Beyaz ışık altında her şey beyaz algılanabilir. Demir karyolanın boyası, duvarların rengi, üzerimdeki örtü, bileğimdeki kayış. Odaya girip herkes beyaz. Boşluk. Kaş, göz, burun, ağız yok. Yüzsüz herkes.Koluma bağladıkları ince hortum beyaz. Damarlarıma zerk ettikleri sıvı beyaz. Enjektörün ucu gri, bir de tenime değen…
“Vilayete gideceğim kızım, dolaptan eşarbımı çıkart.” “Ne yapacağız orada? Ona göre hazırlık yapayım ben de Nazmiye Hanım.” “Mektup atacağız Hikmet’e.” “Peki. Siz ilacınızı alın da yolda yorulmayın. Ben de hazırlıkları yapayım.” Yanındaki berjere kendini bıraktı Nazmiye. Pencereden yana dönüp elindeki kâğıdı salladı. Yanağında yırtık oluşturan gülümseme ile bahçeye…
Belgin Cevher, on dokuz yaşında, kadın. Konuşmuyor! İçinde kelimeler birbirine çarpa çarpa çarpık cümleler oluşturuyor, her cümleyle içi daha da genişliyordu. Sesine ulaşmıyordu. Kimsenin çare olamadığı yarasını ses almış kelimeler kanatıyordu.…
Resetlenmiş aklının uçlarında dolanan his tetikte tutuyor Nesrin’i. Her şeyi kontrol etme dürtüsü ilk ne zaman peyda olmuş hatırlamıyor. Buraya ne zaman geldiğini de. Bahçeyi seviyor, orada olmak aşinalık yaratıyor aklında.…
Hayatına sahip çıkmayı son virajda aklına getiren Derya, bulunduğu yerin tezatlığıyla içinden söyleniyordu; “Hayatına sahip çıkmış! Daha ne kadar çıkacaksam. Çıktım bak, onun için buradayım işte. Kendi gelmiş doksan yaşına. Everest’e çıkmışım hanım, oradan konuşmak kolay, aşağılara gel de oradan bak bakalım kolay mıymış…
“Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime.” “Ben geçmişe baktıkça titriyorum evladım, sen istikbalinden neden korkuyorsun?” “Geçmişimizi taşıyoruz ya yanımızda, istikbalim nereye varacak tahmin etmek zor değil. Şu anda nerede olduğumuza bakılırsa.” …
Şehrin siluetine düşen gölgeler gibi iğreti sallanıyoruz boşlukta Turgut’la. Renkler tonlarını yitirmiş. Biz de renklerimizi. Sadece birer gölge. Bir sopanın ucuna takılmış, gizli bir elin yönetiminde sadece hareket ediyoruz. Ruhumuz hapsedilmiş; ışıksız, cansız, mimiksiz.…
Gözündeki fer sönmüş, içtiği şarapların etkisiyle sarsak adımlarla etrafında bir ileri bir geri gidip geliyordu Turgut. Işıltılar saçarak gülümseyen Melda’dan alamıyordu gözünü. Onur konukluğunun hakkını veriyordu. Fotoğraflardaki ses kayıtlarını kimse dinlemiyordu artık. Çerçevelerin önünde saniye geçirmeden ilerleyen kitle, salonun ortasında şakıyan Melda’yı daha ilginç…
İndeks Karmanın Düşü: Birinci Bölüm Karmanın Düşü: İkinci Bölüm Karmanın Düşü: Üçüncü Bölüm Tripodun ayaklarını sabitleyip makineyi yuvaya yerleştirdi. Batan güneşin, denizin maviliğine oluşturduğu menevişlenmeyle beraber, gökyüzünün mavisi arasına sıkışan kent siluetini fotoğraflamaktı niyeti Turgut’un. Kişisel sergisinde mutlaka bir tane de İstanbul…
Bir, iki, üç, dört tane kılcal damar var ellerimin üzerinde. Tam orta parmağıma doğru uzanan damar şiş. Evrimsel sürecin armağanı mı acaba bu? Vücudumuzda bazı işlevselsiz yapılar evrimden sebepti. Ellerimi indirsem dizlerimin üzerine, belki kaybolacak o damar, kas mıydı yoksa o? Keşke havalandırsalarmış salonu.…