Yazılı Metin

Işık İnsanları | Deprem

20 Şubat 2024

Öykü: Işık İnsanları | Deprem | Bölüm 3 | Yazan: Metin Çoban

 

İndeks

40 Kızlar | Luvi Mührü | Işık İnsanları | Bölüm 1
Kumarbi Efsanesi | Işık İnsanları | Bölüm 2
Deprem | Işık İnsanları | Bölüm 3
Mater Ana | Işık İnsanları | Bölüm 4

 
 

3. Bölüm | Deprem

 
6 Şubat 2023, saat 04.17’de Kahramanmaraş Pazarcık’ta 65 saniye süren 7.7 şiddetinde bir deprem olmuştu. Her yer toz duman, yer gök birbirine karışmış. Yeraltı tanrısı Telepuni uyanmış, 65 saniye icinde karanlık dünyanın tüm ruhlarını, ölüm tanrısı Santa’yı ve onun zebanilerini yukarı çağırmıştı. Zebaniler, ellerindeki oraklarla, kadın, erkek, çocuk, hayvan demeden can alıyordu. Kurumuş, buruşmuş ruhların; yeni, taze ruhlara ihtiyaçları vardı.

Yeraltına inmek istemeyen ya da şansı yaver giden ruhlar ortalıkta koşuyor, duvarların altına saklanıyor, yıkılmamış binalar sayesinde korunuyordu. Dışarıda bitmek bilmeyen bir gürültü, uğultu, acı ve korku çığlıkları vardı. Zebaniler konuşuyor, zafer naraları atıyor, her yerde bir uluma duyuluyordu; onların bildiği zaten başka bir dil yoktu.
65 saniye sonra birden uğultu durdu, artık yeryüzü yumuşak bir yorgan gibi hafif ve rüzgarla sallanıyor gibiydi. Sadece toz ve çimento kokusu vardı.

Tozun kokusu olur mu?

Olurmuş işte! Boğucu, bıktırıcı bir toz, beyaz olmayan bir sis gibi her yeri sarmıştı. Sisler herhangi bir şekli olmayan doğa olayı. Bir sisin içindeysen etrafında ne var, nasıl bir yerdesin tahmin edemezsin. Onun arkasından gelen şeyi bilemezsin; ya seni öldürebilecek bir şey olabilir ya da hayatının devamı.

Toz ortadan kalkacak gibi değildi. Gittikçe koyulaşıyor, diğer tozları çağırıyor, büyük bir tabaka olup hayatta kalanların üzerine de mezarlarının üzerine atılmış toprak gibi yağıyordu. Topraktan geldiklerine inanıyordu insanlar, yine toprağa gideceklerdi.

Güneş tanrısı Tivat, bu saatte görevi yeraltına ışık vermek olan güneşi yer yüzüne çıkarmaya çalışıyordu ama güneş oradan geri çıkmadı, gökyüzündeki tanrımız Tarhundas, Telepinu’yu ancak durdurdu.

Semavi kitaplarda yazıyordu:

“Önce karanlık vardı. Tanrılar ışık olsun dedi, sonra ışık oldu. Tanrılar ışığı insanlara verdi, insanlar ışığı sevdi.”

Yavaş yavaş güneş yüzünü göstermeye başlıyordu. Ama bu sefer de ışık her şeyi göstermeye başladı; kopmuş kollar, bacaklar, ezilmiş kaburgalar, kafalar. Hiçbir şey bu kadar korkunç olamazdı.

Erkekler, kadınlar yüzlerce kez savaşmış; kılıçlarla kollar, bacaklar, kafalar kesmiş, karınlardaki bağırsakları yerlere sermişti. Ama bu görüntüler o savaşlardan daha acıydı. Düşman ortada yoktu, oturdukları evler, barındıkları yerler onları altına almış, preslemiş, cılkını çıkartmıştı. Düşman kendi yaptıkları sığınaklardı. Düşmanları tanrılar değil, kendi elleriyle yaptıklarıydı.

Depremin olduğu bölgede daha önceleri de depremler olmuş, bundan binlerce yıl önce de Telepinu yine yapacağını yapmış, 250-300 bin insanın orada ölümüne sebep olmuştu. Bu olanlar yine olmaya devam edecek çünkü insanlar doğanın bir parçası olduğunu unutuyor, doğaya karşı durmaya çalışıyor. Eğer doğa ben deprem yaratırım, sel yaparım, fırtına çıkarırım, volkan patlatırım diyorsa bunu kabul edeceksin, doğanın bu eylemleri yapacağı bölgede bulunmayacaksın. Sen belki gökyüzünde asılı duran bir yıldızı buradan silahlarınla yok edebilirsin ama o yıldızın sadece senin dünyana düşmesi, sadece senin neslini değil, yeryüzündeki tüm yaşamı yok edecektir. Seni yaratan zaten doğa, onun tözü senin içinde, başka tanrı arama o sensin zaten, o zaman tözüne uygun yaşamak zorundasın.

Sakine telefonda ağlıyordu, “Herkes öldü Ulvi, herkes; annem, babam, kardeşim Semih. Felaket oldu burada, ne olur gel bize sahip çık.”

Ulvi, gözlerine dolup taşmak üzere olan yaşları başparmağıyla geri iterek konuşmaya başladı:

“Sakine ne oldu, hiçbir şeyden haberimiz yok. Televizyonda sadece Maraş’ta deprem diyor ama diğer illerde de yıkımlar var diyor, durumunuz ne?”

Sakine çığlıklar atarak ağlamaya devam ediyordu, “Konuşamıyorum şimdi, n’olur gel buraya, jipini al gel, burada her yer yerle bir oldu, kaldırılacak çok şey var, annem, babam, Semih evin altında n’olur gel.”

Ulvi, Sakine’nin kendine gelmesi için ona bir baba tavrıyla; ”Bak güzelim, sen adın gibi sakin olmalısın, ayakta kalmalısın, orada yardıma muhtaç insanlar var. Ben şimdi İstanbul’dayım, buradan Ankara’ya geçip, aracı alıp hemen sana doğru geleceğim. Tüm arkadaşların Hatay’da buluşmasını sağlayacağım. Yeter ki sen sakin ol, Samandağ’dan ayrılma sakın, hepimiz oraya geliyoruz” dedi. Sakine kısa bir cevapla “Çabuk gelin” diyerek telefonu kapattı.

Sema, çoktan valizleri hazırlamıştı, televizyonda gelişmeleri izliyordu. Sabah saat 07.00’deki Ankara uçağına yetişmek üzere otelden ayrılıp havaalanına gidecek bir taksiye binmişlerdi. Taksiye biner binmez Sema’nın telefonu çaldı, arayan Didem’di.

“Felaketi mutlaka duymuşsunuzdur, ne yapıyorsunuz? Ankara’ya gidiyor musunuz?”

Sema Ulvi’nin gözlerine bakarak konuşmasını sürdürdü, o bakışlarda konuşmasını onaylamasını bekliyordu. “Evet, ikimiz de Ankara’ya gidiyoruz ama Ulvi, Ankara’dan Hatay Samandağ’a gidecek, ben Ankara’da her şeyi organize ettikten sonra, oraya geçerim.”

Didem cevap verirken bu sefer ağlıyordu, zar zor konuşarak; “Ben de bugün buradaki işlerimi organize edeceğim, beni bekle Semacığım. İznik’ten arkadaşım Emine ile gelip seni alırız. Birlikte Karayolu ile gideriz, havaalanları çok hasar görmüş, uçaklar iniş yapamıyormuş. Emine uluslararası bir yardım kuruluşunun Türkiye temsilcisi, kendisi Hatay’da bir base kuracak orada, ona da yardımcı olmak istiyorum. Hepimiz oraya yardım etmeliyiz. Konuşuruz sonra, Ulvi’ye dikkatli olmasını söyle, görüşürüz canım benim” dedikten sonra telefonunu kapattı.

Ulvi havaalanının hasar aldığını duyunca çok sinirlendi. Havaalanı fay hattına yapılır mı? Hadi yapıldı, deprem de hasar görmeyecek şekilde bir inşaat olmalıydı. Ama artık herkes buna alışmıştı. Çorlu’da altında rayları tutması gereken menfez döşeme kaymış gitmiş, üzerindeki tren devrilmiş, sonucunda 25 can kaybı, 300 den fazla yaralı vardı. Sonuçta, o hatayı yapan müteahhit ve mühendisler suçlanmadı, makinist ve hareket memuru mahkemeye göstermelik çıkarıldılar. Ülke 5 büyük inşaat çetesine teslim edilmiş, kontrolleri de kendilerine verilmişti.

Daha önceden kendi ekibindeki arkadaşlarının telefonlarına gönderdiği mesajı yenilemek zorunda kaldı.

“Hatay havalimanı pisti hasar görmüş, uçakla gelemezsiniz. Aranızda organize olun, bir kısmınız küçük otobüs, minibüs kiralasın; bir kısmınız kamyon, kamyonet kiralasın; bir kısmınız da arazi aralarıyla gelin. Her türlü araca ihtiyaç olacaktır. Derneğin şube banka hesaplarında ne kadar nakit varsa yanınıza alın, Orada ATM’ler çalışmıyor olabilir. Hepinizi Samandağ’a bekliyorum lojistik sorununu oradan çözeceğiz.”

Ulvi’nin yazdığı mesaja 12 merkezden sadece 10’undan cevap geldi. 2 merkezden cevap gelmedi. Adıyaman, Gaziantep şube başkanları Vural ve Fırat büyük ihtimalle uydu telefonlarını kaybetmiş olmalı, diye düşündü Ulvi. Öldüklerini düşünmek istemiyordu.

Ankara’daki eve vardıklarında saat 10.25’ti. Ulvi’nin cep telefonunda okunmamış bir mesaj vardı; Cenevre’den Luwian Civilization vakfı başkanı Marc Haussen’den geliyordu. Mesajda “Ulvi, çok üzgünüm, çok büyük felaket, vakfımız depremde kullanılmak üzere hesabınıza 1 milyon euro bağışta bulunmuştur. Gelişmelerden bizi haberdar ediniz. Türk milletine geçmiş olsun” yazıyordu.

Ulvi biraz gurur duysa da bu yardım için erken bir aksiyon olduğu için Marc’a biraz kızmıştı. O kadar da aciz bir ülke de değildik yani en azından kendi toplumumuz bu yaraları saracak kadar sağ duyuludur, diye düşündü. Cevap olarak “Teşekkürler, gelişmeleri sana bildiririm” diye kısa bir mesaj yazdı.

Ankara’da bankaya uğrayarak yanına 500 bin TL nakit para aldı. Yaklaşık 15 gün kalacak kadar kıyafet aldı. Yola çıktığında Elbistan başkanı Barış tekrar aradı “Ulvi başkanım, Elif, Zübeyde, Zeynep, Ogün, Erol, Hakan, Mehmet, Cengiz, Tamer, Sakine’ye ulaştım. Bir tek Vural ve Fırat cevap vermedi, akrabalarına ulaştım sordum, hayatta olup olmadıklarını bilmiyorlar. Herkesi Samandağ’a yönlendirdim, benim burada durumum kritik. Ailemde çok kayıp yok ama hemşerilerimin bana ihtiyacı var, burada kalmak istiyorum” dedi. Ulvi Barış’a “Doğru düşünmüşsün. Arkadaşlar Samandağ’a gelsinler, oradan diğer illere onları göndereceğim. Ne kadar ile ulaşırsak o kadar çok yardımımız dokunur. Neye ihtiyacın varsa mesaj yaz, telefonla ara” dedikten sonra telefonu kapattı. Kayseri’ye gelmek üzereyken aracının yolda sarsıldığını ve direksiyonun kontrolünü hafifçe kaybettiğini düşündü, saat 13.24’ü gösteriyordu.

Deprem, aynı gün saat 13.24’te, merkez üssü Elbistan olarak 7.6 şiddetle tekrarlamıştı.

Bu seferki yıkımda Telepinu ve Santa yarım kalmış işlerine devam ettiler, daha fazla yıkım, daha fazla can kaybı. Hatay, Elbistan, Pazarcık, Gaziantep en çok hasar alan yerlerdi. Her ne kadar iktidar bu yıkımı bile bir siyasi slogana cevirse de gerçekten 100 yılın felaketi bu depremdi. Öyle tanrılardan gelen bir şey değildi, doğanın bize yıllardır yaptığı uyarıydı: “Ben deprem yaratırım, yaratacağım da.“

Ulvi saat 20.00 olduğunda İskenderun’a varmıştı. Sahil bölümü tamamen sular altındaydı. Birçok bina, devlet hastanesi hasarlıydı. Oradan Hatay’a geçmek istiyordu. Ama jandarma araçlara yol vermiyordu, kargaşa vardı. Kamyonlar, otobüsler ve sivil arabalar yolu tamamen tıkamıştı. İskenderun’dan hem çıkmak isteyenler vardı hem de yakınlarına gelmek isteyenler.

Ulvi tüm gece cipin önündeki vinç ve arkasındaki çeki demiri ile birçok moloz çekerek yıkıntılara yardım etti. Sema ve Sakine ara sıra onu arayarak durumu hakkında bilgi alıyordu. Sabah gün doğarken, bir fırsatını bulup Hatay’a geçti.

İnsanlık tarihinin en eski şehri, mağaralarında paleolitik cağdan kalma insan kalıntıları ile en eskisi, Büyük İskender’in komutanlarından Antigonos’un kurduğu Antiokheia, yüz yıllarca bölgenin en medeni en çok nüfusunun yaşadığı Antakya’sı artık yerle bir olmuştu. Şehrin tam ortasından geçen yeşil rengi ile Asi Nehri, kahverengi çamur renginde, hatta kırmızıya çalan kan rengiyle akıyordu. Hatay’da durum gerçekten çok kötüydü. Samandağ’daki durumu gördükten sonra, ekiple birlikte olduktan sonra tekrar buraya gelmenin daha doğru olduğunu düşündü.

Yola devam ederken 5 kişilik bir ailenin yol kenarında el salladıklarını gördü. 35 yaşlarında uzun boylu zayıf bir adam ve yanında 30 yaşlarındaki eşi ve belki en büyüğü 5 yaşında olan 2 kız, 1 erkek çocuk. Arabayı sağa çektikten sonra yolunu çevirenlerin Suriyeli bir aile olduğunu öğrendi. Samandağ’a gittiğini söyledi, onlar ise Yayladağ’a gidip oradan sınırı geçip ülkelerine gitmek istediklerini söylediler. Ulvi Yayladağ sapağına kadar onları alabileceğini söyledi, kabul ettiler, şükranlarını sundular.

Adamın adı Yusuf’tu, iyi Türkçe konuşuyordu. “Ahh beyefendi, böyle felaket yok, Suriye’nin kuzeyi de yerle bir olmuş, ailemiz orada, onlara ulaşmak istiyoruz. Buraya gelmiş köylülerimiz, akrabalarımız hepsi öldü. Biz buraya yeni kaçmıştık, bir konteynerda kalıyorduk, o konteyner bile yamuldu. Allah bize depremi, ceza olsun diye verdi. Günahınız çok dedi.”

Ulvi bu adamla tartışmak istemiyordu, depremin doğal bir olay olduğunu, tanrılar ile ilgili olmadığını biliyordu, ilkel insanların masalsı inanışlarıydı bunlar.

İnsanlar korktukları doğa olayları için tanrılar yaratıyorlardı; fırtına tanrısı, gökyüzü tanrısı hiddeti yüzünden genelde baş tanrı oluyordu. Ölenleri takip eden yeraltı tanrısı oluyordu. Eğer denizden beklentisi varsa deniz tanrısı, tarımdan, topraktan bir beklentisi varsa bereket tanrısını yaratıyordu. Bu tüm insanlık için geçerli bir şeydi. İnsanlar istekleri doğrultusunda kendi tanrılarını yaratıyordu.

Samandağ’a ulaştığında buradaki durumun da oldukça kötü olduğunu gördü. Deniz kıyısına indi. Musa ile Hz. Hızır’ın buluştukları yer Mecma-ül Bahreyn’de (Asi Nehri’nin denize karıştığı yer) Hz. Hızır Türbesi kapısının yanındaki Palmiye ağacı altında Sakine’yi gördü. Elinde uydu telefonu ile konuşuyordu. Ulvi aracından indi, Sakine onu görünce telefonunu kapattı, gözleri yaşla dolmuştu, hıçkıra hıçkıra kollarını açtı, Ulvi’ye sımsıkı sarıldı, sanki o an düşmek üzereydi. Tüm ağırlığını Ulvi’ye teslim etmişti. Ulvi, Sakine’ye sağ salim kavuşmuştu. O her zaman bakımlı, güzel kadın, toz toprak olmuş saçları, ter kokan vücudu ile yıpranmış, çaresiz kalmıştı. Bir iki dakika kadar birbirlerine sarılı durdular.

Sakine, Ulvi’nin Sema ile evlenmeden önce aşık olduğu kadındı. Ulvi, Bodrum’daki yazlıklarının site toplantısında görmüştü onu. Siyah saçları, Arap kadınlarına özgün gözleri ve kaşları, etli dudakları, buğday teni, kusursuz bacakları vardı. O zamanlar haziran olmasına rağmen mini eteğinin altına naylon çorap giymesi dikkatini çekmişti, bu sıcakta olacak şey değildi. İç mimar’dı ancak hem sitenin satılmamış villalarının satış işlemlerini yapıyordu hem de sitenin idari işleri müdürüydü.

Ulvi toplantı sonunda, elindeki mohito bardağıyla yanına yaklaşıp “Umarım mohito sizi serinletir, toplantı için fazla resmi giyinmişsiniz, yaz gününde naylon çorap” demişti. Sakine, mohito bardağını alıp yarısına kadar içmişti. “Ben aynı zamanda tango hocasıyım, bacaklarım kusursuz olmalı, öyle selülit, sarkma olmamalı bu yüzden de elimden geldiğince koruyorum, bacaklarıma kafayı takmış Ulvi Bey” dedikten sonra uzun adımlar ile toplantıyı terk etmişti.

Ulvi bu ilk karşılaşmanın tatsızlığını gidermek için oldukça fazla çaba göstermek zorunda kalmıştı. Sonunda Sakine’yi ikna etmiş, Maça Kızı’nda yenilen bir akşam yemeğinden sonra, ilk tangolarını yapmış ve sevgili olmuşlardı. Daha sonra 3 yıl boyunca Ulvi, Bodrum-İstanbul arasında sık sık gidip gelmek zorunda kalmıştı. Uzak mesafeli ilişkilerde en büyük sorun kıskançlık olurdu. Sakine her ne kadar kendine güvense de kıskançlık dozunu ayarlayamıyor, gittikçe şiddetleniyordu. Bu durum da Ulvi ve Sakine arasında bazen şiddetli kavgalara neden oluyordu.

Babasının asistanı Sema ile karşılaşana kadar, Ulvi ve ailesinin gelin adayı Sakine idi. Sakine’nin ailesi Hatay Samandağ’da yaşıyordu. Ulvi birkaç kez onları ziyarete de gitmişti. Ulvi’nin Sema’ya yönelmesi ile Sakine, Ulvi’den önce nefretle ayrıldı, sonra sakinleşti, bu durumu kabullendi. En nihayetinde Ulvi başka bir kadına aşık olmuştu. Aynı şey onun da başına gelebilirdi. Aradan yıllar geçmişti, Ulvi “Işık İnsanları” adında bir oluşum kurmuş, Anadolu’da unutulmuş medeniyetlerden Luviler, Antakyalılar, Mittaniler, Samiler, Ezidi ve Süryaniler ile ilgili ne kadar ilgili insanlar varsa bunları daha sonradan kurduğu Anadolu Kültür Derneği çatısı altında toplamıştı. Sakine, kendi isteğiyle Hatay şubesi başkanlığını üstlenmişti. Hatay’a ailesinin yanına dönmüştü, burada iç mimarlık işi ile ilgileniyordu.

Onlar birbirlerine sarılmış dururken yanlarına gelen bir adam birden Ulvi’nin sağ tarafından bir kasap bıçağını karın bölgesine doğru soktu, üzerindeki kazak ve gömlek delinmiş birden kan sağ tarafına yayılmıştı, bıçağı çıkarttıktan sonra aynı şekilde iki üç kere daha aynı yere soktu çıkarttı.

O sırada bağırmaya başladı, “Yaptığın inşaatlarda öldü benim yavrularım, sen burada aşk yaşıyorsun, sen de öleceksin” diye bağırıyordu. Çevreden insanlar gelip elindeki bıçağı almaya kalsalar da o sırada korumak için kolunu uzatan Sakine’nin kolunu çizmişti, iki kez de yere düşmüş Ulvi’nin bacaklarına bıçağı sokmuştu. Ulvi’nin kanı betona yayılıyordu. Adamın üzerine diğer insanlar atılmış, elinden bıçağı almışlar ve dizleri ile üzerine bastırıp ayağa kalkmasını engellemeye çalışıyorlardı.

Şaşkınlık içindeydi herkes. Adamı yere yatıranlardan biri “Lan Mesut sen ne yaptın lan, bu adam müteahhit Cem değil ki? Yanlış adamı bıçakladın deyyus, ne yaptın lan sen!” diye bağırıyordu. Sakine buz kesmişti şimdi, donuk bakışlar içinde, “Ulvi, Ulvi ne olur cevap ver, iyi misin?”

Ulvi vücuduna yayılan adrenalin ile hızlı hızlı nefes alıyordu, Sakine hemen toparlandı “Çabuk hastaneye adam kan kaybediyor, hemen hastaneye” diye bağırıyordu. Aklına birden Ulvi’nin cipi geldi, başına toplanmış insanlara onu arabaya taşımalarını istedi. Ulvi’yi arka koltuğa uzattılar. Yanına bir genç oturdu, ön koltukta ise orta yaşlı bir kadın vardı. Arabayı daha önceden de kullanmıştı, direksiyona geçti, 100. Yıl Özel hastanesi, depremde en az zarar gören hastaneydi. Devlet hastanesi önü zaten ana baba günüydü ama bu hastanenin önünde kimse yoktu, acil kapısının önüne park etti, zaten devamlı yaralı geldiği için acil ağzına kadar doluydu. Sakine, hastane cerrahı Oğuz’un kuzeniydi. Onu aradı, müşahede odasından çağırdılar. Oğuz durumu görünce bir sedye istedi ve o sedye üzerinde kanın durdurulması için ne gerekiyorsa yaptı. Sonra herkesi oradan çıkarttı. Dışarıda beklemelerini söyledi.

Yaklaşık 1 saat sonra Doktor Oğuz dışarı çıktı.

Sakine o sırada hastanenin bekleme salonunda ağlıyordu. Sakine’nin yanına geldi “Eski eniştenin durumu iyi, vücudu yağlı olduğu için bıçak iç organlara zarar verememiş, bazen biraz kilolu olmak sağlığa o kadar da zararlı değilmiş yani. Geçmiş olsun Sakine, bu gece için bir yer ayarladım ama çok fazla ağır yaralı geliyor, yarın benim eve götürelim, başka yere gidip onu kontrol edebilecek vaktim olmayabilir” dedi. Sakine “Benim oturduğum evde çok hasar yok, bana da götürebiliriz” dedi. “Oğuz bence sen de gel benim evde kal, senin oturduğun yer çok katlı, hala ne olacak belli değil. Benim evim tek katlı hem evde iki doktor var, ben yoksam Yeşim bakar ona.” Sakine “Ben şimdi Sema’ya ne diyeceğim? Bıçaklayan adamın evini benim erkek arkadaşım Cem’in babası yapmıştı. Biz Ulvi ile birbirimize sarılınca adam Ulvi’yi o sandı. Kafasını benim yüzüm engelliyordu, ben bıçağı görüp uyarana kadar adam kaç kez bıçakladı bilemiyorum” dedi.

Sakine, arabaya geri döndüğünde Ulvi’nin telefonunun zilinin çaldığını duydu. Arayan Sema’ydı. Telefonu açtığı anda “Sevgilim, üç kez aradım açmadın, bir şey yoktur inşallah” diyen Sema’yı duydu. Sakine yutkundu, sesini biraz değiştirerek Sema’nın çok endişelenmesini istemeden “Sema merhaba ben Sakine. Burada yanlış anlamadan dolayı bir ufak kaza oldu, Ulvi hafif yaralandı ama durumu iyi şu anda. Kuzenim Oğuz onunla ilgileniyor” dedikten sonra Sema arka arkaya sorularla hadiseyi öğrenmeye çalıştı. Sakine de bütün olanları detayları ile anlattı. Sema hemen yola çıkacağını söyledi, telefonu kapatmadan önce son kez “Sakine telaştan senin acını atladım. Annen, baban ve Semih’i kaybetmişsin, çok üzüldüm, başın sağ olsun. Ulvi konusuna gelince, bu dünyada kendimden sonra Ulvi’yi emanet edeceğim ilk insan sensin, onu benim kadar sevdiğini biliyorum. En kısa zamanda yanınızda olacağım. Bana ne tür ihtiyaçların varsa yaz lütfen, ben ve arkadaşlarım oradaki insanlara yardımcı olabilmek adına yola çıkıyoruz hemen. Kendine ve Ulvi’ye dikkat et” dedi ve telefonu kapattı.

Sakine telefonu kapattıktan sonra “Haklısın Sema, onu en az senin kadar seviyorum” dedi.
 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 
Metin Çoban
 
 
 

Luvi Tanrıları

Tarhundas: Gökyüzü ve baş tanrı
Maliya: Nehirlerin, bahçelerin, zanaatkarların tanrısı
Arma: Ay Tanrısı
Tivat: Güneş Tanrısı
Kamrusipa: Şifa ve tıp Tanrıcası
Kurunta: Av Tanrısı
Santa: Ölüm Tanrısı
İyyari: Veba ve Savaş tanrısı
Kvanza/Gülses: Kader Tanrıcası
Kubaba: Karkamış Kralicesi
 
 
Hz. Hızır Türbesi: Hatay Mozaik | HATİAB – Hatay İş Adamları ve Bürokratları Derneği
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

6 YORUMLAR

  • Yanıtla Emine Öztürk 22 Şubat 2024 at 17:15

    Sevgili Metin ,ilk bilmem kaç paragraf göz yaşım aktı akacak, tüylerim diken diken okudum. O dehşet günlere geri döndüm. Muazzam etkiliydi cümlelerin. Umarım bir daha ülkemiz böyle bir felaket yaşamaz ve yazmak zorunda kalmayız.🙏

    İlerleyen bölümde “İznikli Emine” beni gülümsetti. Ve inanılmaz da mutlu etti. Senin yazılarında karakter olmak bana inanılmaz iyi hissettiriyor. Var ol..

    Harika bir bölümdü. Devamı için sabırsızım. 😉

  • Yanıtla Metin Çoban 24 Şubat 2024 at 14:20

    Senin gözünden çıkan bir damlaya kıyamam sevgili Emine, maalesef geçen sene çok büyük bir acı yaşandı.
    Orada o felaketi yaşayanlarla konuştum, benim anlattıklarım onların anlattıkları yanında hiç kalır. Açıklanan kayıplar, yaşanan trajediler.
    Ancak öyküm ilk çağlardan başlayan bir öykü, insanlar her doğa olayını bir tanrının gazabına bahşediyor. O felaketin tanrısını insan kendisi yaratıyor.
    Halen de bu tür felaketi Allahın tecellisi gibi görüyorlar, kafa halen aynı yani.
    Öykülerimde dostlarımdan bahsetmeyi seviyorum, çoğu kahramanım da bizzat dostlarım. Onlar kızmadığı sürece onlardan öykülerime katılmalarını istiyorum.
    Yani eylemlerim sürecek ✌️
    Yorum yaptığın için çok teşekkür ederim 🙏

  • Yanıtla Mucella Celik Türkoğul 1 Mart 2024 at 05:13

    Önce boğazım düğümlendi , sonra nasıl bir noktaya evrildi hikaye, inanamıyorum size. Devamını bekliyorum heyecanla, tebrikler.

    • Yanıtla Metin Çoban 3 Mart 2024 at 11:06

      Mücella Hanım vakit ayırarak öyküme yorum yazdığınız için çok teşekkür ederim. Maalesef geçen sene yaşananlar hepimizi yerle bir etti ama halen o bölgede eksikliklerin devam etmesi ve bölgede yaşayan insanların sorunlarının çözüme kavuşturulmamış olması oldukça sinir bozucu. Benim için dergide ayrılan bu bölümde, her zaman yapılan haksızlıkları, çevre katliamlarını, insana eziyeti yazmaya devam edeceğim.
       
      Tekrar size teşekkür ediyorum, sevgiler.

  • Yanıtla Josef Kılçıksız 4 Mart 2024 at 02:29

    Ruhuma hem düğüm atan hem çözen bir hikayeydi.
    Çok teşekkür ederim Metin hocam.
    Sevgiler

    • Yanıtla Metin Çoban 5 Mart 2024 at 08:28

      Yorumun için çok teşekkür ederim sevgili Josef.
       
      Sevgiler

    Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan