Varoluşsal İkilemler

Yarasanın Sıradışı Cinsel Hayatı

18 Aralık 2023

Yazı: Yarasanın Sıradışı Cinsel Hayatı | Yazan: Josef Kılçıksız

Current Biology dergisinde okuduğum bir haber bana, “Bu yarasalar ne ayak” dedirten türdendi. Drakula’dan Covid salgınına kadar uzanan “lanet” sağanağında her belanın, her musibetin altından çıktığı yetmiyormuş gibi şimdi de Serotin yarasasının uzun penisi mevzusu ortaya çıktı.

Bir yarasa türü olan Serotin yarasaları (Eptesicus serotinus), penetrasyon olmadan çoğalıyorlar. Neden mi? Çünkü bu yarasa türünün erkeğinin penisi dişinin içine giremeyecek kadar büyük; düşünsenize, dişinin vajinasının derinliğinden yedi kat daha uzun.

“Ee, so what, bana giren çıkan bir şey yok ki, bu onların sorunu” dediğinizi duyar gibiyim. Ama kazın ayağı öyle değil, bakın, biraz da Michel Foucault’a yaslanarak, olayı nereye bağlayacağım:

“Doğa cinsellik için bir norm oluşturamaz!”

Son bilimsel gözlemler penetrasyonun bu sözde olağanlığına ve doğallığına meydan okur nitelikteydi. Bildiğimiz birçok türün penetrasyon olmadan çoğaldığı uzun zamandır biliniyordu, ancak bunlar, örneğin balıklar gibi, genellikle bize uzak türlerdi.

Yarasa, gizemli aurası, havayı koklamaya ve geceye ilişkin “tekinsiz” varlığına rağmen bize çok daha yakın bir akrabadır. Üstelik o, delip geçen ve nüfuz eden anlamında “penetratif” seks uygulayan bir memeli olarak biline geldi.

Serotin yarasaları, bu koşullarda bile, doğanın nihai yasası olan üremekten vazgeçmiyorlar ama “diğerleri gibi” çoğalmıyorlar da; yani onlar, penetrasyonu zımni ve içkin olarak gerektiren bir üreme yöntemine karşı çıkmış oluyorlar.

Buldukları çözüm şöyle: Yarasanın erkeği, bazı kuşlarda da rastlanan, cinsel organını bir çeşit “çiftleşme kolu” gibi kullanarak, dişisinin vulvasına saatlerce sürtüyor; buna “temaslı çiftleşme” deniyor.

Doğada bir norm aramamız gerekiyorsa bunun daha çok anormalden ve tuhaf olandan yana olduğunu anımsatan garip bir yöntem olduğu ortaya çıkıyor. Yani, yarasanın erkeği sahip olduğu “alet”i bütün imkânlarıyla kullanmak bir yana, onu saatlerce sürterek muhtemelen kan ter içinde kalıyor. İnsan, işin yarısında acaba, “Başlarım doğasına da, üremesine de” deyip pes eden erkek yarasalar var mıdır, diye merak ediyor.

Üstelik, Serotin yarasalarındaki cinsellik, doğanın hiçbir şeyi boşuna yapmadığına inanan, hayvanların yanı sıra, canlılar krallığında her organının bir işlevi olduğunu ve bu krallığın uyumlu olduğunu savunan Aristoteles’e meydan okuyor. Başka bir deyişle doğa, yarasanın erkeğine kullanamayacağı büyüklükte bir penis veriyor; resmen “hamallık” yani.

Yarasanın uzun süreli sürtünmesinin yine de cinselliğin üreme ufkunun bir parçası olduğu doğrudur. Ancak cinselliğin üremeye indirgenmesinin doğal bir norm olmadığını düşünmek için birçok neden bulunuyor.

Foucault, hayvanların cinsel davranış kalıplarının sadece üremeye yönelik olmanın dışında nasıl da başka birçok değişik aspekti ortaya koyup başka başka fizikî ve bedensel dinamiği harekete geçirdiklerini gözlemlemişti:

“Hayvanlar arasında cinsel aktivite, gerçek eylemselliği itibarıyla üreme eyleminin çok ötesine geçer. […] Cinsel davranışın doğasının belirlenmesi inandığımızdan çok daha fazla sayıda karmaşık parametrelerden oluşuyor. Cinsel davranışın oluş şekli, doğrudan cinsel eyleme hazırlanan ve bunu gerçekleştiren evre ve olayların toplamından çok daha fazlasını içeriyor […]”

Kısacası, hayvan biyolojisi ve psikolojisinde tamamen içgüdüsel bir cinsellik modeli aranırken, cinsellik faaliyetin içgüdüsel doğasına rağmen, paradoksal olarak, hayvanın davranış milyösü (ortamı) ile olan tüm bağlantılarını devreye sokan küresel bir faaliyet modeli bulunmuş oldu.

Normal ve Doğal Cinsellik

“Doğal” olan ile “doğal olmayan” nitelemeleri, sıklıkla, cinselliği yargılamak için bir kriter olarak kullanıla geldiler. Cinsel penetrasyon, cinsel eylemlerin “doğal” ve “doğal olmayan” olarak ayrılmasına izin veren doğallığın bir iç kuralı olarak öne çıkıyordu. Dolayısıyla buradan, “Yalnızca kabul edilebilir ‘doğal’ cinsellik ‘normaldir’” çıkarımını yapmak mümkün görünüyordu. Ancak yeni araştırmalar ışığında, cinselliği yeniden doğallaştırmaya yönelik tüm girişimlerin, doğanın düzensizliğine ve bir çeşit “dengesizliğine” tosladığı görüldü.

Michel Foucault, postum olarak, La Sexualité‘de (2018) yayınlanan savlarından birisinde, tarihin, cinselliğin normalleştirilmesine yönelik ortak bir stratejiyi paylaşan çoğul dinamiklerle kesiştiğinin altını çizerken, cinselliğin kurallarını belirlemek ve “sapmaları” ortadan kaldırmak için insanın, “cinselliği doğallaştırma”ya yönelik adımlar attığını ve ona, “Site’nin ideolojisiyle örtüşen bir vatandaşlık; bir Site hakkı” verdiğini ileri sürüyordu.

Yani anlayacağınız, biyolojik keşifler, giderek daha fazla, cinselliğin sosyal temsillerini etkilemeye başladı. Cinsiyete ilişkin toplumsal söylem, doğa bilimcilerinkiyle melezleşip hibrit bir söylem halini aldı; dahası, cinselliğin bilgisi, “doğa bilimi” ve “normatif bilgi”nin karışımından oluşan bir bilgi dağarcığı haline geldi.

Ancak, “normal” denen cinsellik için normlar oluşturma ufku, bilimsel araştırmaları giderek daha da kutuplaştırıyor.

Peki normal ve doğal olan cinsellik aslında nedir?

Bu soruya yanıt vermek oldukça zor görünüyor çünkü bunun hatları, sosyal normlar ve doğa bilimleri tarafından oluşturulan normallik ve doğallık kavramlarının yeniden sınıflandırılıp tanımlanmasına göre büyük ölçüde değişiklik gösteriyor. Ancak, genel olarak, cinsellik “Yalnızca doğurgan olduğu ölçüde doğaldır” şeklinde, biraz da Schopenhauer’ci bir postulat etrafında bir fikir birliği oluştuğu fark ediliyor.

Peki üreme amacı dışında zevk için seks yapan -insan dışında- başka türler yok mudur?

Doğallığın mükemmelliğini yansıtan aynalar olarak, hayvanlar âlemine şöyle bir göz gezdirelim.
Son araştırmalar, hayvanlar âleminde üreme dışı amaçlara yönelik cinsel uygulamaların daha da radikal bir şekilde doğrulandığını gösteriyor.

Bonobolarda veya orangutanlarda oral seks, mastürbasyon, eşcinsel ilişki- en az 471 türde gözlendi- vb. gibi örnekler, çok biçimli doğanın “normatiflik” açısından, çok zayıf bir referans veya bir mihenk taşı olduğunun altını çiziyor.

Modernitede Cinsellik

Kuşkusuz insan cinselliği hayvan cinselliği değildir; insan cinselliğine bir dizi sembolik ve fantezi düşsellik eşlik ediyor. Özellikle cinsellik söz konusu olduğunda modernitenin, bilhassa doğaya giderek daha güçlü bir bağ ve referans ile karakterize edildiği ortaya çıkıyor. Bu, özellikle cinselliği düzenleyen kriterlerin ve yargıların gücünü kaybettiği çağdaş dünyada geçerli bir durumdur.

Modern cinselliği karakterize eden şey, onun mantığının veya doğasının dilini keşfetmiş olmak değil de bence onun “doğallıktan arındırılmış” olması gerçeğidir. Modernitede cinselliğin giderek daha özgür olduğu fikri yaygınlık kazandı, ancak kanımca, modernite insanı cinselliği özgürleştirmek yerine, orada onu, yalnızca ince bir sınır çizgisiyle karşılaştığı boş bir alana atıp dış sınırına kadar itti; o sınır, aslında, kolektif bilincimizin, yasanın ve dilimizin sınırıydı.

İnsan davranışları için bir normlar manzumesi olarak doğa:

Doğanın davranışlarımız için bir standart olarak hizmet edip edemeyeceği mevzusu, felsefede hep sorunsallaştırılan bir konu olageldi. Gerçekten “standart” bir insan doğasından bahsetmek mümkün müdür? Eğer öyle bir standart varsa o zaman insanın olası metafizik boyutu; özellikle özgürlüğü tehlikede olmuyor mu?

Doğa; Yaratılış veya Kozmos ile eşanlamlı bir nosyon olarak kullanıla geldi.

Kültürün karşıtı olan doğa (Latince “Nascor”, doğmak teriminden gelen kelime), hem bir süreci hem bir sonucu; nesnelerin özünü ve onları çevreleyen dünyayı tanımlıyordu.

Doğa bazen en kırılgan olan, sürekli yenilenen ama aynı zamanda bâkî olandı. O, sırlarının deşifre edilmesi, saygı duyulması, dönüştürülmesi ve korunması gereken bir “entite”ydi.

Modern çağda, “Doğa Ana”nın “yeni kutsallaştırılması” dikkat çekiyor. Bazı ekolojistler “Toprak Ana”yı kutsallaştırıp onu yeni bir tanrı hâline getiriyorlar. Tanrı aşkına, doğanın insanı umursadığı ne zaman görülmüştür?

Ancak kutsallaştırma, doğayı vahşi kapitalizmin ekonomik saldırılardan koruyacaksa ona bir itirazım bulunmuyor.

İnsanlık tarihinin büyük bölümünde “sonluluk” maddeye dair bir olguydu; sonsuzluk ise “ilâhî” olana. Dünyanın bu şekilde kutsallaştırılmasıyla birlikte, bugün bu iki boyut –kutsal ve sonluluk– birbirine karışma eğilimi gösteriyor.

“Toprak Ana” bizi sürekli olarak sonluluğumuza; varoluşumuzun bedensel ve hatta gezegensel somut en dış sınırlarına geri sürüyor. Gerçi Gaia, bizi insanlığımızın sınırlarının ötesine geçmeye zorlamıyor; o herkesten aslında basit bir şey istiyor:

Herkesten kendi atıklarını dönüştürmesini ve boşuna yanan ışıkları kapatmasını talep ediyor.
 
 
Josef Kılçıksız
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

1 Comment

  • Yanıtla Didem Çelebi Özkan 18 Aralık 2023 at 10:14

    Ne ilginç bir konuydu :))
     
    Aklım bu uzvun neden evrimleşmediğine takıldı. Tabii aslında evrim başlamış da olabilir, görmeye belki bizlerin ömrü vefa etmez sadece. Ya da o uzun penisin başka bir işlevi mi var acaba? “Didem, saçmalama başka ne işlevi olacak?” da diyebilirsin tabii 😂 Bilemedim 🙈
     
    Bir de yazının son cümlesini ayrı sevdim 😁👌🏻

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan