Gelelim benim neden burada tek başıma oturuyor oluşuma. Cumartesi günü bir arkadaşımla sohbet ederken, benim gibi yalnız yaşayan bir arkadaşından söz açtı ve bizim mutlaka tanışmamızı söyledi. Çok değer verdiğim bir arkadaşım olduğu ve uzun zamandır bir kız arkadaşım olmadığı için onun bu önerisi bana mantıklı geldi. Perşembe günü, yani bugün için bize bir buluşma ayarlayacağını söyledi. Ona kadının bundan haberdar olup olmadığını sorduğumda, merak etmememi, durumun onun kontrolünde olduğunu söyledi.

“Yani haberi var, değil mi?”

“Elbette var. Geçen hafta rakı içiyorduk. Orada muhabbet açıldı. Bir fotoğrafımız varmış ve seni orada görünce bana sordu, ben de bir buluşma ayarlayabileceğimi söyledim ona.”

“Beni mi beğenmiş yani? İnsanlar beni pek beğenmez çünkü. Sen bir öneride bulunmadığına emin misin?”

“Evet evet, kendisi sordu. Gerçekten! Hem senin neyin varmış da insanlar beğenmiyormuş seni? Hangi insanlarmış onlar?”

“Mesela yani. Öyle spesifik bir durum yok. Genelleme yapıyorum.”

“Tamam o zaman.”

“Bir şey daha sorabilir miyim?”

“Sor?”

“Benim bir buluşma teklifini kabul edip etmeyeceğimi nereden çıkardın?”

“Aslında bir fikrim yoktu, zaten ona da bir buluşma garantisi vermedim.”

“Sevindim buna. Öyle olsa kendimi kötü hissederdim.”

“Neden?”

“Bilmem, net bir açıklaması yok bunun. Sadece bazen insan anlatamayacağı şeylerde kendini kötü hissedebiliyor.”

Arkadaşım gün sonunda birbirimizden ayrılırken bana buluşacağım kadının telefon numarasını verdi. Buluşma için de kendisinin ona haber vereceğini söyledi. Bir buluşma ayarlamayalı hayli zaman olduğu için buna da sevindim. Bir şeyi uzun zaman yapmamanız, o şeyi artık yapamayacağınız anlamına gelmez ancak insan yine de kendine kuşkuyla yaklaşır.

Eve döndüğümde koltuğa uzanmış televizyon izlerken, buluşacağım kadına bir mesaj atmak istedim.

“Selam, ben Hakan” yazıp gönderdim. Birkaç dakika sonra ise “Ebru’nun arkadaşı” diye ekledim. Bu ifadeyi yazmasam bana karşılık vermeyeceğinden korktum. Yaklaşık on beş dakika sonra “Aaaa, nasılsın?” diye bir karşılık geldi. Kısa bir süre randevu konusunu konuştuk. O akşam daha fazla yazışmadık.

İlk konuşma ile insan açılıyor sanırım. Sonraki günler bize bir rahatlık geldi. Giderek daha samimi sohbetler ediyorduk. O zaman buluşma adına umutlanmıştım. Şimdiden bu kadar keyif alıyor, heyecanlanıyorsam demek ki… Bu buluşma bana iyi gelecekti. İlla bir ilişki başlaması gerekmiyordu, sadece yeni bir arkadaş fikri bile iyi hissettiriyordu.

Son akşam, yani dün gece son kez mesajlaştık ve bana çok heyecanlı olduğunu yazdı. Ben de aynı şekilde karşılık verdim, o kadar.

Bugün öğlen hazırlanıp evden çıktım ve buluşacağımız mekana geldim. Mekanı ortak arkadaşımız Ebru ayarladı ve benim kendimi rahat hissetmem için sürekli geldiğim bu mekanın en uygun seçim olacağını söyledi. Buluşmaya erken geldiğim ve vakit geçirmem gerektiği için bir fincan kahve istedim ve birkaç sigara içtim. Aynı zamanda oyalanmak adına telefonumdan bazı mesajları, resimleri, uygulamaları sildim. Sonunda beklediğim kadın geldi.

Masayı rezerve ettiğimiz için beni bulması zor olmadı. Buna rağmen yüzünde garip, anlam veremediğim bir ifade vardı. Bunu görebiliyordum ancak bir anlam yükleyemiyordum. Gülümser gibiydi ancak bir yandan da alay eder gibi bakıyordu. Nasılsınlar, iyiyimler, Ebru’yu nereden tanıyorsunlar… Mesajlaşmalarımızdaki samimiyetten uzaktık ancak bir şekilde konuşuyorduk ve buluşma ne iyi ne de kötü diyebileceğim bir ortalamada devam ediyordu. Diğer taraftan o ifadesi artık iyice aklımı kurcalamaya başlamıştı.

“Bir sorun mu var?”

“Anlamadım, ne gibi?”

“Nasıl söylesem? Yüzündeki ifadeye bir anlam veremedim ve sanırım bu beni biraz rahatsız etti.”

“Yooo, hayır. Bir sorun yok.”

“Emin misin? Gerçekten bir sorun varsa anlayışla karşılarım.”

“Gerçekten, iyiyim.”

“Peki. Yine de canını sıkan bir durum varsa benimle paylaşabilirsin.”

“Aslında…”

“Evet?”

“Aslında, bir yanlış anlaşılma var sanırım.”

“Ne gibi?”

“Bu yanlış bir buluşma oldu sanırım.”

“Nasıl yani?”

“Kusura bakma ama benim tanışmak istediğim kişi sen değildin.”

“Nasıl? Yani… Ben kimim? Pek anlamadım sanırım. Biraz daha açar mısın?”

“Şöyle ki, benim baktığım fotoğrafta sen yoktun sanırım. Başka birini sormuştum ben.”

“Ama Ebru beni sorduğunu söyledi bana.”

“Görüyorum ki yanlış anlamış beni.”

“Ne söylesem şimdi bilemedim ki?”

“Seni de hatırlıyorum ama sen bir önceki fotoğrafta vardın. Ebru ile kadehlerinizi tokuşturmuştunuz, sen bir elinle zafer işareti yapmışsın… Hatırladın mı, o fotoğraf işte.”

“Evet hatırladım ama anlayamadım.”

“Ben hemen ondan sonraki toplu fotoğrafta Ebru’nun yanında oturan çocuğu beğenmiştim.”

“Hâlâ anlayamadım desem?”

“Ebru’ya tarif ettim ancak o yanlış anladı sanırım.”

“Hmm. Anladım, sanırım öyle oldu.”

“Kusura bakma…”

“Yok, önemli değil.”

“Ne yapalım peki?”

“Bilmem, istersen kalkabilirsin?”

“Gerçekten mi? Teşekkür ederim. O zaman yanlış anlamazsan ben kalkayım en iyisi.”

“Tabii, ben yanlış anlamam.”

“Kızdın mı?”

“Hayır, sadece biraz şaşırdım o kadar. Belki birazdan daha fazla ama o kadar işte.”

Sonra kalktı ve gitti. Yanlış anlamadım. Ebru’yu da aramadım.

Muhtemelen o aramıştır, ben mahcup etmek istemedim. Sonra da bunun üstüne düşünmedim. Masaya söylediğimiz şarap güzeldi, ben de içmeye devam ettim. Tam o sırada Tomatito gitarını konuştururken, Camaron de la Isla söze girdi; “Voy a perderme contigo, en la espesura del cielo…”

Hakan Özbek

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

7 YORUMLAR

  • Yanıtla Beril Erem 1 Ekim 2020 at 22:37

    Hakan, her zaman yorum yazacak vakit bulamıyorum ama çok beğeniyorum öykülerini.
     
    Ancak bu öykünde biraz daha uzun vakit geçirdim, sırf Lagrimas Negras’ın bütün versiyonlarını dinlemek için. Saat biraz daha geç olsaydı bir kadeh kırmızı şarap da eşlik ederdi keyfime ama yine de harika bir deneyim oldu benim için. Kendi çalma listesi olan kitaplar vardı eskiden, iç kapağına CD koyarlardı. Bu öyküde öyle bir şey olmuş.
     
    Kalemine sağlık.

    • Yanıtla Hakan Özbek 2 Ekim 2020 at 12:57

      Çok teşekkür ederim Beril, sevindim 🙂

  • Yanıtla Demet Uncu 2 Ekim 2020 at 13:21

    Tebrik ederim Hakan, okudukça yazdıkların aktı da aktı. Gözümde canlandı oturduğun masa, etrafındakiler, şarap, hanımefendi…
     
    Kalemine sağlık.

    • Yanıtla Hakan Özbek 2 Ekim 2020 at 18:00

      Çok teşekkür ederim Demet ✌️

  • Yanıtla Didem Çelebi Özkan 2 Ekim 2020 at 19:39

    Ne kaba kadınmış ya… İç bir iki kadeh, biraz sohbet et, sonra git. Fotoğrafta beğendiği çocuk değilmiş, sanki karşısındaki manavın mosralık tezgahında portakal, bunu beğenmedim, diğerini istiyorum diyor. Ayy sinir oldum kadına, adama da çok üzüldüm. O pek kaale almadı ama ben onun yerine de sinirlendim 😁
     
    Hakan gerçekten, her iki haftada bir perşembe “Acaba bugün ne yazmış?” diye açıyorum köşeni. Aklına, yaratıcılığına, üslubuna sağlık 👏🏻

    • Yanıtla Hakan Özbek 2 Ekim 2020 at 20:30

      Böyle güzel geri dönüşler almak çok değerli. 🙏
      Teşekkür ederim Didem ✌️

  • Yanıtla Burak Süalp 8 Ekim 2020 at 18:57

    Sevgili Hakan, karakterin gözlemlerine de, tespitlerine de bayıldım. O ortamı yaşadım resmen.
     
    Baş editörümüzün yorumuna da çok güldüm. Kadına sinirlenmiş gerçekten 😁
     
    Ben başka bir şey düşündüm. Sanırım erkek karakterimiz de kadına pek bayılmadı. Yoksa “ne oldu, ne oldu?” diye kadının üzerine gideceğine bir şekilde kadını etkilemeye çalışırdı herhalde.
     
    Çok keyifli bir öyküydü. Kalemine sağlık arkadaşım!

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan