Yazılı Metin

Aşkın Zamanı

26 Aralık 2023

Öykü: Aşkın Zamanı | Yazan: Metin Çoban

Yıllar ne çabuk geçti; 50’li yaşlara geldim bile. Hayatım boyunca İstanbul içinde yaşadım. Finans sektöründe yıllarca stresli bir iş hayatım, başarısız bir evliliğim, birkaç başarısız da birlikteliğim oldu. Bu kadar başarısız ilişkinin yanında, oldukça başarılı bir iş hayatı ve sosyal çevre kurdum. Belki bugün yanımda benimle hayatı paylaşacak biri yok ama hayatımda bir şeyleri değiştirmek için geç kaldığımı düşünmüyorum.

Bir ofise gidip çalışmıyorum artık, o rutinden kurtuldum ama bu yarı emekli hayatım da rutine döndü yeniden; sabah kalk, kahvaltı yap, borsa hareketlerini izle, Cadde’ye çık, kafelerde otur, arkadaşların gelsin:

”Dolar, Euro ne olur? Altın mı, gümüş mü alalım? Abi, kur korumalı sence ne getirir? Gördün mü dünkü üç kız yine aynı yerde oturuyor, sarışın olan yakıyor, dizilerde oynuyor diyorlar. Akşam bira içelim mi yeni bir yer var?”

Sürekli aynı şeyler. Beni tanımayan kişilerin olduğu, benim de hiç bilmediğim bir yere gidip emekliliğimi yaşamam lazım gibi hissediyorum. Bunun zamanı geldi.
 

* * *

 
Fethiye’ye 20 km uzaklıkta, Denizli yolu üzerinde “İngiliz Köyü” olarak da geçen Yeşil Üzümlü’ye taşınalı 20 gün oldu. Oldukça şirin bir köy, geniş bir ovaya bakıyor. Ovanın sonunda İncirli Köyü var, sırtında Nif Yaylası. Çameli Denizli yoluna bağlayan dağlık bir bölge var, büyük ihtimalle Toros dağlarının başlangıcı. Evimi buradaki yerel emlakçı Rüstem tavsiye etti. 2020 yılında başlayan Covid salgını nedeniyle hayatını kaybeden yaşlı İngiliz karı kocanın 5 yıl önce aldığı eşyalı bir ev. Rüstem eğer parayı bugün çıkarabilirsem 100 bin sterline alabileceğini söyledi. Evin sahibinin kızı satış için bugün buradaymış, 2 gün sonra İngiltere’ye geri dönecekmiş.

Parayı gönderdim, ertesi gün sabah tapuyu ve anahtarı aldım.

Evin içine görüp inceleme şansım 2 gün sonra oldu. Kızın özel eşyalarını toplamasını ve evi terk etmesini bekledim. Evin içinde eksik bir şey görünmüyordu. Hiçbir şey almama gerek yoktu. Mutfak malzemeleri, yatak, nevresim, yorgan, halılar hepsi tamamdı. Hatta mutfakta hatırı sayılır bir kahve makinesi, şarap kavında 20 kadar kırmızı şarap vardı. Lokal şarap markalarıydı. Duvarlarda Hristiyanlık ile ilgili birkaç ikona asılıydı, salonda ise bir haç vardı. Hiçbirine dokunmadım. Zaten benim için anlamları yoktu, dekor olarak da güzel duruyordu. İnternet bağlantısını, TV, su ve elektrik aboneliklerini hallettim. Artık Yeşil Üzümlü vatandaşıyım.

Güzel bir veranda yapmış bizim İngilizler; kayrak taşlarından güzel bir taş yolu olan, bakımlı çimleri ve meyve ağaçları ile şirin bir bahçe de yapmışlar. Saat 20.00 gibi otomatik yanan bahçe ışıkları, hem bahçeyi hem de evi oldukça havalı gösteriyor.

Eylül ayındayız, hava sıcak, gece yarısına kadar verandada oturuyorum.

Saat yedi gibi bahçe kapısında bir köpek belirdi.

Tarçın renginde çok tatlı bir köpek, bana doğru havlıyor, kuyruğunu sallıyor, etrafında dönüyor, sonra ulumaya başlıyor, yanına gitmemi istiyor gibi. Çok sevimli bir yüzü var, masanın üzerindeki bisküvilerden bir avuç aldım, yanına gittim, bisküvileri uzattım. İlgilenmedi bile, patisini uzattı, ben de tuttum, “Merhaba ben Murat. Senin adın ne?” dedim.

Yüzüme bakıp gülümsüyordu sanki. Birden yere uzandı, göbeğini sevmemi ister gibi. Yerde kıvranmaya başladığını görünce elimi göbeğine sürdüm, gıdıklamaya başladım. Sadece onu sevmemi, temas etmemi istiyordu. Boynunda kaliteli bir tasma vardı, üzerinde adı ve sahibi yazıyor mu diye baktım, hiçbir iz yoktu. Sokak köpeği gibi bakımsız da değildi, biraz kiloluydu benim gibi. Tüylerinin sık sık tarandığı belliydi, yüzü hem çok güzel hem de tertemizdi. Gözleri devamlı gözlerime “Biraz daha sev, başımı sev, boynumu sev, göbeğimi gıdıkla, sırtımı sıvazla” der gibi bakıyordu.

Bu dört gündür her gece tekrarlanıyor. Mamalar hazırlıyorum, etler pişiriyorum, ilgilenmiyor bile, sadece “Beni sev” diyor.

Rüstem geldi geçen gün, ona sordum “Bu bana gelen köpek sokak köpeği mi?” diye.

“Yok Murat Bey, o köpek Sıla Hanım’ın. Kendisinin iki sokak ileride derenin yanında bir restoranı var. Köpeği bağlamaktan hoşlanmıyor, o da çıkıp köy içinde dolaşıyor böyle. Yalnız sizi seçmiş olmalı, kimseyle muhatap olmaz, kimsenin elinden mama yemez. Demek ki sizi sevmiş, gitmez kimsenin yanına çünkü.”

Telefonum çalıyordu, Bursa’dan arkadaşım olan şimdilerde küçük kızının okuluna yakın olsun diye taşınan, Sancaktepe Kraliçesi, Didem arıyordu:

“N’aber canım, yerleşebildin mi?”

“Yerleştim, yerleştim.”

“Taşınmak ne zor, gayet iyi bilirim. Ben halen yerleşemedim de.”

“Valla ben hazır eve kondum, sadece kıyafetlerimi getirdim, onları da yardımcı kadın dolaba yerleştirdi, onunla bile uğraşmadım. Her gece verandada oturup gecenin keyfini çıkarıyorum” dedikten sonra aniden aklıma son havadisten bahsetmediğim geldi. “Bir de köpüşüm oldu biliyor musun, her gece uğruyor, kendini sevdiriyor.”

“Eee sahiplensene hayvancağızı, yazık sokaklarda kalmasın, evin müsait artık, vaktin de çok, emekli adamsın.”

“Sahibi var Didemciğim, Sıla Hanım’mış, 2 sokak ileride restoranı varmış. Hayvan çok bakımlı zaten.”

“Ooo canım ya düşündüğün şeye bak, belki sahibi ile de çok iyi anlaşacaksınız” deyip muzip muzip güldü. “Bak kaç aydır kalbin bomboş, artık doldurmanın zamanı gelmedi mi? Tam romantik komedilerde gelişebilecek bir senaryo. Sonra bir de bunun öyküsünü yazarsın, editörün pek mutlu olur eminim” deyip kendisine yaptığını referanstan aldığı keyifle meşhur kahkahasını patlattı.

“Hahaha! Dur bak sana bir anımı anlatayım. Bir zamanlar bir erkek Husky köpeğim vardı. Herif masmavi gözlü, iriyarı, nasıl yakışıklı, adını benim kız ‘Rüzgar’ koydu. Suadiye kavşağında Zara’nın önündeki ışıklarda kırmızı yandı, arabam en önde, benim it yan koltukta, cam sonuna kadar açık, uzatmış kafayı etrafı kesiyor. Ya hani şu yüzündeki ben ve yüzü Cindy Crawford’a benzeyen İsveçli Türk manken vardı, Tülin Şahin, kız bisikletiyle yanaştı Rüzgar’ın olduğu kapıya, ‘Ay sen ne yakışıklı şeysin böyle, aşık oldum sana’ diye seviyor. Ben de kim bu kadın derken tanıdım. Makyaj yoktu yüzünde, mavi bir tayt, üzerinde marka bir lacivert rüzgarlık vardı. Kız bisikletle gezmeye çıkmıştı en nihayetinde. Çok zayıf görünüyordu, ben onu incelerken bana döndü ‘Baban da fena değilmiş yani’ deyip bana göz kırptı. Düşünsene tam romantik komedi başlayacaktı; ben ‘Hey bir latte içelim mi?’ diyecekken yeşil ışık yandı ve bizim romantik komedi, Suadiye Oteli’nin olduğu caddeye doğru döndü, ben de Çiftehavuzlar’a eve. İşte bu kadar benim romantik aşkım. Ama bahanem de hazırdı, ‘Yüzündeki o ben çok da yakışmamış, kadını abartıyorlar’ demiştim 1 şişe viskinin sonunda.”

“Alemsin ya, sanki Tülin Şahin bir fincan Latte’ye kanacaktı” deyip yine güldü kendi kendine ama eklemeden de edemedi. “Sen yine de şu Sıla’yı bir gör bakalım. Belki bir Latte içer seninle” dedikten sonra her zamanki telaşıyla “Öpüyorum seni, bak buradan bir öykü bekliyorum ha!” deyip kapattı telefonu.

Elimde telefon “Bu kadın muhteşem, benim içimden öykü yazarı çıkardı. Benim gibi, hayatı tamamen finans olan bir adamın edebiyatla ne ilgisi olabilirdi? Nasıl bir bilgi birikimim olabilir benim? Arkamdan Didem’i çek, mektup bile yazamam. Yazsam da mektupta duygu olamaz” diye düşündüm.

Anında Didem’in beni motive ederken söylediği sözler zihnimde sese dönüştü:

“Kendine haksızlık ediyor, benim rolümü de büyütüyorsun. Öykü de neymiş, ben romanının editörlüğünü yapacağım daha.”

“Bu kadın gerçekten bana kitap yazdıracak sonunda” deyip bardaktaki son yudumu da mideme yuvarladım.
 

* * *

 
Ertesi gün öğle vakti, biraz köyü dolaşayım diye çıktım, Rüstem’in söylediği dereye doğru yürüdüm. Sol tarafta duran benzin istasyonunun yanındaki arazide bir kır lokantası vardı. Bahçenin girişinde “Sıla Lokantası” yazıyordu. Kapıya doğru yönelince benim tarçın renkli köpek üzerime doğru koştu ve kucağıma sıçradı. İstemli istemsiz ben de onu kucakladım. Bir çocuk gibi kafası omuzumda, ellerimle alt tarafından tutarak kucakladım.

O sıra kızıl saçlı bir kadın dışarı çıktı “Pes, sen ne yapıyorsun? İn oradan” diye bağırdı. Ben kadına dönüp “Sorun yok, sizin köpeğiniz galiba, dört beş gündür benim verandama geliyor, kendini bana sevdiriyor, galiba köpeğiniz bana aşık oldu” dedim.

Kadın gülümseyerek ve kırık bir Türkçe ile “Siz de onu seviyorsunuz musunuz?” diye sordu. Böyle bir soru beklemediğimden otomatik olarak “Hem de çok, sizin için bir mahsuru yoksa?” diye cevapladım. Kadın yine şaşkın bir şekilde “Sen köpekle aşk yaşamak istiyor, yaşa o zaman, verdim gitti” deyince ikimiz birden gülmeye başladık. Köpeği yani Pes’i yere bıraktım, hemen sahibinin ayakları dibine gitti, yattı.

Kadına doğru yürürken bahçeye dağılmış masaları gördüm. Tamamı 4 kişilik masalardı, sandalyeler dahil hepsi tahtadan yapılmıştı. Üzerleri ise kırmızı beyaz muşamba ile kaplıydı. Sanırım raptiye ile sabitlenmişti. Vernikli tahta sandalyelerin üzerinde otururken insanlar rahat etsin diye 5 cm kalınlığında minder vardı.

Elimi uzattım; “Merhaba ben Pes’in yeni aşkı Murat. Taşınalı bir iki hafta oldu. İki sokak ötede yaşayan İngilizlerin evini satın aldım. Bu arada köpek çok mu bezdiriyor sizi adını ‘Pes’ koymuşsunuz?” diye ilgiyle sordum.

Kadın gülümsedi, beni bir masaya doğru yönlendirdi.

“Pes Ukraynaca köpek demek zaten, ev hayvanlarına insan ismi konmasını saçma buluyorum. Pes’in Türkçede pes etmek olduğunu sonradan öğrendim. Ayrıca o evi aldığınızı biliyorum, adınızın Murat olduğunu da biliyorum. Finans işleri ile uğraşıyormuşsunuz, Pes de kaç gündür size uğruyormuş. Rüstem geldi, her şeyi anlattı. Bu köyde sır ancak öğlene kadar durur, herkes herkesten haberdardır. Yemek mi yersiniz? Çay, kahve mi?”

Birden acıktığımı hissettim. “Yemek yiyeyim. Neler var bana önereceğiniz?”

“Her şey var yemek yemek için; kızartma, haşlama, çorba, kebap… Ama bana kalırsa siz, şöyle kuru fasulye, pirinç pilavı ve cacık istersiniz.”

“Gerçekten de onları tercih ederim, nereden anladınız?”

“Sizde bir atasözü var, ‘Erkeğin kalbine giden yol mideden geçer’ diye. Eee biraz tombulsunuz, yemek yemeyi seven birine benziyorsunuz, genelde bu tip erkekler öğlen vakti ev yemeklerini severler. Ev yemeğinin de kralı kuru fasulye pilavdır. Cacık için ise onu da satayım diye düşündüm. Şimdi getiriyorum bekleyin.”

O yemek tezgahına giderken arkasından baktım. Herhalde buraya yerleşmiş İngilizlerden biri, Türkçesi kırık ama daha çok Rus aksanı var, Rus da olabilir, diye düşündüm. Kendinden kızıl saçları, deniz gibi mavi gözleri vardı. Göğüsleri oldukça küçüktü, hatta yok bile denebilirdi. Arkasından kaçamak bir bakış attım, kıvrımlı güzel bir kalçası vardı. Yanında 16-18 yaşları arasında bir kız, bir erkek garson vardı. Büyük ihtimalle köyün gençleri.

Yemekleri masama kendi getirdikten sonra ‘Oturabilir miyim?’ der gibi gözleriyle işaret etti.

“Buyurun lütfen, çok memnun olurum” dedim. Kıza bir işaret yaptı, o da biraz sonra Çin porseleni olduğunu tahmin ettiğim yayvan bir fincanda yeşil çay getirdi.

“Murat, siz yemeğinizi yiyin, ben size beni anlatayım, çünkü burada herkes birbirini tanıyor, siz de beni tanımalısınız” deyip anlatmaya başladı.

“Ben Türkiye’ye 12 yıl önce evlenerek geldim, aslen Ukraynalıyım, adım Svetlana. ama buraya yerleşince ismim zor geliyor diye bana ‘Sıla’ demeye başladılar. Eşim Nedim ile Odesa’da tanışmıştık, orada bir AVM inşaatında inşaat mühendisi olarak çalışıyordu. Ben de aşçılık okuluna gidiyordum.

Bir yıl içinde evlenmeye karar verdik, ailem Nedim’i Müslüman diye istemedi ilk önce, sonra kabul ettiler. 28 yaşındaydım evlendiğimizde. Nedim’in Odesa’daki işi bitince ülkesine dönmeye karar verdik. Burada Yeşil Üzümlü’de doğmuş büyümüş, biz de buraya gelip yerleştik. Yurt dışı işinden birikmiş biraz parası vardı. Bu restoranı açtık, dedi ki ‘Sıla’ Türkçede ev demektir, yurt demektir. Sılayı özledim dersen, evimi özledim, yurdumu özledim demektir. Madem herkes sana Sıla diyor, o zaman Sıla’nın Lokantası olsun dedi. Ben de ‘Sıla Lokantası olsun, bana ait değil, herkesin Sıla’sına göre olsun’ dedim. Sonra açtık, başladık burada çalışmaya. Nedim, Rüstem abiyle emlak ve inşaat işleri yapıyordu.”

Bu noktada Sıla birden hüzünlendi, o deniz gözleri birden üzerine bulutlar yığılmış, fırtına öncesi halini almış şekilde dalgalanmaya, ıslanmaya başladı. İki eliyle fincanı ağzına götürdü, yeşil çaydan biraz yudumladı, ardından konuşmaya devam etti.

“Sonra Corana belası sardı her yeri, senin o evi aldığın iki İngiliz ilk hastalananlardan, Chris ve Ashley. Çok ağır grip geçiriyorlar sandık. Nedim onları hastaneye götürürken ona da bulaşmış. Hepimiz grip diye bekliyorduk, sonra salgın olduğu açıklandı. Nedim’le birlikte ben de yakalandım. Ben 15 gün sonra hastaneden iyileşmiş olarak çıktım fakat hastalığının 8. gününde Nedim daha fazla dayanamadı. Onu kaybettik. Toprağa bile veremedim. Ailem hemen Odesa’ya geri gelmem için ısrar etti. Ben de ilk zamanlar onlar gibi düşünüyordum ama zaten ulaşım tüm dünyada durmuştu. Bir iki ay geçince içimdeki geri dönme arzusu kayboldu. Bu ülkeden ve bu yerden hoşlanıyordum, Odesa’ya dönüp yeniden başlamak istemiyordum. Şansımı burada denemeye karar verdim. Nedim’in ailesi de çok yardım etti. Oturduğumuz evi ve bu dükkanın tapusunu bana devrettiler. Halen babası ve annesi bana uğrarlar, ben de her bayram yanlarına giderim. Onlar biraz daha yukarıda Nif Yayla köyünde oturuyorlar.”

Sıla’nın kendini bu kadar çabuk açmasını önce yadırgadım. İlk defa gördü beni, en nihayetinde burada kalmaya yaşamaya gelmiştim, belki zaman geçtikçe öğrenecektim onun hakkındaki bilgileri. Sanırım yaşadığı zor zamanları başka birine, üstelik bunları bilmeyen birine anlatmak onu rahatlatıyordu.

Çok güzel bir yüzü vardı gerçekten, kusursuz denilebilir.

Anlattıkları beni üzmüş, iştahımı da kaçırmış olmasına rağmen yemeği bitirmemenin daha ayıp olacağını düşünerek son lokmaları da zorlayarak yuttum.

“Öncelikle eşini kaybettiğin için çok üzüldüm. Salgın hepimizin birçok yakınını kopardı bizlerden. Ben henüz geçirmedim ama kardeşim ve etrafımdaki insanların hepsi geçirdi. Eşinizi kaybettikten sonra burayı terk etmemeni takdirle karşılıyorum, her ne kadar eşinle ikinizin hayali olarak kurduysanız da o olmasa bile bu hayali devam ettirmek yakışıyor sana.”

Ardından hüzünlü havayı biraz dağıtmak maksadıyla gülümseyerek “Yediğim kuru fasulyeler içinde ilk 3 e girebilir bu. Sanırım 2. veya 3. olabilir. Birinci kesinlikle Rize Çayeli’ndeki Hüsrev, İkinci Süleymaniye Cami’nin oradaki Fasulyeci Ali. Üçüncü ise benim kendi yaptığımdı. Şimdi kendi yaptığımı kaydırırsak üçe seni oturtuyorum. Süleymaniye’deki fasulyecileri kaldırırsak ikinci olursun. Güveçte yapıyorsun büyük ihtimalle, fark o değil mi?” diye sordum.

Sıla zafer kazanmış, gol atmış gibi iki kolunu yukarıya kaldırıp yumruklarını sıkarak “İşte bu, işte bu, kendini beğenmiş bir adama bunu söyletiyorsam mükemmel olmuş demek ki. Üstelik bu güveçte kalan son porsiyondu. ayyy çok mutlu oldum ya” derken oturduğu yerden kıvırmaya başlamıştı.

Onun bu hali beni oldukça etkiledi. Her hareketi bana o kadar hoş geliyordu ki o masadan kalkmak niyetinde değildim. “Peki bu kadar güzel yemek yapabiliyorsan tatlı olarak ne vereceksin?” diye sordum.

Arkasına dönüp “Zehra” diye seslendi, “fırındaki sütlaçlardan bir tane getirir misin? Üzerine fındık kırıntıları dökerek servis et lütfen Murat Bey’e? Bakalım beğenecek mi?”
 

* * *

 
3 aydır Sıla ile her gün görüşüyoruz. Benim hakkımda her şeyi biliyor artık. Her gece oturup saatlerce konuşuyoruz, dertleşiyoruz. Bazen yemeklerini eleştiriyorum, bazen yorum katıyorum. Sadece yemek değil ortak yönümüz, kitap okumayı da çok seviyor. O Türk yazarlara hayran ben hem Türk, hem dünya edebiyatı. Bizim dergi Sen ve Ben’e gönderdiğim öyküleri okudu, bazılarını beğendi, içinde tutkulu aşk olanları nedense beğenmedi.

Madem bu kadar tutkulu aşkı biliyormuşum, neden hâlâ yalnız bir adammışım? Hâlâ o kadınları o öykülerdeki kadar seviyor muymuşum? O böyle konuştuğunda “Biraz kıskanç galiba” diye kendi kendime gülüyorum.
 

* * *

 
Önce bahçedeki masaların üzerine beyaz masa örtüler aldım, sonra bahçenin çeşitli yerlerine büyük saksılar içinde tropik ağaçlar koydum.

Genel menüyü, hafta içi Türk, Asya, Rus/Ukrayna, hafta sonu İngilizler için Premier Lig menüsü (fish and chips) tüm Hristiyan topluluk için de pazar günleri “Sunday Roast” günü yaptık. Ukrayna, Rusya arasında meydana gelen savaş nedeniyle bu bölgeye Ukrayna’dan ve Rusya’dan gelen çok genç vardı. Savaştan kaçanlar da vardı, online çalıştıkları işleri olanlar ise fiyatlar ve kiralar düşük diye gelmişlerdi. Tabii onlar geldi diye bölgedeki kira fiyatları 3 kat artmıştı. Artık onlar da fiyatların yüksekliğinden şikayet ediyorlardı. Rusya ve Ukrayna bu lokantada savaşmıyor, aynı masada oturup Rib-Eye (kemiksiz antrikot) yiyorlar.
 

* * *

 
Hafta sonu Sunday Roast çok iyi gitmişti. 2 büyük hindi, 5 büyük dana rosto yenmiş bitmişti. Biz kalan mezeler ve patates püresi ile karnımızı doyuruyorduk. Zehra ve Ali ortalığı topluyorlardı. Sıla, çok yorulmuştu, bahçedeki bir masada gecenin derinliklerinde ışıldayan yıldız kümesine bakıyordu. Yanına yaklaştım, omuzuna içeride bulduğum, birinin unuttuğu, hırkayı koydum. Elimi omuzunda yakaladı, dudaklarına götürdü, öptü.

“Çok teşekkür ederim Murat, beni yeniden hayata döndürdün. Yılbaşına kadar burada idare etmeyi planlıyordum. Sonra Odesa’ya dönecektim, hatta orada 5 yıldızlı bir otele CV’mi göndermiştim, onlar da iş görüşmesi için Odesa’ya bekliyorlardı. Fakat burada olağanüstü iş çıkarttık birlikte. 3 hafta içinde bir sezonda kazanacağımız parayı kazandık, bu hiç olmamıştı. Genel menüden kaçış çok risklidir ama tutarsa çok iyi kazandırır. Nedim senin gibi değildi, hep ‘Azıcık aşım, ağrısız başım’ derdi. Demek ki o tek düze hayatı seviyordu. Ondan belki büyük şehirde yaşama isteği doğmadı hiç, hemen buraya dar alana taşındık. Ben de ona uydum ama sen geldin elini sürdün bu işe, mutfağa girdin, şu an Fethiye sahildeki işlek bir restoran gibiyiz. Belki de onlardan daha iyiyiz. Sen çok iyi bir adamsın.”

Elim hâlâ avuçlarının içindeydi. Bir yere hareket edersem bu pozisyonu bozacağım diye korkuyordum, bana ne oluyor onu da anlamıyordum. Alt tarafı kadın elimi avuçlarının arasına aldı, öptü. Bu mudur yani beni sarsacak şey? İçimde kelebekler uçuştu o an yemin edebilirim.

Pozisyonumu hiç bozmadan, “Sen çok başarılı bir şefsin Svetlana. Ben sadece marketing stratejileri geliştirdim. Hedef müşterimiz belliydi, onlara heyecan katmak gerekiyordu, ürün yelpazemizi de geniş tutarak başarıya ulaştık. Böyle de sürecek. Ne dersin bunu bir içkiyle kutlayalım mı Şu yukarıda Ender’lerin barı var ya, oraya gidelim mi?”

“Sen bana şimdi Svetlana dedin, Sıla demedin. Ne olur bundan sonra bana her zaman Svetlana der misin? Çok hoşuma gitti, bana sanki yeni bir başlangıç gibi geldi. Tabii ki bara gidelim, çalışmaktan bir birimize zaman ayırmıyoruz. Bu ilk gece çıkmamız, date gecesi yani. Yine de bu akşam yatmak yok, bunu kafana sok. Ben şimdi eve gidiyorum, duş alıp giyineceğim, sen de eve git, bir şeyler giy. Ne bu düzensiz sakal, atlet ve şortla yaşamak!”

Dediklerine inanamıyordum, meğerse içimde uçuşan kelebeklerin karşısında da uçuşan kelebekler varmış. Ve ne kadar açık sözlü kelebeklermiş. Allah’ım içim içime sığmıyordu.

Hemen eve gidip temizlenmeliydim. Önce sakallarımı düzelttim, sonra duş aldım. Tişört giyecektim, vazgeçtim beyaz bir gömlek buldum. Ütüsü çok iyi değildi ama karanlık bir yere gidiyorduk, en nihayetinde bir bardı. Siyah bir kumaş pantolonum vardı onu giydim. Ender’i aradım durumu anlattım, çiçekler bulsun, masa da afilli olsun falan diye. O da “Merak etme sen. Ben hallederim” dedi.

Svetlana’nın evine araba ile gitmiştim, güldü. “Yahu en fazla 100 metre bir yere gideceğiz, ne arabası” dedi. “Hem köyde herkes merak ediyormuş bunlar birbirine aşık mı diye? Eee görsünler artık madem.“

Elimi tuttu, el ele, yanımızda Pes, Ender’in barına doğru yola çıktık. Gece saat ilerlediği için maalesef kimseler görmedi bizi. Svetlana düz beyaz bir elbise giymişti, kırmızı renkte kısa topuklu ayakkabı vardı ayağında. Kızıl saçlarını nasıl yaptıysa dalgalandırmış, bir güneş gibi parlıyordu. Barın merdivenleri loştu, ele ele barın kapısından içeri girince, orkestra Mendelson’un düğün marşını çalmaya başladı, o kadar şaşırdık, o kadar mutlu olduk ve o kadar utandık ki anlatılacak gibi değil.

Ender elinde kır çiçekleri demeti ile bekliyordu, Svetlana’ya uzattı. “Hoş geldiniz, köyümüzün Romeo ve Jülyet’i masanız tam pencere yanında“ deyip bizi masaya yönlendirdi.

Masa inanılmaz güzel süslenmişti, kısa zaman içinde kırmızı güller bulunmuş, daha önce masa örtüsü yoktu barda, o masa beyaz örtü ile kaplanmıştı. Meyveler, şarküteri tabağı, peynir çeşitleri ve Macallan 25 masanın ortasındaydı.

İlk kadehlerimizi içtikten sonra herkes yanımıza gelmeye başladı.

Birbirimize ne kadar iyi geldiğimizi, hatta köye iyi geldiğimizi söylediler bize. Herkes artık köyün daha mutlu ve huzurlu olduğundan bahsediyordu. Buraya gelen misafirlerin sayılarının çoğalmasının sebebinin bizim yaydığımız enerjiden kaynaklandığını söylediler.

Gece öyle güzel geçti ki sabah 4 e kadar içtik, eğlendik, dans ettik. Ve evet, o gece birlikte uyumadık. Ama onu evine bıraktığımda ilk öpücüğümüzü uzun uzadıya yaşadık, ta ki dudaklarımız acıyana kadar.

Şimdi 4 haftadır, Svetlana, ben ve Pes benim evimde yaşıyoruz. Her gün ona kahvaltıyı ben hazırlıyorum, beraber lokantaya gidip birlikte yemek yapıyoruz. İşler fena değil, yemekler çok güzel, gelen misafirler yeni tatlardan ve önlerinde yaşanan tertemiz aşkı gördükleri için mutlular.

Yeni yıl demek, yeni umutlar, yeni başlangıçlar, geçmişi terk etmek demek, yeni yıl ikimiz için aşkın zamanı demek. Çok güzel Noel ve yılbaşı menüsü hazırladık, parti de var, bekleriz efendim.

Merry Christmas, Happy new year.

 
 
Metin Çoban
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

10 YORUMLAR

  • Yanıtla Emine Öztürk 26 Aralık 2023 at 17:02

    Bu yaz Yeşil Üzümlü’nün az üstünde Kızılbel’de on gün geçirdim. Üzümlü’den defalarca geçtim. Şimdi hikâyeni okuyunca “Acaba Sıla’nın restoranı gerçek mi, kurgu mu?” diye diye yedim kendimi? 😃
     
    Yine hârika bir öykü. Kalemine yüreğine sağlık.
     
    Yeni yıl o hâlde aşk ile gelsin. 🤎 Bir dee partiye geliyorum. Yap rezervasyonumu. 😉

    • Yanıtla Metin Çoban 26 Aralık 2023 at 17:37

      Tamam Emineciğim sen eşin ve 2 oğlan için yer ayırdık 😃
      Yalnız en büyük sıkıntı henüz Sıla yok ortalıkta 🤔
      Bi’ tanesin ♥️

  • Yanıtla Didem Çelebi Özkan 26 Aralık 2023 at 20:39

    Kendimi her okuduğumda kalp atışlarım hızlanıyor 😁 Biraz da filmlerinde, anlık sahnelerde, gözüken Stan Lee gibi hissediyorum. Gerçi sen bana, Lee’nin kendine biçtiği figüranlıktan çok daha fazla rol veriyorsun 🙏🏻
     
    Yaratıcılığına ve hızına da hayranım, son hikâyendeki bir sahne için “Buradan iyi bir romantik öykü çıkar” diyorum, bir sonraki yayın gününde o önerdiğim hikâyeyi teslim alıyorum. İnanılır gibi değilsin 😉
     
    Hikâyeye gelirsek aşk daima çok güzel, insanın da içini ısıtıyor elbette ama benim için bu hikâyedeki “umut” aşktan daha etkiliydi. Hayatı tam da böyle yaşayabilme umudu. Bu umut her birimiz için olasılığını koruyor. Neden olmasın bir gün sen bir Ukraynalı ile Fethiye’de, ben bir İtalyan (😂) ile Amalfi Sahili’ndeki kasabalardan birinde mutlu mesut yaşıyor olabiliriz 😁
     
    Kalemine sağlık canım ❤️

    • Yanıtla Metin Çoban 26 Aralık 2023 at 21:52

      Didemciğim İtalyan tercihini destekliyorum, hem çok yakışıklılar hem tutkulular. Ama benim Ukraynalı konusunda ağzımın çok yanmışlığı var. Swetlana’yı kendim yarattım ve biraz Türkleştirdim. Kendi icat ettiğim bir kadın olduğu için de herkese sıcak geldi belki de. 😃
       
      Daha önce de yazmıştım, öykülerimde senin adının geçmesi benim çok hoşuma gidiyor. Birlikte ortaya çıkarıyoruz bu öyküleri. Ayrıca bir karakteri öyküye kesin oturtmuş oluyorum 😃
       
      Yorum için çok teşekkür ederim canım ♥️

  • Yanıtla Şen Sevgi Erişen 28 Aralık 2023 at 12:11

    Sevgili Metin, kurgu ustalığına, hikâyelerinde yarattığın umut dolu bakış açına saygı ve sevgilerimi sunuyorum. Yeni yıl dileklerine de tüm kalbimle katılıyorum.
     
    İyi seneler 🎉🎊✨

    • Yanıtla Metin Çoban 28 Aralık 2023 at 13:59

      Sevgili Şen bende bu güzel yorum için çok teşekkür ederim.
      Yeni yılın en önemli yanı, insanlara umut vermesi, yeniden başlama isteği yaratması.
      Yeni yılın tüm dünya insanlığı için, huzur, sağlık, mutluluk getirmesini diliyorum. 🙏🙏

  • Yanıtla Nimet Canbayraktar 31 Aralık 2023 at 12:42

    Keşke hayat sizin hikâyelerinizde olduğu kadar duygu, aşk ve hatta dostluktan oluşsa. Öyle zamanlar yaşıyoruz ki karamsar olmamak bile imkânsızmış gibi. Ama inanın sizin yazdıklarınızı büyük bir hazla okuyorum. Çok uzun yıllar Marmartis’de yaşadığım ve eşimle adeta birer gezgin gibi her yeri gezdiğimiz için bildiğim yerleri okumak yüzümü güldürüyor fark etmeden.
     
    Herkesin kendi dileklerinin gerçekleştiği yıllar yaşaması dileğiyle, mutlu yıllar.

    • Yanıtla Metin Çoban 2 Ocak 2024 at 14:43

      Nimet Hanım, yazdığınız yorum için çok teşekkür ederim, çok naziksiniz 🙏
       
      Dediğiniz gibi hayat aşk, sevgi, arkadaşlık, barış duyguları içinde geçmiyor. Hatta bu aralar insanoğlu salgın, açlık, savaş, eziyet gibi bir çok olumsuzluğu büyük dünya savaşlarında ancak yaşamıştır.
       
      Madem öykü yazıyorum, sizde okuyarak beni onurlandırıyorsunuz, savaş yazsam da aşk, sevgi ve barışı içine serpiştiriyorum. İster çevre katliamı olsun, isterse tarih romanı olsun, bir yerinde mutlaka aşk, sevgi olacaktır. Bu erdemler bizim insan olmamızı sağlıyor, bunları çıkarırsanız içi fesat dolu bir yaratık kalır.
       
      Umarım yeni yılda en çok, aşk, sevgi ve barışı konuşuruz. Temennim bu benim.

  • Yanıtla Mücella Türkoğul 2 Ocak 2024 at 16:28

    Ay ne çok ihtiyaçımız var güzel hikayelere. Kalemize sağlık bir solukta okudum. Bu arada burnumuzun dibinde ama Yeşil Üzümlü’ye hiç gitmedik. Yalnız hediye gelen harika şaraplarını içtim. Yani Didem Hanım olmasa bu güzel hikâyeyi de okuyamayacağız, o bir büyücü kesinlikle 😀

  • Yanıtla Metin Çoban 8 Ocak 2024 at 11:02

    Mücella Hanım yorum için çok teşekkür ederim 🙏
     
    Didem büyücü mü bilemem ama dergide köşelerini adı hep Cadı ile başlıyor, olabilir yani 😂
     
    Yeşil Üzümlü küçük bir yer fakat çok şirin. Eğer ziyaret etmek isterseniz şubat ayının ilk yarısında galiba “Göbek Mantarı Şenlikleri” yapılıyor. Yalnız tarihleri takip etmek gerekiyor. Bazen hava şartlarına göre tarih değişebiliyor.
     
    Sevgiler

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan