Yazılı Metin

Zahir Hayatım | Nazmiye

14 Kasım 2023

Öykü: Zahir Hayatım | Nazmiye | Yazan: Metin Çoban

 

İndeks

Zahir Hayatım | Cevat | Bölüm 1
Zahir Hayatım | Nazmiye | Bölüm 2

 

Yıl 2018

“Ceyda neredesin?” diye seslendi Nazmiye.

Odasından cevap veren Ceyda’ya “İstanbul’a gitmeden önce Facebook ve Instagram hesaplarımı açacaktın, unuttun mu? Ben anlamıyorum bu işlerden. Nerede yemek yediğini; kiminle, nereye gittiğini oralardan görürüm en azından” diyerek yüksek sesle konuşmaya devam etti Nazmiye.

“Tamam anne. Valizi kapatıyorum, gelirim birazdan. Hallederiz hepsini, merak etme sen.”

Nazmiye içeriden seslenmeye devam etti:

“İyi ki bu masaüstü bilgisayarı bırakıyorsun bana, akşamları yazışırız seninle.”

“Yazışmaya gerek yok tatlım, görüntülü de konuşuruz. Neydi senin mail adresin?” diye sorarken Ceyda annesinin yanına gelmişti bile.

“Hımmm mail adresim… Okulunkini mi kullanacağız?”

“Yok Nazmoşum, açmıştık ya sana başka bir hesap. Nazmos@hotmail miydi, Gmail miydi, hangisiydi hatırlayamıyorum şimdi ama açmıştık hatırlıyorum bir hesap.”

“Haaa evet” diye onayladı kızını Nazmiye ve ekledi “Gmail’dendi, hatırladım. Şifresi de Ceyda1999’du hatta.”

“Anneeee” diye ünledi Ceyda, “Bu oldukça tahmin edilebilir bir şifre. Değiştir lütfen” dedikten sonra “Bak sonra herkes okur maillerini” diye ufak bir endişe tohumu ekti kadının aklına ki değişim işlemi gerçekleşsin.

Nazmiye “Değiştirmem asla” diye karşı çıktı. “Meleğimi ilk gördüğüm gün, milenyum kızım benim. 1 saat geç doğsaydın adını Milenyum koyacaktım” diye takılmayı da ihmâl etmedi kızına Nazmiye.

“İlahi anne ya, yüzyılı devirmiş kızın var, 2 asırda da yaşadı” dedikten sonra annesinin telefonunu eline alıp hesapları açma işine koyuldu. Bir süre sonra “Eeee hadi söyle yakışıklıları, ekleyelim sosyal medya hesaplarına her birini.”

“Yakışıklı mı kaldı bu yaşta kızım? Baban vardı rahmetli, eskilerde de Cevat vardı” dedikten sonra kadının yüzüne muzip bir gülümseme yerleşti ve devam etti: “Bak o gerçekten çok yakışıklıydı, Martin Hewitt’ten bile yakışıklıydı” dedi.

Ceyda şaşırmıştı. “O kim ya Nazmoş? Hiç duymadım adını” diye merakla sordu annesine.

“Ahh Ceyda ahh…” deyip iç çektikten sonra başladı anlatmaya Nazmiye:

“1980 darbesi olduğunda ben 15 yaşındaydım. Darbe öncesi ülke karışıktı; sağcıydı, solcuydu herkes birbirini öldürüyordu. Annem ve babam Belçika’da yıllarca çalıştılar, babam Liege’de maden ocaklarında yıllarca kömür için çalıştı, annem hastanelerde hasta bakıcılığı yaptı. Babam maden ocağında çalıştığı için 5 yıl erken emekli oldu. Bu oturduğumuz evi yaptırdı, 3 kat olarak. Biri kendileri için, biri Sami dayın için, Allah rahmet eylesin sen görmedin onu, 1986 Çernobil faciasında bu bölgede birçok insan kanser yüzünden öldü. Kazım Koyuncu, dayın Sami ve onun birçok arkadaşı… Babam dayından bir sene sonra annem ise sen doğmadan birkaç ay önce öldü. Bana kalacak olan bir kat yerine şimdi bu üç katlı bina bana ve sana kaldı anlayacağın” dedi hüzünle. Ceyda uzanıp annesinin elini tuttu.

Nazmiye üzücü anılardan sıyrılıp anlatmaya devam etti:

1980 darbesinin ardından ortamın düzeldiği haberi gelince hepimiz temelli dönmüştük. Dayın ve ben Türkçeyi iyi bilmiyoruz diye ders bile aldık. Liseye kayıt yaptırdık sonunda. İlk gün yaşadıklarım hâlâ gözümün önünde. Sınıfa girince herkes bana tuhaf tuhaf bakmaya başlamıştı. Duyuyordum; ‘Alamancı bu kız. Amma uzunmuş ha’ diye fısıldaşıyorlardı.

Herkesin yanında biri vardı, oturacak yer arıyordum, en arka sırada bir oğlan tek başına oturuyordu. Bana bakmıyor, camdan dışarı seyrediyordu. Sıranın yanına gittim ve ‘Yanın boş mu, oturabilir miyim’ diye sordum. Bana dönüp gülümsedi.

‘Tabii ki oturabilirsin’ dedikten sonra endişeyle devam etti: ‘Tabii senin için de bir sakıncası yoksa. Bende sedef hastalığı var da. Kimse oturmaz bu yüzden yanıma.’

Yüzüm kızardı, hemen çantamı sıranın altına attım, oğlanın yanına oturdum. Elimi uzattım ve kırık Türkçemle “Ben Nazmiye, Belçika’dan buraya geldim, seninle tanış olduğuma memnunum. Sedef insana bulaşmaz, ben biliyorum, korkmuyorum. Belçika’da arkadaşım var Michelle, onun da var sedef, hem de yüzünde. Senin sadece ellerinde gördüğüm kadar. Merak etme ben ve sen artık arkadaş’ dedim.

Gülümsedi. O öyle gülümseyince içimde birden tuhaf bir kıpırtı oldu. Hem huzur dolmuştum hem de midemde telaşlı kelebekler kanat çırpıyordu. Karşımda inci gibi dişleriyle gülümseyen bu oğlan o yaşıma kadar gördüğüm en yakışıklı delikanlıydı. Adını söylediğinde bu ismi ömrümün sonuna kadar unutmayacağımı biliyordum: Cevat.

Birkaç ay sonra Cevat ve ben iyice samimi olmuştuk. Bu bölgenin en köklü ailelerindendi, bizimkiler de ailesini tanıyordu. Bu yüzden de evimize girip çıkmasına kimse bir şey demiyordu.

1981 yılında Atatürk’ün doğumunun 100. yılı diye Ankara’ya Anıtkabir’e gezi düzenlenmişti. 2 gün sürecekti. 1 gece Ankara’da otelde kalacaktık. İkimiz de kaydolmuştuk geziye” dedikten sonra Nazmiye yeniden anılara daldı.

Ceyda’nın “Eee n’oldu gezide?” sorusuyla yeniden kendi zamanına dönen Nazmiye devam etti anlatmaya:

“Anıtkabir ziyaretini yaptıktan sonra Kızılay’da bir sinemaya gittik. Brooke Shields ve Martin Hewitt’in başrolünü oynadığı ‘Endless Love’ diye bir film oynuyordu. Nedense filmin adını ‘Affedilmeyenler’ diye çevirmişlerdi” diye konudan sapınca Ceyda araya girdi “Anne boşver şimdi filmin başlığının yanlış tercümesini. Sinemada n’oldu onu anlat.”

Ceyda’nın heyecanı Nazmiye’yi gülümsetti. İlk kez kızıyla böylesine özel bir anı paylaşıyordu. Olduğu gibi anlatmaya karar verdi:

“Neyse işte biz de o filme girdik. Cevat ve ben sıranın en ucundaki son iki koltuğa oturduk, diğerleri yanımıza geçti. Film başladı, Brooke Shields çıkınca erkekler bir iç geçiriyor, Martin Hewitt çıkınca biz kızlar derin bir nefes alıyorduk. İnanılmaz bir aşk hikâyesiydi, hepimiz büyülenmiştik. Benim elimde mısır patlağı vardı, arada Cevat’ın ağzına atıyordum. Cevat bir süre sonra kolunu omuzumun üzerinden geçirdi, eli göğsümün üzerine düştü” dedikten sonra Nazmiye utanarak sustu.

“Anneee…” diye çıkıştı Ceyda. “Devam et lütfen.”

Nazmiye derin bir cesaret nefesi çektikten sonra konuşmaya başladı yeniden:

“Çok heyecanlanmıştım. Cevat’ın sonunda ilk adımı atacak yürekliliği göstermesinde karanlık sinema salonunun etkili olduğunu düşünmüştüm. Aslında ikimiz de birbirimize aşıktık ama bir türlü birbirimize açılamıyorduk. Cevat elini omzuma atmıştı atmasına da eli aslında havada duruyor çok da göğsüme bırakmaya cesaret edemiyor gibiydi. Baktım daha ileri gidemeyecek, oturma şeklimi değiştirdim, havadaki elinin göğsüme değecek şekilde konum aldım.”

“Ayy anne ne diyorsun, az değilmişsin Nazmoş sen de” derken Ceyda gülüyordu. Kızının rahatsız olmadığını anlayınca Nazmiye anlatmaya devam etti:

“Meleğim, bakma bizim nesil serbest aşk devrimini görmüş, hippi akımını yaşamış olsa da bizimki gibi köylük yerlerde halen eski kurallar geçerliydi: ‘Evlenmeden asla olmaz!’ Ufacık temas yaşamak için bile söz, nişan falan olması lazımdı önce. Ben farklıydım tabii, bambaşka bir kültürde büyümüştüm. Okulda erkek yanına oturan birkaç kızdan biriydim. Düşüne biliyor musun; aileler kızlarının yanına erkek oturtulmasına bile izin vermezdi.”

Ceyda annesinin konuyu değiştirmeye çalıştığını fark etmişti, bir kez daha araya girdi:

“Eee Cevat’ın eli sonunda göğsüne değdi. Orada öyle uslu sulu durdu mu?” diye sordu yaramaz bir çocuk merakıyla. Paylaştıkları anın güzelliği ile Nazmiye bir kez daha derin bir nefes aldı ve dürüstçe anlatmaya devam etti:

“Zaman kış, yer Ankara. Boğazlı kalın bir kazak giymiştim, üstelik içimde kalın bir triko kazak daha var, en önemlisi kalın süngerli sütyen var. Garibim Cevat’ın ya da benim bir şey hissetmem için çocuğun kazı yapması lazım. O da kibar oğlan; sıkmak, avuçlamak yerine işaret parmağını kazağımın üzerinde dolaştırıp duruyor ama baskı yapmıyor. baktım böyle olmayacak elimdeki mısır patlağını koltuğun kenarına sıkıştırdım, elimle sütyenimin düğmesini açtım. Ama sonuç daha kötü oldu. Sütyen boşta olunca ben elini hiç hissedemez oldum. Gençlik hormonlarımı kontrolü ele almış, aklım devreden çekilmişti. Neredeysee ‘Sok elini kazağımın içine’ diyecektim ki Cevat düştüğümüz bu saçma durumdan utanmış olacak ki elini omuzumdan yekten çekti.”

Ceyda “Yaaa…” diye hayal kırıklığına uğramış bir nida salıverince Nazmiye gülümseyerek devam etti.

“Annen o kadar kolay pes eden biri gibi gözüküyor sana?” diye sordu. Ceyda’nın yüzüne yeniden bir gülümseme yerleştiğini görünce devam etti anlatmaya:

“Kontrolü ben devralacaktım, uzanıp elini tuttum. Parmaklarımız iç içe geçti. Kısa bir süre sonra ellerimizi kasıklarına doğru yönlendirdim. Biraz önce yaşananlar Cevat’ın pantolonunun içinde etkisini göstermişti. Kendi elim altta kalacak şekilde ellerimizi kabarıklığın üzerine yerleştirdim. Bu sefer ben parmaklarımın tersiyle bir şeyler yapmaya çalıştım ama benim de ne yaptığım hakkında çok da fikrim yoktu. Her şey o kadar içgüdüseldi ki… Bu esnada filmin ilk yarısı bitti, ışıklar yandı. Tahmin edersin ki filmde olanlar hakkında hiçbir fikrim yoktu. Yıllarca o filmi tekrar izlemek istedim ama hiçbir yerde rastlamadım. Halen tam ne oldu bilmiyorum. Otele döndüğümüzde kapıda benim anlımdan öptü, ‘Biz konuşuyoruz artık, değil mi?’ diye sordu.”

“Ne konuşması Nazmoş, o ne demek?”

“Ya kızım siz şimdi “Çıkıyoruz“ diyorsunuz ya onun gibi. Çıkmak ne demek ayrıca. Sanki o çok mantıklı. Hele şimdi bir dalga daha çıktı ‘Date yemeği’. O ne ya? Tarih yemeği mi? Neyse işte bizim zamanımızda da bir erkek ve bir kadın ilişkileri başlayınca “konuşuyor” olurlardı. Flört ediyorlar, birbirlerini tanıyorlar aşamasıydı bu. İşte ben ve Cevat ‘konuşuyorduk’.”

“Hımm anladım. Devam et lütfen, sonra nasıl gelişti ilişkiniz?” diye sordu Ceyda.

“O yaz çok ilginç bir şey oldu. Cevat’ın dayısının oğlu Ömer geldi Bulancak’a. 1.85-1.90 boylarında, sarı saçlı, yeşil gözlü bir çocuk, gerçekten çok yakışıklıydı. Ailece güzellerdi anlayacağın. Tahmin edersin ki mahalledeki tüm kızlar Cevat’a gelip ‘Tanıştırsana bizi kuzeninle. Kuzeninin konuştuğu biri var mı, sorsana’ diyorlardı. Cevat hem gülüyor ama sanki bir yandan da biraz kıskanıyordu.

Ömer, gerçekten bizden farklıydı. 1980 darbesinde 3 ay hapis yatmış, işkence görmüş, ancak hem 18 yaşının altında olması hem de silahlı eylemde bulunmadığı için ilk duruşmada serbest bırakılmıştı. Bu süre içerisinde yediği dayaklar yüzünden sağ kaşında yarılma olmuş, büyük bir dikiş izi vardı ama o iz ona o kadar yakışıyordu ki insanın ‘İyi ki dövmüşler’ diyesi geliyordu.”

“Yok artık anne yaa, sizin nesil de bir tuhafmış” dedi Ceyda.

Nazmiye kızının yorumunu duymamışçasına anlatmaya devam etti:

“Bir cumartesi günü hepimiz, deniz kenarındaki bir kafede oturuyorduk. Elinde sarı renkli bir kitap ile Ömer çıkageldi. Herkes bizim masaya toplandı tabii anında. Cevat tek tek herkesi tanıştırdı Ömer’le.

O zamanlar çay bahçelerinde bira satılıyordu, şimdiki gibi değildi. Ömer bira isteyince herkes bira istedi. Çay bardakları, oralet bardakları boş masalara taşındı. Artık bira içiliyordu. Bu devrim sayılırdı.

Kitabını masanın üzerine bırakmıştı. Üst kısmında L’Existentialisme Est Un Humenisme, Jean-Paul Sartre yazıyordu. Birden ağzımdan ‘Varoluşçuluk bir hümanizmdir’ diye çıkınca Ömer gülümseyerek, ‘Cevat’ın sevgilisi Fransızca biliyormuş, bravo valla’ dedi. Herkes bıyık altından güldü. Cevat ise rahat ve kendinden emin gözüküyordu. Ben ne diyeceğimi şaşırmıştım, Cevat bana hiç ‘sevgilim’ dememişti, bundan sonra öyle demek zorundaydı. Yani en azından ben öyle düşünmüştüm.

Ömer; ‘Cevat’ın sevgilisi, Belçika’da eğitim almıştı, unuttum birden. Bir de adını unuttum, kusura bakma, kafama çok vurdular, hatırlayamıyorum bazı şeyleri’ dedi gülerek ve kitabı göstererek devem etti: ‘Bu Sartre’ın en önemli kitaplarından. Ben kitabın mahsus Fransızcasını taşıyorum çünkü Türkçesini jandarma, polis elimde görse ‘Vayy ateist, sen varoluşçu musun?’ , ‘Vayy komonist, sen hümanist misin?’ der içeri atarlar’ diye açıkladı.

‘Adım Nazmiye. Şiirle, nazımla ilgili demek. En azından Nazım’ın dişili ondan unutmazsın, bir daha unutma Ömer efendi’ diyerek gülümsedim.

Ömer işaret parmağı ve orta parmağını tabanca namlusu gibi yaptı, şakağına dayadı, vurulmuş taklidi yaptı. Herkesin sevgisini kazanmıştı. Ta ki biraz sonra anlatacaklarına kadar.

Ömer; ‘Arkadaşlar hepiniz, kader yazısı, fıtratında olmak diye bir şey duymuşsunuzdur. Belki hepiniz tanrının her şeyi bilmesinden dolayı, hayatımız ile ilgili her şeyin belli olduğunu, zaten yazılı olduğunu, başımıza gelecek her şeyin, zaten belli ve bunun kişinin kaderi olarak yazıldığını düşünüyor ve inanıyorsunuz.

Jean-Paul Sartre gibi filozoflar ve ben bunun böyle olmadığını düşünüyor ve inanıyoruz. Sartre varoluşçuluk felsefesinin kaynağını 17. yüzyılı gösterse de en yaygın ve nesnel hali kendi fikirlerinde oluşur. Sevgilisi olarak veya en uzun yıllar arkadaşı olarak Simone de Beauvoir en büyük destekçisi olmuştur. Martin Heidegger, Karl Marx gibi düşünürlerin etkisinde kalan Sartre her zaman sıkı bir solcu olmuştur. Yıllarca Sovyetler Birliği‘ne seyahatler düzenlemiştir. Che Guavera ile bir araya gelmiştir. Ama yeri geldiğinde Sovyetler Birliği sistemini de eleştirmiş, ilk zamanındaki özellikleri taşımadığı için uyguladıkları sosyalizmi eleştirmiştir.’

Masada Cevat’ın sağında oturan Oktay dindar bir çocuktu, fıtrat ve kader laflarına içerlemiş olacak ki ‘Ya Ömer arkadaş, senin bu Sartre amcan, ne demiş bu kader ve fıtrat için de bakalım hele’ dedi.

Ömer gerginliği anladığı halde, Oktay’a doğru eğilerek;

‘Varlık, özden önce gelir, diyor benim Sartre amcam. Yani siz şimdi anlamayacaksınız ama insanı tanrı manrı yaratmıyor, zaten öyle bir varlık da yok. Nietzsche dememiş miydi; tanrı öldü diye, aslında onun da anlatmak istediği, bilinen o dinsel inanç sona erdi, inanmayın artık eski safsatalara, balçıktan Adem’i yarattım, iye kemiğinden Havva’yı üfledim, canlandı falan… Aslında bakın burada bile ispatı var, önce nesne yaratılıyor, sonra özü.’

Oktay’ın suratında damarlar daha belirgin hale gelmişti, patlamak üzereydi. ‘Kardeşim işte olayı sen de itiraf ettin, Allah (cc) önce nesneyi yaratıyor, ruhunu sonra veriyor. Demek ki senin Sartre amcan, kendi götünden fikir yaratmış’ dedi öfkeyle.

Ömer de sinirden kızarmıştı ama geri çekilmeyecekti.

‘Ya konuşmamın başından beri anlatıyorum, kader tüm dinlerde var: Allah her şeyi bilir, sen ona göre yaşarsın. Ben de diyorum ki insan önce nesne olarak var olur ama nasıl bir insan olacağı daha sonra meydana gelir. Yoksa Allah her insanı aynı modda yaratır hiç sorun olmazdı. Herkes iyi insan olurdu ama dünya öyle mi? Ne kadar iyi insan, özgür insan varsa ondan katbekat kötü insan ve köle insan var.

Bir çakı yapmak için malzeme bellidir, keskin bir metal ve onu tutacak bir sap, çakı tek başına bir şey yapamaz, mutlaka onu harekete geçirecek bir eylem gerekir ama insan öyle değildir, önce var olur, özü sonradan gelişir. Kendisi özgürdür, dilediği gibi yaşmakta serbesttir. Nesne ile varlığı ayıracaksın. Taş da bir varlık…’ diye devam ediyordu ki Oktay oturduğu yerde hareketlendi, iyice sinirlendiği belliydi.

Elinde birden beliren sustalı bir bıçakla Ömer’in üzerinde yürüdü.

‘Şimdi çakı neden yaratılmış göstereceğim ibne ateist’ diyerek bıçağı salladı. Ömer korunmak üzere kolunu yüzüne doğru çekti, bıçak dirseğinin altından bileğine kadar kolunu kesti. Cevat herkes şaşkınlık içindeyken oturduğu sandalyeyle Oktay’ın bıçağı tuttuğu eline vurdu. Oktay elini karnına doğru çekti, acı içinde bağırıyordu. Ömer, Oktay’a saldırmak niyetinde değildi. Yere düşen sustalı bıçağı aldı, denize doğru fırlattı. Kızlar masalardan uzaklaşmıştı, erkekler bir taraftan Oktay’ı diğer taraftan Cevat’ı tutuyordu ama kimse Ömer’e dokunmuyordu.

Ömer bu olaydan 2 gün sonra İstanbul’a ailesinin yanına döndü. Oktay hakkında herhangi bir suçlamada bulunmadı. Oktay’ın baş parmağı ve tarak kemiklerinde birkaç kırık vardı. O da Ömer hakkında hiçbir yerde bir daha konuşmadı. Fakat bu yaşananlar aramızda bir takım kopuşlara neden oldu. Artık aramızda siyasi ayrılıklar vardı. Ben Cevat ile birlikte Ömer’in akrabası sayıldığımdan Marksist solcu, ateist oldum. Yani onların gözünde öyleydik en azından. Onlar ise devletini, milletini, dinini seven insanlar oldular. Halen de durum aynı, sokağa bakınca görüyorsun kızım. O yüzden buradan gidip kurtulduğuna seviniyorum.”

“Ahhh anne, neler yaşamışsın sen ya. Varoluşçuluk, hiçlik, felsefe üstüne felsefe. Yazalım hadi seni şu Olimpos dağında yaşayan Yunan Tanrılarının yanına.”

“Dalga geçme kızım; biz kim, Yunan tanrıları kim.”
 


Yıl 2023

10 yıldır edebiyat öğretmeni, 5 yıldır da okul müdürü olduğum Bulancak Anadolu Lisesi’nin bahçesinde cumhuriyetin 100. yıl kutlamaları için öğrencilerin provalarını izliyorum. Ilık bir Karadeniz günü; güneşli ve nadiren çalkantısız görülen bir Karadeniz ufka kadar uzanıyor. Halbuki marşlarda söylenirdi “Çırpınırdı Karadeniz bakıp Türk’ün bayrağına” diye. Karadeniz bile sönük karşılıyor ülkenin cumhuriyetinin 100. yılını, diye düşünüyorum.

Ülke her gün daha kötü günlere gidiyor; hem ekonomik hem sosyal yönden çöküntü içindeyiz. Demokratik hiçbir gelişme yok. Tersine, hukuk iktidarın maşası olmuş, istediği fikir adamını, siyasi lideri, gazeteciyi, dünyanın gözüne soka soka içeride tutuyor, diye kara kara düşünmeye devam ediyorum.

Yıllardır Bulancak’ta olduğum halde çocukluğumdan kalma birkaç arkadaşım var sadece. Yalnız onlarla görüşüyorum. Nihal hem o dostlarımdan biri hem de okul aile birliği başkanı.

Biraz laflayalım diye yanıma geliyor. Onunla da Cumhuriyet Bayramı kutlamalarındaki ruhsuzlu konuşuyoruz. Fener alayı falan mı düzenlesek ki diye fikir teatisinde bulunuyoruz. Bulancak’ta gerçi bugüne kadar hiç fener alayı yapılmamıştı. Üstelik Gazze’de çatışmalar artmıştı. Coşkulu kutlamalara vali ne der, idare ne der, diye kaygımızı paylaşıyoruz birbirimizle. Oysaki bu ülke bizim, 100. yıl büyük onur, hiçbir şeyin gölgesinde kalmamalı, öyle değil mi?..

Ülkenin Karadeniz bölgesi tarafında gittikçe bir Araplaşma, bir gerileme göründüğünden bahsediyoruz şimdi de. 1980 darbesi öncesinde bu bölge aydın insanların yaşadığı, fikirlerin açıkça tartışıldığı yerdi, diye iç geçiriyoruz.

Nihal sonunda bunca karamsarlıktan bunalmış olacak ki konuyu değiştiriyor: “Ceyda nasıl? İstanbul’a alışabildi mi?” diye soruyor.

“İyi vallahi, arada Instagram ve Facebook’tan gittiği yerleri, yediği yemekleri görüyorum. Mutlu gözüküyor. Patronlarından Asuman Hanım, Ceyda’yı kardeşiymiş gibi koruyor, kolluyor.”

“Var mı peki ufukta damat adayı?” diye takılıyor Nihal.

“Yok Nihalciğim, bizim kız, önce kariyer, diyor. Bir ara bakarmış o işlere, bence de doğru yapar” diye ekliyorum fikrimi.

“Niye öyle diyorsun?” diye soruyor Nihal “Bak sen hem kariyer yaptın, hem de çocuk.”

“Bizimki başkaydı” diyorum, “Biraz o çağın gereğiydi. Ben aslında evlenmek niyetinde bile değildim. İbrahim üniversiteyi bitirince, Artvin’e tayin oldu. Orada fazla gezip görecek yer de yok. ‘Gel evlenelim’ dedi. Eee hadi bari bu işi de ortadan kaldırayım dedim, evlendik” diye anlatırken aklım o yıllara gidiyor.

“Bak ne anlatacağım sana” diye söze başlıyorum. Arkadaşım gülümseyerek dikkatini bana veriyor.

“Bir gün okula İstanbul’dan bir aile geldi, ailenin reisi aslen Artvinliymiş. Okulda eksik var mı diye sormak için uğramış, yardımcı olmak istiyormuş. Müdür beni çağırdı yanına, tanıştırdı beyefendi ile. Elimde mitoloji ve felsefe kitapları vardı, sehpanın üzerine bıraktım.

İsminin Nizamettin olduğunu öğrendiğim beyefendi bana dönüp ilgiyle “Felsefe hocası mısınız?” diye sordu. Edebiyat öğretmeni olduğumu ama eskiden beri felsefeye ilgi duyduğumu söyledim. Bana iki kızı olduğunu anlatmaya başladı, adlarını hâlâ hatırlıyorum; Didem ve Sinem. Didem meraklıymış felsefeye, zaten eğitimini felsefe üzerine yapmış. Deli dolu bir kadın olmuş ama ayağı yere sağlam basıyormuş. Kızlarından bahsederken gözleri parlıyordu Nizamettin beyin. Küçük de işletme okuyormuş, ‘İlerde benim işleri devralacak küçük olan’ diye anlattı. Son olarak ‘Şartlar size ne söylüyorsa değil, siz ne yapmak istiyorsanız onu yapın. Şartların sizi zorladığı şey sizin istediğiniz şey değildir’ dedi.

Ne kadar haklıydı, bu ülkede insanlar aynen benim gibi yapıyor, şartlar neye zorluyorsa o şartların çerçevesinde hareket ediyoruz, kabulleniyoruz, kader bu deyip razı oluyoruz o kadere. Halbuki taa eski zamanlarda Ömer demişti: Kader diye bir şey yok, fıtrat diye bir şey yok.”

Ben hararetle anlatırken masanın üzerinde duran telefonuma bildirim geliyor. Facebook’un F işareti var ekranda. “Cevat Çapan size arkadaşlık isteği gönderdi” yazıyor. Kalbim… Böyle atmayalı ne kadar oldu kim bilir. Ben telefona şaşkınlıkla bakmaya devam ederken telefonum çalmaya başlıyor, bilmediğim bir numara ama ben biliyorum arayanın kim olduğunu, hissediyorum. Kimsiniz diye sormadan “Cevat sensin, değil mi? Ceyda yanında mı?” diyorum.

Karşıdan gelen ses Cevat’ın sesi. Titrek ve kısık bir sesle “Nazmiye, affet beni, şimdi farkına vardım, seni çok özledim ben” diyor.

“Ne affetmesi Cevat? Ben de seni çok özledim, hem de çok…”
 
 
Metin Çoban
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

3 YORUMLAR

  • Yanıtla Didem Çelebi Özkan 14 Kasım 2023 at 14:16

    Geçmişe dönüp hikâyeyi Nazmiye’nin bakış açısı ile anlatmak harika bir fikirdi, tebrik ederim canım 👌🏻 Seksen Darbesini, sağ-sol çatışmalarını, inançlı-inançsız tartışmalarını hikâyeye çok iyi yedirmişsin. Son bölüme ise 100. yıl kutlamalarının sönüklüğünden bir eğitmen olarak son derece rahatsız olan Nazmiye’nin düşüncelerini yerleştirmeni çok sevdim.
     
    Ahhh o gençlik hormonları 😁 İnsanın tüm bedenini, zihninini kendi kontrolü altına alıyor. Nazmiye’nin sütyenin kopçalarını açtığı bölüme çok güldüm 😂 O yaşlardaki bu ilk deneyimlerin heyecanı düşünüyorum da şimdi ne kadar uzak o duygular, her şey artık ne kadar kolay. Ey gidi gençlik eyyy, diye başlarmışım 😂
     
    Tahmin edersin ki öyküde beni en çok etkileyen kısım, benden ve ailemden bahsettiğin bölüm oldu. Benim, kardeşimin ve babamın adlarımızı okuduğumda bir an anlamlandıramadım. Sonra Artvin’i algıladım birden. “Tanrım” dedim, “babamı anlatıyor.”
     
    Üstelik babamı böylesine gerçekçi çizebilmiş olmana inanamadım. Babam hakkında konuşmuş muyduk daha önce hatırlamıyorum, bir gün anlatayım ben sana biraz kendisini 😁 Tanısan çok severdin eminim. Kardeşimle babamıza tapardık. Hastalığı, hastayken gösterdiği muazzam dirayet ve sonra kendisini kaybedişimiz… Üzerinden çok zaman geçti ama ben hâlâ ağlamadan babamdan bahsedemiyorum. Onun hakkında yazmayı hep düşündüm fakat yazım süreci beni duygusal olarak çok acı günlere savuracağından bir türlü o cesareti bulamadım kendimde. İşte tam da bu yüzden kurduğum dergide, bir öyküde adının geçiyor olması beni ne kadar mutlu etti tahmin edebilirsin belki. Çok, çoooook teşekkür ediyorum 🙏🏻❤️

  • Yanıtla Metin Çoban 14 Kasım 2023 at 14:38

    Baban hakkında hç konuşmadık, daha önce de bir yazıma yazdığın yorumda “Babamı ağlamadan yazamıyorum” demiştin. Kendisini tanımasam bile yetiştirdiği kızlardan onun nasıl bir baba olduğunu tahmin edebiliyorum. Senin de ne kadar verici biri olduğunu her zaman gözlemledim.
     
    Hikâyeye bir devam yazmayacaktım ama birkaç kişi ve senin “Hikâyenin devamı var sanki, olması gerekiyor” demesiyle bu bölüm çıktı. Biraz genel bir anlatım oldu gerçi ama Karadeniz gençliğinin nerelerden savrulduğunu ve bugün ne hale geldiğini, Araplaşmanın ve muhafazakarlığın ne boyutlara geldiğini Nazmiye nezdinde yazmak istedim.
     
    Öykülerime seni koymayı seviyorum, bu işi birlikte yapıyoruz zaten. Yazının sadece yapısında değil, içinde de olman hoşuma gidiyor.
     
    Sen öykülerimde ve hayatımda hep kal, teşekkürler canım benim ♥️

    • Yanıtla Didem Çelebi Özkan 14 Kasım 2023 at 14:54

      🤗❤️🤗

    Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan