Yazılı Metin

Işık İnsanları | Mater Ana

5 Mart 2024

Öykü: Işık İnsanları | Mater Ana | Bölüm 4 | Yazan: Metin Çoban

 

İndeks

40 Kızlar | Luvi Mührü | Işık İnsanları | Bölüm 1
Kumarbi Efsanesi | Işık İnsanları | Bölüm 2
Deprem | Işık İnsanları | Bölüm 3
Mater Ana | Işık İnsanları | Bölüm 4
Manifesto | Işık İnsanları | Bölüm 5

 
 

4. Bölüm | Mater Ana

 
İktidarın yaşanan deprem karşısında elinin kolunun bağlı kalması, en hızlı şekilde getirmesi gereken yardımı yerine ulaştıramaması, çaresizliğine bahane bulmak amacıyla icat ettiği “yüz yılın felaketi” üzerinden 3 gün geçmişti. Her yerde bir can pazarı, her yerde acı ve endişe, her yerde bir uğultu, feryat sesleri vardı. Artçı depremler devam ediyor, yıkılmamış son birkaç hasarlı bina da bu sert artçılar yüzünden yıkılıyordu. Mobil telefonlara hat verilemiyor, sıhhi yardım ve gıda yardımı yapılamıyor, yollar açılamıyor, enkaz kaldırılamıyordu.

Her kafadan bir ses çıkıyor, sivil kuruluş AHBAP, resmi kurum AFAD’ın yapamadığını yapıyordu. Kızılay ise ortada olmadığı halde, elindeki stokları satarak ticaretinin peşindeydi. İnsanlar için birkaç yardım kuruluşu kayıtsız, çıkarsız yardım ediyordu. Bu karanlık günlerde, dara düşmüş insanlara ışık olmaya çalışıyorlardı.

Işık İnsanları gurubunun görevlileri de önce Hatay, Samandağ’a gelip başkanları Ulvi Işık’ı hastane de ziyaret ettikten sonra görev paylaşımı yaparak diğer illerde yardıma muhtaç insanlara ulaşmak üzere yola çıktılar. Ulvi’nin durumu iyiydi. Gece hastanede kalması gerekiyordu ancak hastaneye gelen o kadar çok yaralı vardı ki Doktor Oğuz, Ulvi’yi kendi evine gönderdi.

Boşta bir ambulans olmaması nedeniyle Sakine, Ulvi’nin cipi ile Oğuz’un evine geldiğinde, Oğuz’un eşi Yeşim kapıda bekliyordu. Onu kış bahçesi olarak da kullandıkları salonun önündeki verandada bulunan bir çekyata yatırdılar. Hem her taraf cam olduğu için onu izleyebilecekler hem de her hangi bir sarsıntı da bir yıkılma olursa bulunduğu yer tahliye edilmesi için kolay bir yerdi.

Yeşim, ağrı kesici bir iğne yaptıktan sonra Sakine’nin yanına geldi. Sakine telefonda, Samandağ’a yeni gelmiş Sema’ya evin adresini veriyordu. Yeşim konuşması biten Sakine’ye buzdolabında bulunan yiyecekleri gösterdi.

Yarım saat sonra Sema kapıda bekliyordu. Ellerinde valizlerle 4 genç duruyordu yanında.

Valizlerin içinde sıhhi yardım malzemeleri, sargı bezleri, şırıngalar, ağrı kesici ilaçlar bulunuyordu. Sema çıkmak üzere olan Yeşim ile kısa bir tanışma ve konuşmadan sonra yanındaki 4 genci Yeşim ile birlikte Hastaneye gönderdi. Sema gözleri Ulvi’yi ararken, Sakine’ye sımsıkı sarıldı. Sakine, Sema’nın telaşını anlayarak “Merak etme durumu çok iyi. Yeşim ağrı kesici yaptı. Kış bahçesine yatırdık, orada uyuyor” dedi.

Kış bahçesine götürdüğü Sema’nın, Ulvi’yi uyandırmasını istemediğinden elini tutarak Ulvi’ye sarılmasını engelledi. Sema, Sakine’nin bu davranışını makul karşıladı ve haklısın der gibi eliyle işaret etti.

Salona geçip oturduklarında, bulundukları yerden Ulvi’yi rahatlıkla görüyorlardı. Sakine, Sema’ya karının aç olup olmadığını sordu, Sema yolda bir yerde yemek yediğini söyledi. Yine de birlikte bir kahve yaptılar.

Sema tekrar Sakine’ye baş sağlığı diledikten sonra başından geçenleri sordu. Sakine olanları anlatırken kanı çekilmiş gibi oldu. Buğday rengi teni soluklaşmıştı, bitkin haldeydi, üç gündür en fazla beş altı saat uyumuş olmalıydı. Sema geçmişte kendine rakip gördüğü Sakine’yi sanki kendi kızıymış, kız kardeşiymiş gibi sıkı sıkı sarılarak onunla birlikte ağladı.

Sakine, Işık İnsanları gurubundaki diğer arkadaşları ile uydu telefonundan görüşmeler yapıyor, yapılacak yardımlar için yönlendirilecek kuruluşları onlara söylüyordu. O sırada hükümet tüm yardımların AFAD kontrolünde olması için zorlamada bulunuyordu. Sakine mevcut kuralların dışına çıkılmamasını söyledi, telefonu kapattı. Ulvi bu saldırıya uğramasa onun şu anda yaptığı uyarıları ve yönlendirmeleri yapacaktı. Kendini suçlu hissetti, onun erkek arkadaşı Cem’e benzettiği için, Mesut denen kişi tarafından bıçaklanmıştı. Cem’i arayıp sormamıştı bile, aklına bile gelmemişti, demek ki ona karşı herhangi bir hissi yokmuş. O da onu arayıp sormamıştı, belki enkaz altındaydı, belki de başına gelecekler yüzünden kaçmıştı.

Ulvi’nin yattığı yatağın üzerinde 2 ışık topu sanki dans eder gibi geziniyordu.

Sakine Sema’ya Ulvi’ye doğru bakmasını söyledi. Ulvi’nin üzerinde 2 ışık topu hareket halindeydi. Dışarıya baktılar, bir cep fenerinin yansıması mı diye ama sadece iş makinelerinin ışıkları çok uzaktan görünüyorlardı. Onların bu tip bir yansımaları da olamazdı. Ulvi’yi uyandırmak gerekir mi diye birbirlerine baktılar, Ulvi gözleri kapalı olsa da o ışıklar ile iletişim halindeymiş gibi, yüzünde mimikler beliriyordu. Bazen gülümsüyor, bazen tedirgin haller alıyordu. Işıkların ona zarar vermediği her yönden belli oluyordu. Bu inanması güç, kozmik bir olaydı. Sakine bu olayı sonradan Ulvi’ye göstermek istercesine cep telefonundan video çekmek istedi fakat telefonunun ekranında o ışıkları göremedi. Sema ve kendisi dışında bu ışıkları gören var mıydı acaba? Öylece ışıkları seyrettiler. Dört veya beş dakika sonra ışık topları kayboldu.

Ulvi uyandı, elini kaldırdı, “Sakine bana su verir misin?” dedi. Sema bu çağrıya biraz bozulsa da en nihayetinde onun orada olduğunu henüz bilmiyordu. Bardağa suyu Sakine koydu, ama Sema’ya uzattı. Sema su bardağını Ulvi’ye uzattığında Ulvi önce şaşırdı fakat ardından yüzünde bir aydınlanma ve mutluluk belirdi. “Geldin mi aşkım?” dedi. Sema, Ulvi’nin dudaklarından bir öpücük aldıktan sonra “Geldim aşkım. Geçmiş olsun. Şimdi nasılsın?” diye sordu. Ulvi iyi olduğunu söyledikten sonra ekibi hastanede gördüğünü hatırladı, onların durumunu ve genel durumu sordu.

Sema, Ulvi’nin konuşabilir halini görünce az önce o uyurken üzerinde 2 ışık topunun gezindiğini söyledi. Sakine de Sema’yı doğrularcasına “Ulvi yoksa ışık sana göründü de ışığa doğru yürümedin mi?” diyerek espri yaptı. Sema, Ulvi’nin yanağını sıkarak “Bize görünmez öyle ışıklar falan, eee ne de olsa sen Işık İnsanları liderisin” diye gülümsedi. Ulvi yastığını işaret etti, Sema yastığı yükseltti.

Dışarıdaki hummalı çalışmaları ve kargaşayı gördükten sonra sesinde bir titreme ile konuşmaya başladı Ulvi:

“Çok ilginç bir şey yaşadım az önce, başlarda rüya görüyorum sandım, sonra anladım ki bu kozmik bir olay, ister inanın isterseniz inanmayın ve ‘Rüya görmüşsün sen’ deyin. Önce 4 kral belirdi önümde. Psidana, Likya, Karya ve Arzawa kralı olduklarını söylediler. Sonra adının Hermes ya da İslam dininde geçen İdris, halkın arasında adının Hızır olduğunu söyleyen bir tanrı geldi. Bana;

‘Ulvi seninle karşılaşacağımızı bu günü zaten biliyordum. Sülaleni ve seni yıllardır izliyorum. Yıllar önce Musa Peygamber ile burada seninle bu buluşmayı yapmak için Mecma’ul – Bahreyn; denizle ırmağın birleştiği yerde, Asi Irmağı ile Akdeniz’in birleştiği yerdeyiz.’ dedi.

Birden çok şaşırmıştım. 4 kral gelmişti, şimdi bir de tanrı. Ayağa kalkmak istedim, kalkmamam için işaret etti, mıhlandım kaldım. Hermes yani Hızır konuşmaya devam etti.

‘Malum hikâyeyi biliyorsundur, ben 5 yaşında iken tanrı Apollon’un ineklerini çaldım. Apollon, beni, Zeus’a şikâyet etti, Zeus da şu ayaklarımdaki kanatlı ayakkabılar ile haberleşme yeteneği ve ölüleri taşıma işi verdi. hatırla Truva’da Hektor’un cesedini alması için yaşlı kralı Priamos’u Akhilleus’a gönderen bendim. İlk elbiseyi diken benim, sizin toplumunuzda kim dara düşerse ona gelip yardım eden Hızır benim.

Geçmişten, gelecekten haber getiren benim. Sana da gelecekten bir haber getirdim. Senin İsviçre’deki ortağın Luwian Civilization derneğinden gelen 1 milyon Euro için hakkında soruşturma açılacak. Bu soruşturma sonucu Osman Kavala gibi seni bir yıldan fazla zaman hapsedecekler. Sonunda ikiniz de bu haksız çileyi çektikten sonra dışarı çıkacaksınız. İkinizin de etrafında insanlar toplanacak. Ülkeniz aydın insanlar, ışık insanları tarafından yönetilecek; huzuru ve medeniyeti o zaman bulacaksınız.’

Hermes’in konuşması bitince yersarsıntısı gürültüsü ile üzerinde İnka Aztek motifleri olan, saçları iki taraftan örgülü beyazlaşmış saçları, çok kırışık bir derisi olsa da parlak duran cildi, derin siyah gözleri olan uzun boylu bir kadın göründü.

Krallar ve Hermes kadının önünde eğilerek selam verdiler. Kadına “Mater Ana” diyorlardı. Kadın elini bıçak yaralarıma sürdüğü anda, tüm acılarım dinmişti, sapasağlamdım.

Davudi bir ses ile konuşmaya başladı:

‘Anladığın üzere adım Mater, yani Mother, yani Ana, yani Toprak Ana’yım ben. Sen bu kralların, Luvilerin soyundan gelen evladımızsın, Anadolu’da yaşamış bu topluluğun devamısın, onlar için görevlendirildin, seçildin. Gördüğün bu krallardan sonra Helenler, Persler, Romalılar, Moğollar, Türkler geldi bu topraklara, onlar canlarını korumak için o istilacılar gibi yaşadılar, onların isimlerini, dinlerini aldılar ama Anadolu’da burada kaldılar.

İstilacılar, sonradan buraya gelenler, dışarıdan geldiler, onlar da benim çocuklarım, onları da ayıramam. Dünyada her yerde aynı verimim yok benim. Bazı yerlerim çorak; oralarda çöl var buzul var. Bazen aç kaldıkları için bazen de insanların aç gözlülüğü yüzünden savaşlar, istilalar oldu. Bense bunları hiç istemedim.

Bu evren ateşten oldu, ateş olup da yok olacak. Zaman geçti; ateş soğudu, ben oldum. Su verdim, hava oldu. Bu dört etken ağaç oldu, ot oldu, ekin oldu, hayvan oldu, insan oldu, olmaya devam ediyor, edecek de. Yani öyle birileri ol deyince olmadı.

Yıllar önce Luvilerin tanrıları vardı; Tarhundas, Tivat. Asurların, Hititlerin, Mısırların tanrı ve tanrıçaları vardı, Helenlerin tanrıları vardı, bu tanrıların hepsi yok oldu, şimdi kimse onlara inanmıyor. Nedeni o tanrılar, insanların kendi akılları tarafından yaratılmış tanrıları idi. Fırtınadan korktular, fırtına tanrısı, ekinleri artsın diye, şarap tanrısı, deniz tanrısı icat ettiler. Sonra semavi dinler geldi, onlar bile kendi tanrılarını yarattılar en yaygın dinlerin bile kendilerinin kurallarına göre üç tanrısı oldu.

Gerçek olan ise Ulvi evladım; tanrı, yani töz, senin aklındır. Sen bu evrenin parçasısın, bu evrende olan her türlü molekül senin içinde, her türlü aminoasidi sen yaratıyorsun. Evrendeki aklı anlamak gerekiyor önce, insan bu evrendeki en zeki yaratık, hayvanlardan ayrılan birçok özelliği var.

Bu noktada doğru bilgiye ulaşabilmek ya da mutlu olabilmek için insanın içinde bulunduğu evreni tanıması, yasalarını kavraması, doğanın bilgisine sahip olması gerekmektedir. Doğa her gün değişim içinde, bu böyle sürecek, iyiler olacak, kötüler de olacak, doğanın kuralı bu, sen sendeki aklı ve enerjiyi kullanarak bunu bilecek, ona göre yaşayacaksın. Ölümden hiç korkma, unutma ki ölüm gelene kadar ölmek yok.

Her bir insan doğanın bir parçası, adeta bir yapı taşıdır. Bu nedenle insanların ırk, renk, coğrafya veya zenginlik gibi farklılıklardan dolayı ayrıma uğraması yanlıştır. İnsanlar, evrensel eşitliğe sahiptir. Evrensel bir devlet olmalı ve tüm insanlara eşit davranmalıdır. İnsanoğlu acı ve zevkin her çeşidini yaşayabilir, acıdan uzak durmak için çaba göstereceksin, zevk içinde kaldığın zaman bunu sınırlandıracaksın, tamamen zevk içinde bir yaşam da iyi değildir.

Önümüzdeki yıllarda insanların bunun farkına varması en büyük dileğimiz ve çabamızdır. Hızır evladım, mutlaka sana yaşayacakların hakkında bilgi vermiştir. Bunlar başına gelecek şeyler, sakın korkma. Mahkemelere çıkmaya başladığın zaman sana bugün söylediğim şeyleri iyice düşün, kendi duygularını da ekle. Sen bir Luvi insanısın, bir ışık insanısın, amacın insanları; aydınlık çağa, bilim ve felsefenin egemen olduğu zamana ulaştırmak için çaba göstermek. Tıpkı Sokrates, Platon, Seneca, Marcus Aurelius gibi sen de bir görevlisin. Onlar ülkelerinin sınırlarının genişlemeyi değil; mevcut yaşam bölgesinde insanların eşit şekilde, doğanın yasalarına uygun olarak yaşamalarını tavsiye ettiler. Onlar, insanlığın aydınlanması için gönderilmiş sözcülerdi. Halen de onların dedikleri ile dünya dönüyor.’

Mater Ana kış bahçesinin pencerelerinden dışarıya bakarak,

‘İnsanlarım için çok üzülüyorum, yüzbinlerce insanın evsiz kaldığını, öldüğünü ve sakat kaldığını görüyorum. Doğaya göre yaşamak yerine, kendi hırs ve cahillikleri nedeniyle başlarına bunun geldiğinin farkına varacaklar. Ama mevcut yönetimler, kendi seçmenlerini bir yerde tutmak için aynı yere yeniden yapılanma yapacaklar, bir sonrakine olmazsa daha sonrakinde yine yerle bir olacaklar.

Sana verdiğimiz görevi, elinden geldiği kadar yapmaya devam et. Sen bu dünyadan gittiğin zaman, sana inanan birçok ışık insanı daha olacak, onlar da senin başalattığın eylemi sürdürmeye devam edecekler. Biliyorum sana çok büyük görev veriyorum ama bu arkamda gördüğün krallar, birçok asker ve insanla mücadele ettiler. Daha iyi günler için kendilerini feda ettiler. Sağlık konusunda endişe etme, bıçak yaran iyileşti, seni bıçaklayan kişi ne yaptığını bilmiyordu, ben biliyorum onu sen de affedersin. Sakın davacı olma.

Yine seninle bir araya geleceğiz, mutlaka benim koynuma geri döneceksin, o güne kadar bu evren için elinden gelen her şeyi yap’ dedi.

Sonra ilk olarak krallar, ardından Hermes, en son da Mater Ana kayboldu. Çok susamıştım, Sema, sen geldin su verdin.”

Sema’nın telefonu çalıyordu, arayan Profesör Didem’di. Telefonu açtı, Didem konum istiyordu. Sema konumu gönderdikten 20 dakika sonra Didem ve yanında Emine kapıdaydı. Diğerleri ile tanıştırdığı Emine elindeki uydu telefonu ile deprem bölgesine gelen yardımların lojistik işlerini hallediyordu.

Didem, Profesör Berutti’nin gelemediğini açıklayıp geçmiş olsun dileğini ilettikten sonra şöyle devam etti:

“Berutti, İsviçre’den Marc Haussen ile görüşmüş. Marc’ın kendi bankası, Ulvi’nin bankasına gönderdiği 1 milyon euro yardım için soruşturma açıldığını söylemiş. Berutti senin avukatın Özlem Dinçer’i aramış. Avukat banka ile görüştüğünde paraya Masak tarafından bloke konduğunu, hakkında soruşturma açıldığını söylemiş. Özlem senin rahatsız olduğunu bildiği için sana haber vermeden konuyla ilgilenmeye başlamış bile. Gelen para için bankadan geri gönderme işlemlerini deneyecekmiş.”

Ulvi, Hermes’in bunların başına geleceğini söylediğini hatırladı. Sema’ya dönerek, “Sen Özlem’i ara aşkım, parayı geri göndersinler. Seninle ortak hesabımızda 500 bin dolar vardı, sen o parayı derneğin hesabına aktar, buradaki insanlar zor durumda yardıma ihtiyaçları var. Onlara yardım için bizdeki parayı aktar aşkım” dedi.

Sema tam telefonda avukat Özlem’i arayacakken, Emine kendi telefonunu kapattıktan sonra araya girip “Konuşmalarınıza kulak misafiri oldum, benim Türkiye başkanlığını yaptığım ECHO yardım kuruluşu (European Civil Protection and Humanitarian Aid Operations) her türlü yardımı sorgusuz sualsiz olarak Türk bankalarına yatırabiliyor. İsterseniz bizim merkezimiz Luwian Civilization ile irtibata geçsin, o parayı bizim üzerimizden gönderebilirsiniz” dedi.

Ulvi bu fikri beğenmişti, Avukat Özlem’de her türlü vekâletname vardı, bankada işlem yapmak içinde Ulvi buradaki şubeye giderek paranın geri gönderilmesi işini halledecekti. Yattığı yerden ayağa kalktı ve sargıları açmak istedi. Sema ve Sakine derhal müdahale etti

Sema “Ne yapıyorsun Ulvi, daha kötü olur, sargıları açma, yatağına geri dön” dedi. Ancak Ulvi o kadar sağlıklı görünüyordu ki kendi dahi inanamıyordu. Hemen hazırlanıp bankaya gitmeye karar verdi. Didem ve Emine onunla gelip paranın ECHO hesabına aktarılması durumunu görüşmek üzere Ulvi’nin arabasına bindiler.

Sakine çok yorgun ve bitkin görünüyordu. Sema buzdolabında olanlar ve kendi getirdikleri ile akşam yemeğini yapmaya girişti. Sakine yardımcı olmak istese de Sema izin vermedi. Yatak odasına doğru parmağını göstererek “Doğru yatağa, biraz uyu, sonra sağlığını kaybedeceksin. Ben akşam için bir şeyler hazırlayayım. Yemekten sonra oturur uzun uzun konuşuruz” dedi.

Sakine yavaş yavaş yatak odasına doğru ilerlerken Sema arkasından seslendi.

“Şehir suyu kesilmiş. Bahçedeki kuyu çalışıyor mu? En azından oradaki sudan faydalanabilirim“ dedi. Sakine “Evet çalışıyor ama sen tulumba ile su çekmeyi biliyor musun? Ben halledeyim istersen” dedi. Sema “Yat sen lütfen. Herhalde anamızdan direkt profesör doğmadık, biliyorum tabii tulumba ile su çekmeyi“ diye cevap verdi.

Sema kapının kenarındaki tenekeden yapılmış kovayı eline alıp bahçeye çıktı. Sakine kendini yatağa bıraktı.

Sema kovayı tulumbanın ağzına doğru tuttu, biraz tulumbayı hareket ettirdikten sonra su gelmeye başlamıştı. Ancak gelen su oldukça çamurluydu. Bir kova kadar su çekti ama su halen çamur rengindeydi. O kovayı bahçeye boşalttıktan sonra ikinci kez denemeye çalıştı. Bu sefer kovayı altına koymadı, suyun rengi düzelince kovayı altına koyacaktı. Bir süre tulumbaya bastıktan sonra su renksiz haline gelmiş gibi oldu. Sema kovayı tekrar tulumbanın ağzına doğru koyarken, tulumbanın bağlı olduğu beton parçası üzerinde Sema ile birlikte kuyunun içine doğru 10 metre kadar düştü.

Çıkan gürültüyü Sakine duymuştu fakat zaten enkaz arama yüzünden her dakika böyle sesler duyuluyordu. Yeniden uyumak üzereyken evde başka bir ses olmadığını fark etti. Gerçekten evin içinde Sema’nın hiçbir hareketi ve sesi yoktu. Doğruldu “Sema, alabildin mi kuyudan su?“ diye sordu. Ses gelmeyince kalkıp mutfağa geçti. Ne tezgâh üzerinde ne masa üzerinde bir şey hazırlanmamıştı. İçeride de kimse yoktu, bahçeye çıktı, yıkılmış kuyuyu gördü. Çökmüş kuyunun kenarından içeri doğru baktı, karanlıktı, telefonun ışığını tuttu, yine bir şey görünmüyordu. Eve girip daha büyük fener aradı, bulamadı. Komşuya gitti, fener olup olmadığını sordu. Komşu kadın büyük bir fener verdi ama akşama geri getirmesini istedi. Çünkü hiçbir yerde elektrik yoktu.

Sakine feneri aşağıya doğru tutunca, düşen betonun Sema’nın ayağının üzerini kapattığını ve yüzünün kanlar içinde olduğunu gördü. Birden kanı donmuştu, kendi kayıpları aklına geldi; babası, annesi, Semih bu şekilde mi öldüler onu bile görememişti. Enkaz onları da böyle ezip her taraflarını kanatmış mıydı?

Sema şimdi ölmüş müydü?

Ölmüş olmasını istedi bir an, o zaman Ulvi ona kalacaktı. Sema’dan önce kendisi vardı, Ulvi onun için her hafta İstanbul’dan Bodrum’a geliyordu, günlerce sevişiyorlar, romantik yemekler yiyorlardı. Hem o herkesi ve her şeyini kaybetmişti. Ulvi karısını kaybetse ne olacaktı, nasıl olsa kendisi vardı, onunla hemen evlenecek, onun yanında olacaktı. Yaklaşık 3 dakika elinde feneri, karanlık kuyuya tutarak düşündü.

“Tanrıça öldü, yaşasın yeni Tanrıça” dedikten sonra. Kendine geldi, hemen telefon ile Ulvi’yi aradı, durumu anlattı buraya gelmesini istedi.

Ulvi bankaya daha varamamıştı. Büyük bir telaş ile Didem ve Emine’ye durumu anlattı. Hemen eve döndüler, cipin önünde bir vinç vardı ucundaki kancaya tutunarak Ulvi aşağıya inmek istedi. Didem “Olmaz Ulvi, sen yaralısın, gücün kuvvetin yok. Hem o kuyu çok dar, ben inerim merak etme. Unuttun mu; benim dağcılık, tırmanma eğitimim var, kolayca inerim. Hem burada vinci kim çalıştıracak?” dedi.

Ulvi, Didem’in pantolon kemerine vincin kancasını taktı, onu aşağıya doğru sarkıttı. Didem aşağıya iner inmez Sema’nın nabzını kontrol etti; hayattaydı, kanama da devam etmiyordu. Sema’nın üzerindeki betonun mutlaka kalkması lazımdı, Sema’nın sağ ayağı tamamen betonun altındaydı. Kuyunun betonundan çıkan demir çubuklara kancayı taktı, vinçle betonu Sema’nın üzerinden kaldırttı. Vinç kancasını çıkarttıktan sonra, kancayı yukarıya gönderdi. Emine ilk yardım üzerine sertifikalıydı. Bacak ve boyunda herhangi bir kırık varsa oraları hemen sabitlemesi gerekmekteydi. Aşağıda Didem varken bunları yapması zordu. Didem’i yukarı aldılar, Emine’yi 2 tahta kalas, sarmak için ip ve ecza dolabında buldukları sargı ve oksijenli suyla kuyunun içine sarkıttılar.

O sırada Sakine, Oğuz’un eşi Yeşim’e ulaşmıştı ama ikisi de biraz sonra çok büyük ameliyata gireceklerdi, başka pratisyen doktor göndereceklerini söylediler.

Emine kuyunun dibinde Sema’nın kırık çıkığı var mı diye incelerken Sema ayılmıştı. Emine’yi kuyunun içinde birden görünce çığlık attı ve sımsıkı sarıldı kurtarıcısına. Sema’nın bu hareketleri yapabilmesi Emine’yi rahatlatmıştı. Omurgası ve boynunda kırık yok demekti. Sema’ya sağ bacağını hareket ettirmesini söyledi. Bacağı hareket eder etmez Sema çığlık atmaya başladı. Kuyudan çıkan ses daha fazla yankı yaparak dışarıya korkunç bir halde geliyordu.

Emine sağ bacağı kalaslarla ve iple sabitledikten sonra, Sema’nın kolları arasından geçen bir halat askı yaparak, vincin kancasını askıya taktı. Ulvi mümkün olduğu kadar hassasiyet göstererek, Sema’yı yukarıya çekmeye başladı.
 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 
Metin Çoban
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

6 YORUMLAR

  • Yanıtla Didem Çelebi Özkan 5 Mart 2024 at 12:40

    Enfesti 👌🏻 Geçen bölümde de depremde yaşanılanları anlatışın beni çok etkilemişti, bunda da öyle oldu.

     

    Mitolojileri birleştirmen, bütünlüklü bir anlatıyla okura aktarman ise olağanüstüydü, bayıldım 💯👏🏻💯
    
 
    
Magna Mater’i [diğer mitlerdeki adlarıyla Kybele (Anadolu’da), Gaia veya Rhea (Yunan Mitolojisi), İsis (Mısır Mitolojisi)] okumak gerçekten büyük keyifti benim için. Mater, ataerkil düzen kurulmadan önce tapınılan tanrıça ve tanrıların ilki, üstelik en yücesi. Bu dönem aslında yüzyıllar sürse de panteon zamanla değişecek ve erkek tanrılar erki ellerine alacaklar.
    
 

    Kendimi, Emine’yi okuduğum bölümlerde ise sanki gerçekten tüm bunları yaşamışız gibi hissediyorum. İlginç bir şey yapıyorsun; edebiyatla, yaşamadığımız geçmişi, anıya dönüştürüyorsun ve bu inanılmaz.

     
    Muazzam bir dizi oluyor; yüreğine, bilgine, kalemine sağlık canım ❤️🤗

    • Yanıtla Metin Çoban 5 Mart 2024 at 13:30

      Canım editörüm çok teşekkür ederim. Ne güzel bir yorum. Siz dostlarımı öykülerimde canlandırmak çok hoşuma gidiyor. İleride bizleri bilmeyen okurlar da aramızdaki bağı hissedeceklerdir. Hem karakter yaratmakta da zorlanmıyorum 😃
       
      Dikkat ettiysen öykü gittikçe felsefi boyut kazanmaya başladı. Tunç Çağı’nda yaşamış bir kavimden yola çıkarak bugünlere mitolojik olgularla geldim. Zaten Luvi’ler hakkında çok bilgi de henüz yok.
       
      Bana mitolojiyi ve felsefeyi de sevdiren sensin bu yüzden sana müteşekkirim 🙏

  • Yanıtla Şen Sevgi Erişen 5 Mart 2024 at 19:10

    Metin, tanrı ve tanrıçalarla harmanlanmış Samandağ’ın deprem hikâyesini oluşturman bence de iyi olmuş. Ben çok isim kullandığımda zorlanıyorum, bunu mümkün olduğu kadar aza indirmeye çalışıyorum oysa sen bu konuda da çok başarılısın 👏 Ayrıca bir vakitler doktor gömleği giyip ameliyata girdiğini de düşündüm çünkü bazı bölümleri anlatırken gayet hakimsin konuya, öyle geldi bana 🙋‍♀️
     
    Hele kadınlardan birinin kuyuya düşmüş arkadaşı hakkında düşündükleri de bana hiç yabancı gelmedi 😃 Yaparız böyle pislikler 😉
     
    Doğanın içinde iyi ve kötünün kaçınılmaz bir şekilde olduğunu söylediğin bölümü yanlış mı algıladım acaba? Doğanın içindeki insanı mı işaret ettmiştin?
     
    *(“Doğa her gün değişim içinde, bu böyle sürecek, iyiler olacak, kötüler de olacak, doğanın kuralı bu,”)
     
    Devamını bekliyorum, sevgi ve saygılarımla 🙏

    • Yanıtla Metin Çoban 5 Mart 2024 at 20:59

      Sevgili Şen ne kadar güzel bir yorum, çok teşekkür ederim 🙏
       
      Karakter sayısını çok tutsam da çoğu arkadaşlarımız malum. Biraz kolaya kaçıyorum yani.
       
      Tıbbi herhangi bilgim yok ama doktor arkadaşlarım çok, bazen onlarla iş de konuşuruz. Oradan kapıyorum.
       
      Kadınların diğer kadınlar hakkındaki düşüncelerini çok iyi biliyorum. Değecek erkek varsa tabii ki 😃
       
      Doğada iyi ve kötülerin olması konusu da zıt olanların uyumundan bahsediyorum. Yin & Yang gibi. Kötü varsa iyi olmak zorunda, kadın varsa erkek olmak zorunda gibi. Bu doğanın olayı zaten.
       
      Öykümü okumak için ayırdığın vakitten dolayı sana teşekkür ederim.
       
      Sevgiler ❤️

  • Yanıtla Mucella Celik Türkoğul 6 Mart 2024 at 08:40

    Yine çok güzel tebrikler, heyecanla bekliyordum , değdi doğrusu..

    • Yanıtla Metin Çoban 6 Mart 2024 at 12:02

      Ahhh Mücella Hanım ne kadar naziksiniz, yorumlarınızla beni her zaman motive ediyorsunuz.
       
      Size çok teşekkür ederim 🙏
       
      Selamlar, sevgiler

    Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan