Varoluşsal İkilemler

Duvarlar, Sınırlar ve Kimlikler

11 Mart 2024

Yazı: Duvarlar, Sınırlar ve Kimlikler | Yazan: Josef Kılçıksız

Lübnan, “Sınır ve Kimlik” olguları hakkında düşünmek için sosyal laboratuvar niteliğinde bir ülke.

Sınırlar ile duvarlar arasında bir fark bulunuyor; duvarların aksine, sınırlar, yalnızca daha iyi bağlantı kurmak için insanları birbirinden ayırır.

Sınır demişken yolculuk sırasında Walter Benjamin, hiç bitmemiş bir şarkının hüznü gibi düşüyor aklıma. Hani şu Fransa-İspanya sınırını geçmek üzereyken yakalanıp Gestapo’ya teslim edilmek üzere bir otel odasına kapatılan ve o gece canına kıyan, “kafa kâğıdı olmayan çoklu-kimlik figürü” var ya, işte o naif hümanisti kastediyorum.

Doğu’yu coşkulu maneviyatların beşiği olarak tasavvur ediyoruz, oysa Doğu daha çok hisarların, kalelerin, surların, hac şehirlerinin ve “ölümcül kimliklerin” yan yana gelmesinden oluşan bir “sınırlar” coğrafyasıdır.

Beyrut’a varır varmaz haliyle sınırlarla ve ölümcül aidiyetlerle karşılaşıyorum.

Bu ülke bana hep kekik ve zeytini çağrıştırmıştır.Kekik ve zeytin, yurtsuzluk ve direnişin çağrıştırdığı travma arasında kıyamı başlatan iki kelimedir Mahmut Derviş için:

“Burada öleceğiz, burada son geçitte ve kanımız buraya dikecek zeytinini…”

Mahmud Derviş vatanını önce dilde inşa etmeye çalışan bir şairdi. “Beyrut Kasidesi” ne güzel anlatır, Doğu’nun çamurdan ve kandan yoğrulmuş İris’ini:

“Ey kızım seviyorduk seni. Şimdi yüksek suskunluğu bekliyoruz, huş ağacından süpürgeler taşıyıp. Beyrut yok. Sırtımız, önümüz, denizin sırları yok…”

Lübnan kendi içine çöküp patlayan bir ülke gibi. Burada kanın hafızası hâlâ o kadar diri ki uzun zaman önce biten iç savaş etnik ve dini gerilimler altında, zamana yayılmış bir halde sürüyor.

Duvardaki çatlağın genişleyip genişlemediğini görmek için önceden duvara bir kamera yerleştirmek gibi, Marksist kuramı yanıma alıp o topraklara gitmiştim; son ziyaretimden bu yana, bir de ne göreyim, duvar gediği çağırmış gedik de duvarı.

Müslüman El-Müsytibe mahallesini Hristiyan El-Eşrefiye’den ayıran sınır dinî bir kimlik iddiasını, Fenikeliler ile Arapları birbirinden ayıranınki etnik aidiyet talebinden bir sınırı, Ayn el-Hilveh kampını lüks ve havalı semt Hamra’nın konaklarından ayıranınkiyse kast/sınıf sınırlarını öne çıkarıyor.

Ayn el-Hilveh kampı sonsuz sürgün ve yersiz yurtsuzluğun mikro cehennemi gibi.

Filistinliler için sürgün ve yurtsuzluk, dünyanın kenarına düşmüş bir ruhun karabasanları iki kavram olageldi.

Jean Paul Sartre’in “Huis Clos”su, cehennemin yeryüzünde aranması gerekliliği üzerine içe bakışlara, kendini odadaki diğerlerinden koruyuşlara varan (hayata dair) savunma pozisyonlarına, oradan da yazgıyı kabullenişler ile asla kabullenemeyişlere uzanan ve nihayet “Cehennem başkalarıdır” gibi entelektüel bir tümevarımla biten bir yapıt.

Ayn el-Hilve kampı bana “Huis Clos”daki sosyalliği çağrıştırıyor. “Huis Clos”da herkes bir odaya kapatılan üç protagonistin tutumlarına odaklanıyor ama kimsenin aklına, bu insanları çıkışı olmayan dört duvar arasına sürükleyen kişiyi sorgulamak gelmiyor.

Beyrut’un Hristiyan mahallesi bana, Nietzsche’nin “Nereye gidersen git ışığın olduğu yerde gölge vardır” özdeyişini hatırlatıyor. Orada kökleri Bitlis’e uzanan Eli’ye rastlıyorum. Eli’nin anlattıkları, kişisel tarih ile toplumsal tarihin kesiştiği yere ışık tutadursun, Anadolu’nun farklı inanç ve kökenlerden insanların barış içinde bir arada yaşadığı bir coğrafya olduğu savının, dünyanın en büyük aldatmacası olduğunu gösteriyor.

Beyrut’un sokaklarında dolaşırken uykusuzluk çeşitleri arasındaki farkların sınıfsal bir hikâyeye uzandığını görüyorum. Bir yanda göz kamaştıran eğlencenin ışıklarından, diğer yanda, acının göz yaşartan nöbetlerinden oluşan uykusuzluk çeşitleri toplumsal bir bağlamsallığın tanıkları olarak öne çıkıyor.

Batı’nın Doğu’daki ileri karakolu ve Doğu’nun bir köşesinde Batı’nın etindeki iltihaplı kıymık olan bu topraklar, insanlığın aynası olma özelliği taşıyor.

Ancak, bu aynanın darlığı ile dünyadaki yansımalarının uçsuz bucaksız kavisi arasında hacimli bir boşluk bulunuyor. İşte dinsel ve etnik aidiyetler bu boşlukta kuluçkalanıp büyüyen yırtıcı bir kuş yuvasını andırıyor.

Dinsel olan siyasete bir ikamedir aslında. Siyaset başarısız olduğunda din son çare olarak devreye giriyor. Kısacası, siyasi bir sorun, siyasi olarak çözülemediği andan itibaren dini bir “alışkanlık” ediniyor. Ve kendini bir din aracılığıyla meşrulaştıran bir savaş, siyasete bir alibi üretmekten daha fazlasını yapıyor; çözümü erteleyip özneyi metafizik başka bir dünyaya savuruyor.

Türkiye toplumunda da, Orhan Pamuk’un “Beyaz Kale”sinde Hoca ile İtalyan kölesi arasındaki diyaloglarda da görüleceği üzere, temel aidiyet belirleyici parametre dindir.

Ülkemizde de gerici milliyetçilik ve dincilik karışımından ideolojik bir molotof kokteyli, bireyin görece özerk alanlarını yakmayı sürdürüyor. Irkçılığın, milliyetçiliğin, kadın düşmanlığının ve kudretli hırsızların putlaştırılmasının anakronik tanrıları siyasal havayı solunmaz hale getirdi.

Kafkaesk bir üst akıl, toplumu bir labirent içerisinde sürekli gezdiriyor; üstelik bu aklın derdi asla kıyıya varmak değildir. Hatırlayınız, Kafka’nın Samsa’sı bir böceğe dönüşmüş olmasına değil, işe geç kalacak olmasına üzülüyordu. Türkiye’de de Kafkaesk atmosferde yıkıcı bir iyimserlik hüküm sürüyor.

Bu parantezden sonra Kutsal Topraklara geri dönelim.

Kutsal Topraklar denen bu bölgede tek tanrılı dinlerin üçü de yan yana varlıklarını sürdüredursun, İbrahim, İshak ve Yehuda birbirlerine düşmanca konuşlanmış bir soy kütüğe gönderme yapıyorlar.

Hristiyanlık, bir yere kök salmak için yaratılmamış bir dindi ve bu yönüyle Yahudilikteki “vadedilmiş kutsal topraklar”da yerleşik olma fikrinden ayrılıyor.

Başlangıçta Siyonizm de Tanrı’ya ve Hahamlara karşı istençsel (iradî) bir “sosyalist” isyan hareketiydi.

Aslında mekân (toprak) dediğiniz ne ki; sadece bir hafıza desteği, ruhsal bir sıçrama tahtasıdır. Bana sorarsanız, kutsal hac yerini yapan hacının kendisidir; tersi değil.

Fark ettiniz mi, son on yıldır ulusal kurtuluş savaşlarının yerini din savaşları almaya başladı. Doğal olarak bununla birlikte mücadele yöntemleri de değişti. Mesela, bir yanda taş atan çocuklar var; biri işgalcilere, diğeri sivillere ve askerlere ateş ediyor; diğer yanda, canlı bombalar ve sivillerin cehennemi.

Aslında birinci İntifada sekülerdi, ikincisi ise Tapınak Dağı’nda doğan Aksa İntifadasıydı. Aksa İntifadası tamamen dinci saiklerle yürütülüyor.

Peki, seküler ve sınıfsal olandan, temel kimlik belirtecinin din, etnisite, ırk, tarih ve mitler olduğu bir kurtuluş mücadelesine kayma neden ve nasıl gerçekleşti? Bu soruya yanıt vermek gerçekten zordur, ancak yine de bazı bakış açılarım var:

Önce, bir devlet olarak İsrail yerini yavaş yavaş bir toprak olarak İsrail’e bıraktı. İşte o andan itibaren, “toprağı yeniden fethetmek” isteyen yerleşimciler, kimliğin olumlanmasının mızraklı öncü süvarileri haline geldi. Çünkü, ilerici, agnostik veya seküler de olsa birini Yahudi yapan şey kutsal metnin çağrısıydı; laik, ateist ya da Marksist olduklarına bakmaksızın bu insanlar bir “kutsallık” olduğu için o topraklara gitmişlerdi.

Bu arada, İsrail’de Hahamlar memurdur ve İsrailli paraşütçülerin çantalarında her zaman Eski Ahit bir İncil bulunur. Gerçi, İsrail’in bir teokrasi olduğunu söyleyemem; orada yöneten saik “Halakha” değildir, ancak İsrail yine de kendisine rağmen, bence, bir din devletidir.

Öte yandan hatırlayınız, Filistinlilerin, adı FKÖ olan laik bir ulusal hareketi vardı. Ancak, ne zaman ki Filistin devleti bir türlü kurulamadı, işte o andan itibaren, en dirençli çekirdek olan dine geri dönüş gerçekleşti.

FKÖ işgalciyle sözüm ona işbirliği yapmayı seçtiğinde, daha da güçlenen bu temel İslami kimlik, bu sert teokratik çekirdek, İran’da, Afganistan’da, Suriye’de, Pakistan’da, Libya’da, Nijerya’da ve Yemen’de, istilacı tavşancıl otu gibi, toplumsal dokulara hızla yayılmaya başladı.

Kısacası Hamas, aslında bir başarısızlık durumundan doğdu; örgüt Fatah’ın oynadığı -kimine göre yanlış- laik, siyasi kartın yenilgisinden neşet etti. Böylece her iki tarafta da ulusal dava, dinsel ve etnik olanın, yerine değil ama yanına geçti.

İsrail’deki etnik homojenleştirme, Hamas’ın dinî homojenleştirme politikasının metafizik bir sürümü ve aynı madalyonun farklı iki yüzü gibi.

Bu karmaşık konjonktürde Hıristiyan Arapların konumu, görüntüyü bozan, alnın tam ortasındaki bir yağ bezesini andırıyor. O toprakların gerçek yerlileri (Aborjin veya Kızılderililer gibi), bu dinsel çatışma içinde kendilerini birdenbire “tarihin trajik çıkıntısı” durumunda buldular. Çünkü, din ve etnisite motifli bir çatışmada, ister istemez, kolektif varoluşun en ilkel ve en vahşi koşullarıyla karşı karşıya kalıyorsunuz.

Bu vahşetin en iyi örneklerini, geçmişte Lübnan şimdi de Suriye vermeye devam ediyor.

Yirminci yüzyılın sosyal liberal ya da Marksist ortodoksisinde olduğu şekliyle, artık dine, insanlığın çocukluğuna tekabül eden, bir dış folklor muamelesi yapamıyorsunuz.

Marx’ın söylediğinin aksine bugün, özellikle ekonominin en belirleyici bir değişken olmadığı Orta Doğu’nun bu bölgesinde din, üstyapı düzeninde değil de altyapı düzeninde seyrediyor. Alın size, boş tencerenin iktidarı neden devirmediğine dair bir gerekçe daha.

Velhasıl bu topraklarda kimlik, sınır, “aşkınlık” ve korku hep olageldi ve bu unsurlar, giderek, hepsi bir arada, patlayıcı bir kokteyl oluşturdular. Çünkü, kutsalın olduğu yerde sınır vardır ve sınırın olduğu yerde kutsal, çünkü, toprak ne kadar kutsalsa, o kadar barikatlarla tahkim edilmiş olacaktır, çünkü, devlet mefhumunun yerini toprak mefhumu alırsa devletin asli görevleri unutulur/unutturulur ve toprağın korunmasına veya genişletilmesine dair “kutsallıklar” (savaş, vatanperverlik, vatan uğruna şehadet, fetih, ata toprağı için kan dökme, toprağın gerçek ve tali sahipleri vb. gibi) devreye girer, çünkü, siyasetin geri çekildiği yerde oluşan boşluğu din doldurur, çünkü, yeryüzü cennetinin (Marksist ütopya) başarısız olduğu eşikte, öteki dünyanın cenneti kendini iddia eder, çünkü, din, burjuva dekadanına, nihilo-hedonist varoluşa en sert cevap olma iddiasındadır, çünkü, kabileci ölümcül aidiyetler toplumu çorak bir bozkıra çevirdiler, çünkü…

Kısacası ütopyaların geri çekilme çağında Kutsal Topraklar, pozitivist ideolojilerden ve yeryüzü cenneti yanılsamalarından soyulmuş “çıplak” bir araziye dönüştü.

Dönüş yolunda Âmin Malouf’un “Ölümcül Kimlikler”i geliyor aklıma ve bu kimliklerin ülkem bağlamında giderek artan ölümcüllükleri.

Bence bir aidiyet veya kimlik, sınıfsal bağlamından koparıldığı oranda “ölümcül” hale geliyor. Kimlikler kabile tarzında tasarlandıklarında “biz”i “diğeri”nin karşısına koyup önyargılı, hoşgörüsüz ve dışlayıcı tutumları teşvik ediyor. “Kabileci kimlikler” ya dine ya etnik kökene ya da ikisine birden atıfta bulunuyor. Bu kabileci aidiyetlerin ilk kurbanları, ne yazık ki, demokratik siyasetin protagonistleri oluyor.

Her seçimde bu aidiyetlerin, boğucu sarmaşıklar gibi, toplumu nasıl da sarıp nefessiz bıraktığını, muhalif ivmeyi kırıp demokratik siyaseti nasıl rehin aldıklarını hep birlikte görüyoruz.

Küreselleşme, kimlikleri sınıfsal içeriklerinden soyarak, herkese tek tip bir kimlik dayattı; bu sözde özgürlükçü kimlik, nihilo-hedonist tüketici/müşteri kimliğidir.

İnsanın varoluşsal sınavları sadece sınırlar ve ölümcül aidiyetler ile sınırlı değildir. İnsanın, her krizle birlikte güç ve şiddet tekelini Medusa misali genişleten Leviathan’la (T. Hobbes’a atfen) sınavı siyasal bir meydan okumaya dönüştü.

Bu meydan okumalara bir de “serbest piyasa dini” eklendi. Serbest piyasa dininin ilk emri, “Yarış ve elde et” idi. Küreselleşme, köktendincilik, ırkçılık ve sağcı milliyetçilik çağında ilk emir muhtemelen şöyle olacaktır: Yarış. Elde et. Yalan söyle. Denetimine al. Ve; öldür.

Onca beyin fırtınasından sonra can alıcı soru yanıtsız bir şekilde önümde duruyor:

“Ölümcül kimlikler mi yoksa kimliklerin ölümü mü?”

Bence ülkemizde olan şey, kabileci ölümcül kimliklerin, hümanist, demokratik kimlikleri öldürdüğü gerçeğidir.

Şimdi daha iyi anlıyorum, neden kendimi ağzı kapatılıp üstüne basılan plastik bir şişe gibi hissettiğimi.
 
 
Josef Kılçıksız
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

2 YORUMLAR

  • Yanıtla Metin Çoban 11 Mart 2024 at 21:38

    Sevgili Josef bu yazındaki beyin fırtınasını sevdim. Lübnan’ın ve Beyrut’un böyle felsefi bir anlatımla anlatman bana bazı şeyleri hatırlattı.
    Ben Beyrut’u deniz kıyısında marinaların olduğu bölge ” Korniş” ve bahsettiğin üç dinin dini binalarının olduğu meydanı ve birkaç lüks caddesini bilirim. Bahsettiğin diğer sokakların sosyolojik, etimolojik durumlarını bilmiyorum.
    Senin bu yazınla eklemek istediğim bazı noktalar var tabi ki izin verirsen.
    1947 yılında kurulan İsrail devleti kuruluşta Sovyetlerin büyük desteği ile Marksist bir yöntem uyguladı. Kibutzlar ve sosyal politikalar kanunlar ile devlet egemen bazlı paylaşımcı komün bir toplum yarattı. Burada yaşayan eski Filistinliler ve FKÖ Lübnan’a sığındılar.
    1960 lı yıllardan itibaren gelen Filistinliler nüfusun %35 civarına geldiler. Tıpkı bizim ülkemize gelen Suriye’li mültecilerin nüfusun %12 sini yakalaması gibi.
    Malum 1975 yılında çıkan Lübnan iç savaşı Lübnan’ın tüm dengelerini alt üst etti. Suriye’nin Hristiyan topluluğu bu durumdan rahatsız olmuş bir taraftan saldırıyordu, İsrail kendine vaadedilmiş topraklar gördüğü için güneyden saldırıyordu. Sonuçta 1990 lı yıllara kadar bu çalkantı süre geldi.
    Lübnan senin de yazında belirttiğin gibi Fenikeliler soyundan benim düşüncem de bu yönde, ama zorla Araplaştırma, Müslüman kardeşlerin eylemleri nedeniyle şu anda hem ekonomik hem de sosyal açıdan içler acısı bir durumu yaşıyor. Siyasi anlamda başarısızlık maalesef yerini dini argümanlara bırakıyor.
    Lübnan denince aklıma “zeytin ve kekik” kokusu geliyor demişsin ya, aynen öyle Golan tepelerinde Zeytin ve Zahter tarlaları vardır. Zahter konusunda tüm dünyada bir numara olan Lübnan’ın bu gelirini engellemek için İsrail uçakları napalm bombası atıyor.
    Duvarlar, İsrailin kuruluşu sonrası Filistinlilerin göçü ile delindi, sınırlar iç savaş sonrası yapılan saldırılar ile değişti. Kimlikler başarısız siyasetçiler yüzünden değişti.
    Çok uzattım gelelim ülkemize, yine yazında belirttiğin gibi kabileci ölümcül kimliklerin baskı ve hegemonyası çok eskiden beri hümanist düşünceyi ezip yok etmeye çalışıyor. Muhafazakar iktidar, daha önceki iqktidarlar gibi aşiret ve tarikat gibi aqrgümanları kullanarak baskı ve zulmünü artırıyor. Fakat bu ülkenin sosyolojik ve kültürel yapısı Lübnana benzemez. Ama tabi ki ortamı da boş bırakmamak lazım.
    Sevgiler ❤️

  • Yanıtla Josef Kılçıksız 12 Mart 2024 at 00:04

    Harika bir yorumdu sevgili Metin,
    İhvan hareketi tüm Ortadoğu’nun etinde iltihaplı bir kıymık gibi, siyasi projeleri şöyle işliyor, önce demografik yapıyı bozuyorlar, sınırları kevgir haline getirerek bir güvensizlik ortamı yaratılıyor, Lubnan’da rüşvet, nepotizm ve ahlaki çürüme had safhada, işte o boşluğa hayırsever yardım dernekleri olarak devreye yerleşiyorlar.
    Annemin soyu Maronit, ona her sorduğumda biz Fenikeliyiz der.
    Fenikeli olmak oradaki Hristiyanların köktendinci şiddete mesafe almalarının bir çeşit ifadesi gibi.
    Tekrar yürekten teşekkür ederim.
    Sevgiler ❤️

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan