Roman

4 | Sevgililer Günü

16 Nisan 2022

Öykü: Sevgililer Günü | Yazan: Didem Çelebi Özkan

 

İndeks

Arım, Balım, Peteğim | Bölüm 1
Yok Olmak İstiyorum | Bölüm 2
Benzer Hikâyelerinin Karşı Tarafları | Bölüm 3
Sevgililer Günü | Bölüm 4
Boynuz Tarlası | Bölüm 5
Fazla Yakışıklı | Bölüm 6
Hayatımın Hatasını Yapıyormuşum | Bölüm 7

 

14 Şubat 2022, Pazartesi

 

Heyecanla gözlerini açtı.

Sevgililer Günü’ydü.

Ortada bir sevgili yoktu ama etkili bir jestle bir kadının hayatına girmek için bugünden daha iyi bir bahane de yoktu. Öyle şatafatlı sürprizler de beklemiyordu; isimsiz ya da imzalı -hiç fark etmezdi İdil için- bir kartla sabah erkenden evine ya da öğle saatlerinde iş yerine gönderilen bir çiçek, hoş olmaz mıydı mesela? Yeni başlangıçlara ihtiyacı vardı. Neden bugün, o gün olmasındı?

Ahh umut, her ne kadar Pandora’nın1 onu bir kutuya hapsettiği iddia edilse de insanın belki de devam etmesini sağlayan en büyük iç güçtü. Nietzsche’nin2 karanlık bakış açısıyla ise kötülüklerin en fenasıydı umut çünkü insanın çektiği eziyeti uzatıyordu. Üstinsan’ın3 yaratıcısı ile fikirleri sıklıkla çatışan İdil, umuda Bloch4 gibi yaklaşıyordu. Onun için de umut; insanı, ütopya uğruna harekete geçirebilecek tek güçtü. Ve bugün için umutları oldukça yüksekti.

Hafifçe sola dönüp sağ eliyle komodinin üzerindeki telefonuna uzandı, ekrandan saati kontrol etti. Alarmın çalmasına bir iki dakika vardı. ‘Vücut saatim her zamanki gibi tıkır tıkır işliyor’ diye kendine takıldı.

Twitter gündemine dalmadan Instagram’a girdi. Kırmızı daire içindeki 58 rakamının üzerine dokundu. Bakalım kimler, neler yazmıştı.

Buyrun işte! Bu da yeni modaydı. İnsanlar; Cumhuriyet Bayramı’nı, Kurban Bayramı’nı kutlar gibi birbirinin Sevgililer Günü’nü kutluyordu.
 

“Sevgililer Günün kutlu olsun güzelim.”
“Sevgililer Gününüz kutlu olsun İdil Hanım.”
“14 Şubat Sevgililer Gününüzü kutluyorum.”

 
‘Delirmiş bu insanlar’ diye düşündü. ‘Sanki 23 Nisan’ı kutluyoruz. Sevgililer Gününüz kutlu olsun, nedir ya?! Böyle bir cümle sevgiliye de yazılmaz ayrıca. Güzel bir iki söz, bir şiir belki ama ‘sevgililer günümüz kutlu olsun aşkım’ gibi bayağı bir şey asla değil.’

Kendi zihninde bu mesajları yazanlarla kavga etmeye devam etti:

‘İnsanlar özel günleri iyice çorba ettiler. Her kutlama aynı mı? Tıp Bayramı’nda doktor arkadaşına mesaj atar ya da ararsın da Sevgililer Günü’nde önüne gelen her kadına mesaj atmazsın ya! Kimi ticari bir gün der, kimi de bayram kutlamasına çevirir günü. Her şeyin anlamını yitirdiği bu çağa da ayrı lanet olsundu!’

Oooo bu sabah çoşmak için Twitter’a gerek kalmamıştı. Telefonu elinden bırakıp bir hışım yataktan kalktı.

Hazırlanıp evden çıkacağı vakit geldiğinde umutla beklenen buket elbette gelmemişti.
 

* * *

 
Nişantaşı’nın en haşmetli caddelerinden biri olan Abdi İpekçi boyunca hızlı adımlarla yürüdü. Yayınevinin bulunduğu binaya girdiğinde, bir an en üst kattaki merkezlerine, asansörü kullanmadan merdivenlerden çıkmayı düşündü. Sabahki sinir ve beklenti, içinde sıkışmış, üzerinden atamadığı bir enerjiye dönüşmüştü. Bakışları önce merdivenlere, ardından ayaklarındaki stilettolara kaydı. Karar vermekte çok da zorlanmadı, asansörün kapısını açıp kabine girdi.

Ofislerinin olduğu daireden içeri adım attığında hemen karşısındaki masanın ardından oturan sekreterin gülümseyen ve “Hoş geldiniz İdil Hanım” diyen sesiyle karşılandı.

Aynı gülümseyen ifadeyle “Günaydın Busecim” deyip odasına yöneldi.

Masasının üstü, yayınlanması umut edilerek gönderilen kitap dosyaları ile doluydu. Bunların okunup değerlendirilmesi gerekiyordu. Elini attığı her dosyada Türkiye’nin yeni yazarına merhaba demeyi diliyor olsa da genellikle sonuç hüsran oluyordu. Bazen sadece ilk satırlardan elinde tuttuğunun berbat bir metin olduğunu anlıyor, gene de yazarın hayâllerine duyduğu saygıdan biraz daha okumaya gayret ediyordu.

Bir dosyadan diğerine geçtiği sırada telefonu çaldı.

Defne’ydi arayan. Arkadaşının adını görmek gülümsetti; “Günaydın bebek” diye cevapladı.

“Günaydın canım. Bölmüyorum umarım.”

“Yok canımcığım, iyi oldu aradığın. Biraz mola veririm bahane ile. Bunalmıştım.”

“Kitap başvuralarını okuyorsun sanırım” dedi Defne sorar bir tonda.

“Nereden bildin?”

“Gene sinirlenmişsin belli.”

“Herkes kendini Margaret Atwood, Jack London sanıyor olsa da sade bir dil ile yazmanın satırlarca döktürülen anlamsız betimlemeden üstün olduğunu bilmedikleri gibi temel dilbilgisi kurallarından da bihaberler.”

“Gerçekten ilginç. Yazarlığa adaylar ama yazdıkları dilin kurallarını bilmiyorlar, öyle mi?”

“Ne yazık ki öyle. Bunun da çok basit bir nedeni var aslında. Ülkemizde herkes yazar ama o yazarların çoğu ne yazık ki okur değil. Hayatında 10 kitap okumamış kişi, kendisinin bir sonraki Nobel ödüllü yazar olacağı sanrısı içinde.”

“-de’ler, -da’lar mı sorun?” diye gülerek sordu Defne.

“Yaa -de’leri, -da’ları, -ki’leri geçtim artık. Şu sıralar en sinirime dokunan üç noktalar.”

Gülmeye devam ederek “Nasıl yani?” diye sordu Defne.

“Duygusal bir cümlenin sonuna üç nokta konulur yanılgısı nereden herkese bulaştı, onu çözmeye çalışıyorum. Üç nokta nerede kullanılır fikirleri dahi yok. Yazılarında noktadan çok üç nokta kullanan var. Hakikaten usandım. Ha bi’ de Türkçede olmayan bir noktalama işareti çıkarmışlar; iki nokta. Üç değil, tek değil, iki nokta yan yana! Kafalarına göre element türetiyorlar.”

“Bak ne diyeceğim, tüm bunları öğle yemeğinde konuşalım mı?”

“Harika olur” dedikten sonra aceleyle devam etti; “Seni görmenin harika olacağını kastetmiştim yoksa çemkirmelerimi konuşmasak da olur.”

“Yok yok, konuşuruz. Dolmuşsun sen gene belli.”

“Canım benim, bi’ tanesin. Nerede buluşuyoruz peki?”

“Atiye, The House Cafe nasıl? Sana da yakın.”

“Tamamdır. Belki şömineyi de yakmışlardır. Alevlerin karşısında bir kadeh şarap içeriz.”

Saat konusunda da anlaştıktan sonra telefonu kapattıklar. Biraz önce elini attığı dosyayı oflayıp poflayarak yeniden eline aldı.
 

* * *

 
İdil, Atiye Sokak’ta elinden geldiğince seri adımlarla ilerleyip The House Cafe’ye vardığında Defne çoktan beri arkadaşını bekliyordu. Asaletli fakat bir o kadar da göz kamaştırıcı gözüken arkadaşının oturduğu masaya yaklaşırken geciktiği için özür dilemeye başlamıştı bile.

Defne dimdik oturduğu sandalyesinden kalkıp “Sorun değil güzelim” dedi. Ardından hızlıca “Önemli bir şey yoktur umarım” diye ekledi.

“Yok yaa, tam çıkmak üzereyken eski yazarlarımızdan biri aradı. Birkaç ay önce yeni bir roman için anlaşmıştık kendisiyle. Hâlâ tek satır yollamadığından ‘Tıkanıklık yaşıyorum’ demek için aramış. Bunun alt metni ise; ‘Pohpohlanmaya ihtiyacım var.’ Hanımefendinin kendine güvenini yükseltip egosunu parlatmam biraz zaman aldı sadece.”

“Yaptığın işe dışarıdan bakan biri; edebiyat, kitaplar, yazarlarla dostluklar, ne zevkli iş, diye düşünür. Oysa devamlı bir stres altındaymışsın gibi.”

“Tanrım, yazarlarla uğraşmak tam bir kabus. Hele de hızlı bir çıkış yakalayıp aniden şöhrete kavuşanları idare etmek, ip üstünde cambazlık resmen.”

“İyi de bu editörün değil, yazar koçunun görevi değil mi?”

“Yaa bırak Türkiye’de editörlük; koçluğu, redaktörlüğü, psikologluğu, her bir haltı kapsıyor. Uğraştıklarımın çoğunun da kafa pek normal değil açıkçası.”

“Normallik…” deyip bir an durduktan sonra devam etti Defne:

“‘Yaratmak’ normal insanlarda ender rastlanan bir özellik kanımca. ‘Normal’ diye adlandırdıklarımızdan çıkmıyor o büyük eserler. ‘Savaş ve Barış’, ‘Anna Karenina’ gibi Rus Edebiyatının başyapıtları arasında sayılan eserlerin yaratıcısının,5 ömrünün büyük bölümünde depresyonda ve intihara meyilli olduğu söylenir. Nobel ödüllü Hemingway’in ise hem depresyon hem de bipolar bozukluktan muzdarip olduğu; borderline ve narsisistik kişilik özelliklerinin psikoz geçirmesine neden olduğu düşünülüyor. Tüm bu rahatsızlıkların neticesinde de kendini alkole verir ve 1961’de av tüfeğiyle intihar eder.”

“Virginia Woolf ve Sylvia Plath” diye arkadaşının listesine ekleme yapan idil devam etti; “Biri ceplerini taşlarla doldurup bedenini evinin yakınlarındaki nehre bırakarak, diğeri kafasını evinin fırına sokarak intihar eder.”

Defne arkadaşını başıyla onaylayıp “Ve daha nice örnek verilebilir” dedikten sonra davasını layıkıyla savunmuş avukat edasında arkasına yaslandı. 6

“Ee tamam işte, benim söylediğimi destekler örnekler bunlar” diye takıldı İdil arkadaşına. “Hepsi biraz kaçık işte. Ve inan yazdıkları şaheserleri okumak ile kendilerini idare etmek arasında uçurum var.”

Konu yazar tarihinden güncelle dönünce Defne “Anlatsana biraz; neler yapıyorlar?” diye ilgiyle sordu. “Ama dur, önce başka bir şeyi öğrenmem lazım. Sizin yazarlardan İzem Eda Timurtaş için bazı dedikodular dolaşıyor ortada. Hayalet yazar7 kullanıyormuş diyorlar. Doğru mu?”

İdil, “Nasıl yayıldı bu ortalığa hiçbir fikrim yok” deyip hafifçe öne doğru eğilerek anlatmaya başladı. Uzunca bir süre sohbet o yazardan diğerine geçerek aktı.

Yemekleri ve yazarların dedikodusu bittiğinde şöminenin karşısındaki kanepeye geçtiler.

Yerlerine oturmuş, alevlerin sakinleştiriciliğine teslim olmuşlardı ki İdil “Sen nasılsın? Özgür’le ne durumdasınız?” diye sordu.

“İyice delirdi son günlerde. Katlanılır hâli kalmadı” dediği sırada telefonu çaldı Defne’nin. “Iyyy arıyor işte Kara Bulut” derken yüzünü buruşturarak bakıyordu telefona.

“Kara Bulut mu?” diye soran İdil de telefona çevirmişti bakışlarını. Ekranda gerçekten de “Kara Bulut” yazıyordu. “Delisin kızım sen. İnsan kocasını ‘Kara Bulut’ diye kaydeder mi? Biliyor mu bu şekilde kaydettiğini?” diye sordu.

“Çok da umurumda bilip bilmemesi. Haftaya da ‘Sakın Açma’ diye kaydedebilirim” dedikten sonra bir hışım aramayı sessize alıp telefonu, ekranı alta gelecek şekilde, masaya geri bıraktı.

“Açmayacak mısın?” diye sordu İdil.

“Yok. Hiç çekemeyeceğim şimdi. Sonra ararım.”

“Niye delirdi peki son günlerde?”

“Niye olacak? Sevişmiyoruz diye elbette.”

“Yeni mi fark etmiş? Siz en az beş yıldır sevişmiyorsunuz.”

“Beyefendi uzun bir dönem depresyonda olduğundan ve kullandığı antidepresanlar libidosunu düşürdüğünden durumun çok da farkında değildi sanırım. Son psikoloğu bayağı başarılı, psikiyatristi de ilaçlarını hafifletti, küçük Özgür de hareketlendi anında tahmin edebileceğin gibi.”

“Peki, yakın zamanda sevişmeyi düşünüyor musun adamla?”

Defne şaşkınlıkla “Kim? Özgür’le mi?” diye sorduktan sonra “Hiç niyet…” diye devam ediyordu ki İdil’in kahkahaları cümlesini bitirmesini engelledi.

“Yaa gerçekten çok komiksin kadın. ‘Kimle?’ diye soruyorsun bir de. O kadar kopmuşsun işte adamdan.”

“Iyyy gerçekten mümkün değil, neden anlamıyorsunuz ben de onu kavrayamıyorum.”

“Ne bileyim kuzum. İnsan nasıl beş yıl sevişmeden durur onu bile aklım almıyor benim. Sanırım yapmaya yapmaya unuttun.”

“Hiç alâkası yok. Olay sevişmek istememek değil, ben Özgür’ün bana dokunmasını dahi istemiyorum, fikri bile gerilmeme sebep oluyor.”

“Bu noktada ne diyeceğimi biliyorsun, değil mi?”

“Biliyorum biliyorum; ‘Boşan o zaman’ diyeceksin.”

“Sen de yok çocuklar, yok dışardaki evdekinden iyi mi olacak, diyeceksin.”

“Eehh birbirimizin ne söyleyeceğini çok iyi bildiğimize göre bence yormayalım kendimizi” dedi Defne göz kırparak.

İdil de konuyu değiştirmek üzere;

“Çocuklar ne alemde peki?” diye sordu.

“15 yaşında bir kız ve 13 yaşında bir oğlanla sence durum nasıl olabilir? İkisi de ergenlikte; birinin tafrası bitiyor, diğerininki başlıyor. Kartal, gözlerine kadar indirdiği kapüşonla geziyor evin içinde, okulda; hatta neredeyse yatarken bile kafasından çıkarmayacak o kapüşonu. Devamlı mutsuz, somurtuk ve ‘canım sıkılıyor’ en sık kullandığı cümle. Zelal’in ise dil pabuç kadar maşallah. Annesi değil, düşmanıyım sanki. Hiçbir şeyine müdahâle edemiyorum. Geçen gün bir etek giydi, iç çamaşırı ile aynı hizada ama sıkıyorsa bir şey söyle. Sanki o anne, ben çocuğum; devamlı azar yiyorum. İki gün önce birine şişman dedim diye söylendi.”

“Niye ki?”

“Body shaming 8 yapıyormuşum. Şişman değil, kilolu diyebilirmişim en fazla.”

“Waovvv çok iyi ya. Bu Z Kuşağı’nın duyarlılığı ve farkındalığı etkileyici cidden.”

“Aman… biraz da annelerine duyarlı olsalar keşke.”
 

* * *

 
Akşam eve dönmek için ofisten çıktığında hâlâ içinde bir umut vardı. Kapısının önüne konmuş cam bir vazo içinde şık bir arajman ya da siyah bir kutuda kırmızı güller kendisini bekliyor olamaz mıydı?

Olmadı ne yazık ki. Gün içinde ofise herhangi bir çiçek gelmediği gibi kapısının önünde de onu bekleyen bir sürpriz falan yoktu. Ahhh evet, gün boyu DM ve WhatsApp üzerinden mesajlar ve sanal çiçekler gelmeye devam etmişti.

‘Çiçek görseli nedir yaa?!’ diye düşündü. Hiçbir şey yollamayın daha iyi.’ Sanal çiçek yollamanın aç insana yemek fotoğrafı yollayıp doymasını beklemekten farkı yoktu İdil için. Üstelik bir de bu çiçek görselleri bayram kutlaması tadında mesajlarla birleştiğinde iyice asap bozucu oluyorlardı.

Hayâl kırıklığı ile odasına ilerlerken üstündekileri çıkarmaya başlamıştı bile. Banyoya girdiğinde suyun altında bir süre öylece durdu. Nerede hata yapıyordu? Güzeldi, zekiydi, başarılıydı. Lanet erkek milleti daha ne istiyordu?

Çıktığında giyinmeden, bornozu ve kafasında sağa sola kayıp duran baş havlusuyla kendini yatağa attı. Gözlerini tavana dikmiş hayatını düşünürken telefonu çaldı. Ekrana baktı.

Arayan Esra’ydı.

“Merhaba güzelim” diye açtı fakat Esra anında yakalamıştı sesindeki mutsuzluğu.

“Ne o, bu sene de gizli hayran çıkmadı mı ortaya?”

“Yaa Esra, zaten cinlerin tepemde hıncımı senden çıkarttırma bana.”

“Kızım deli misin, 21. yüzyılda peri masalı hayâlleri kuruyorsun. 19. yüzyıl İngiliz aristokrasisinin romantizmi üstelik aradığın. Bir kurtulamadın ergenlikte okuduğun Jane Austen romanlarının etkisinden.”

“Austen’i karıştırma” diye gülerek araya girdi İdil.

Esra arkadaşının araya girişini kâle almadan konuşmaya devam etti; “Bunlar hep, hem kadın-erkek eşitliğini hem de narin bir cinsilatif muamelesi yapılmasını istemenin arada kalmışlığından. Sen yollasaydın bir buket çiçek hoşlandığın bir adama. Neden erkeklerden bekliyorsun ki? Mesela şu geçen hafta bahsettiğin yazar, neydi adı?”

“Doruk Çebi” diye cevapladı İdil bıkkın bir tonda.

“Hah Doruk. Yollasaydın ona şöyle altılı ya da yedili bir kırmızı gül buketi.”9

“Bırak yaa, yapsam ne değişecek sanki? İnan ben bu adımı atmaya hazırım da erkeklerimiz henüz bu kafada değiller. İsteğini belli eden kadının elde edeceği, tek gecelik bir partnerden ötesi asla değil. Nazlanmazsan, zor kadını oynamazsan zinhar seninle bir ilişki düşünmüyorlar. Peşinden koşturan, duygusal ve fiziksel olarak istediklerini vermeyen kadın onlar için zevkli av. İlgileri ancak böyle uzun süre senin üzerinde kalıyor yoksa anında senden bir sonrakine sekiyorlar.”

“Öyle mi Bayan İlişki Profesörü?”

“Aynen öyle şekerim. Bunu kanıtlamanın da çok basit bir yolu var. Tek bir soruya cevap ver; ilk geceden birlikte olduğun kaç ilişki o geceden uzun sürdü?”

Esra hızlıca bir geçmiş taraması yaptığından hemen cevap veremedi. İdil devam etti:

“Hiç boşuna hafıza odalarında gezinme, ben senin için cevap vereyim; sıfır.” Haklı olduğunun farkındalığı ile konuşmayı sürdürdü; “Ben erkeklerin peşinden koştuğu avı oynamak istemiyorum. ‘Narin bir ceylan değil, ben de bir aslanım’ diye diye 40 yaşıma geldim. Elimde ne var? Koca bir hiç.”

Esra arkadaşının ufak çapta bir krizin eşiğinde olduğunu anladığından daha fazla üzerine gitmemeye karar verdi ve “Onların kaybı. Ayrıca elinde koca bir hiç değil, bizler varız” dedi.

“Kuzum benim, sizler için elbette minnettarım fakat bahsettiğim bu değil. Aşkla sevilmek, değer görmek istiyorum. Çok şey mi bunlar?”

“Değil elbette. Ve fazlasıyla da hak ediyorsan.”

“Sen de öyle. Ama hiçbirimiz hak ettiğimiz gibi sevilmiyoruz. Sorun ne biliyor musun?”

“Neymiş?” diye sordu Esra.

“Fazla güçlü ve bağımsızız. Müdanamız yok beşimizin de. Ve erkekler bundan nefret ediyor. Kendinden güçlü kadına katlanamıyorlar.”

“Yani, evet çoğu öyle, ne yazık ki.”

“Ergenliğimden bu yana birlikte olduğum hiçbir erkeğin maddi güdümüne girmedim. Onlar bir yemek ısmarladıysa bir sonrakini ben ısmarladım. Bir tatile erkek arkadaşım davet ettiyse, bir sonrakini ben organize ettim. Bana ne yaptılarsa falasıyla karşılığını verdim. Ve bununla da daima gurur duydum.”

“Duy tabii, doğru olan da bu zaten.”

İdil “Öyle mi gerçekten?” diye sordu. Bir cevap gelmesini beklemeden de devam etti; “Üniversitedeyken, aklı sıra bana erkekler konusunda akıl veren bir kız arkadaşımın söylediği bir söz, o zamanlar beni çok rahatsız etmişti. Oysa son günlerde ‘Acaba haklı mıydı?’ diye düşünmekten kendimi alamıyorum.”

“Ne demişti ki?” diye merakla sordu Esra.

“‘Erkeklere para harcatacaksın çünkü sadece ellerini ceplerine attıran kadınlara değer veriyorlar. Bunun da basit bir nedeni var. Bu nedenin de sevgiyle falan alâkası yok. Bunun için bu kadar harcadım, yeni biriyle sıfırdan başlamayayım, diyorlar’ demişti.”

“İğrenç bir düşünce” dedi Esra.

“Ben de öyle düşünmüştüm. Zaman içinde görüşmeyi de kesmiştim kendisi ile. Bu yüzden hiçbiriniz tanımazsınız örneğin Açelya’yı.”

“Acı olanı bu mantalitedeki kadınların el üstünde tutulup bizlerin bir çırpıda harcanması.”

“Ahh onun dediğine geliyorsun işte” dedi İdil gülerek.

İdil’in yorumuna çok da aldırmadan devam etti Esra; “Var mıydı bir sevgilisi peki?”

“Vardı evet. Adamın yapmak zorunda olduğu şeyi, kırk yıl düşünsen erkek arkadaşından istemek senin aklının ucuna gelmez.”

“Allah Allah, ne istiyordu ki adamdan o kadar ilginç?”

“Ailesi başka bir şehirde yaşıyordu. Açelya, üniversite eğitimi için gelmişti İstanbul’a. Babası her ay hesabına ne kadar para yatırıyorsa erkek arkadaşı da o kadar yatırmak zorundaydı.”

“Şaka yapıyorsun, değil mi?”

“Yoo. Gerçekten yatırıyordu da adam. Evet, sevgilisi bizler gibi öğrenci değil; hâli vakti yerinde bir iş adamıydı. Belki de bunu yapabilecek birini seçmişti, bilmiyorum. 20 yaşında genç bir kadın ne ara bu kafaya ulaşmış olabilir, anlamak mümkün değil.”

“Açelya’nın bu yaptığının adı başka bir şey canım.”

“O kadarını bilmem” deyip omuzlarını silkti İdil.

“Pes” dedi Esra ama merakı bir kere cezbedilmişti; “Ne oldu peki bu Açelya Hanım’a?” diye sordu.

“Felsefe mezunu bir ev kadını oldu. Üniversitedeyken birlikte olduğu adamdan daha zengin biriyle evlendiğini duydum ilerleyen yıllarda.”

Esra dinlediği hikâyeden rahatsız olmuştu.

Konuyu yeniden İdil’e döndürerek “Bunları neden sorguladığını anlıyorum fakat yanlış olanın kazançlı çıkması, kendi doğrularından şüphe duymana neden olmamalı” dedi.

“Bu yaştan sonra zaten ben olmaktan vazgeçecek hâlim yok. Gene de ‘Keşke kıymetim bilinse’ diye düşünmeden edemiyorum.”

“Senin kıymetin bir erkeğin görebildiğinden çok daha değerli. Ne oluyor sana anlamıyorum. Orta yaş krizine mi giriyorsun?”

“Off Esra ya…”

“Kızım ciddiyim. Siz felsefeciler zaten daimi bir sorgu hâli içerisindesiniz de son dönem yok şarkılar, yok seçimlerin; fazla mı kendine yüklenir oldun acaba?”

“Ahh hayatın anlamının sorguladığı, varoluş sancıları çekilen döneme mi geldim yani?”

“Onu sen söyleyeceksin güzelim. O dönemde misin? Açıkçası beni, hayatın anlamı falan ilgilendirmiyor. ‘Neden buradayız?’ sorusu ömrüm boyunca merakımı cezbetmedi, bundan sonra da etmeyecek. Geldim, buradayım, bunu en keyifli şekilde yaşamak istiyorum sadece. Sana da bu sorgulamaları bir kenara bırakıp kendi doğrularınla devam etmeni öneriyorum.”

Telefonu kapattıklarında İdil gözlerini yeniden tavana dikip düşünceden düşünceye sıçrayarak bir süre daha uzandı. Sonunda kendinden de düşüncelerinden de sıkıldığında kalktı ve giyinmeye başladı.
 

*

 
Mutfaktaki ada tezgâhta hızlıca bir şeyler atıştırdıktan sonra elinde şarabı salona geçti. Geniş pencerenin önüne yerleştirilmiş kanepenin baş ucunda durmakta olan darbuka şeklindeki büyükçe bir yan sehpaya şarabını koydu. Birkaç saniye içinde bardağın ham ceviz üzerinde leke bırakacağından endişe ederek kadehi kaldırdı, orta sehpanın üzerinden aldığı bir altlığı alıp bardağı onun üzerine yerleştirdi. İçi rahatlayınca odanın iki duvarını zeminden tavana kadar kaplayan kütüphaneye yöneldi. Yerini çok iyi bildiği kitap için raflardan birine uzandı ve Jane Eyre’ı10 çekip aldı. Soluk kahverengi deriden chesterfield kanepeye dönüp hafifçe kaykılarak oturdu.

Bu gece, her hâlükârda, bir yerden aşkla beslenecekti. Ve Charlotte Brontë11 böyle durumlar için etkili reçetelerden biriydi.

Henüz birkaç sayfa okumuştu ki telefonu çaldı. Mert’ti telefonun ekranında yazan isim ve elbette görüntülü arıyordu.

Kanepeden doğrulup aramayı cevapladı.

“Sevgililer günün kutlu olsun bebek.”

“Ya sen de mi?” diye söylenmeye başlamıştı ki arkadaşının bu güne dair hislerini gayet iyi bilen Mert “Tamam, tamam kızma” dedi fakat kendine engel olamayarak devam etti; “Anlaşılan bu sene de Beyaz Atlı Prens çıkmamış sahneye.”

Ekrana gözlerini devirerek bakan İdil “Ne oldu, hepiniz sözleştiniz, beni delirtmeye mi çalışıyorsunuz?” dedi.

“Yok be güzelim. Kendi mutsuzluğumuzu sana takılarak gizliyoruz sadece. Sen hâlâ aşka inandığın için aslında aramızdaki en güçlüsün.”

“Tabii tabii” dedikten sonra konuyu Mert’e getirmek için “Eee sen niye evde tek başınasın Sevgililer Günü’nde? Nihal’e ne oldu?” diye sordu.

“Ne olsun duruyor” dedikten sonra haylaz bir çocuk gibi devam etti; “O ve diğerleri.”

“Aman ya, iğrençsiniz hepiniz. Kadınların birbirinden haberi var mı peki?” diye sordu İdil.

“Pek umurlarında olduğunu sanmıyorum. Ben de gözlerine sokmuyorum. Gördüğün gibi Sevgililer Günü’nde içlerinden biriyle değil, evde tek başımayım.”

“Ooo, bu eşit yaklaşımınızdan ötürü tebrik ediyorum sizi Mert Bey” dedi kinayeli bir tonda. Mert gülünce devam etti; “Ayrıca herhangi birisiyle bu geceyi birlikte geçirmen kadını resmi olarak sevgilin ilan etmek olacağından ortadan kaybolmuşsundur sen. Ama merak ediyorum, ne dedin kadınlara?”

“Hastanede nöbetim olduğunu söyledim” derken hâlâ haylaz haylaz gülüyordu Mert.
 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 

Didem Çelebi Özkan

 
 

Notlar & Açıklamalar

  1. Pandora’nın Kutusu: Pandora’nın Kutusu, Antik Yunan efsanelerinde geçen ve içinde kötülüklerin bulunduğuna inanılan sihirli kutu.
     
    Efsaneye göre Prometheus, Tanrı Zeus’tan gizlice ateşi çalmış ve insanlığa vermiştir. Bu duruma çok öfkelenen Zeus, Prometheus’u o zamanlar kimsenin yaşamadığı Kafkas Dağları’nda zincire vurdurur. Bir kartal her gün Prometheus’un ciğerini yer ve her seferinde Prometheus’un ciğeri tekrar oluşur. Bu şekilde Prometheus’a işkence edilir.
     
    Prometheus, Herkül tarafından kurtarılır. Zeus bu duruma bir şey demez ancak zincir halkalarının Prometheus’un ayağında kalmasını sağlar. Böylece Prometheus sonsuza kadar cezalandırılmış olur.
     
    Zeus insanlardan da intikam almak istemektedir. Bu yüzden Hephaistos’a emir vererek balçıktan bir kadın figürü yapmasını ister ve ardından Pandora’yı yaratır. Pandora Antik Yunan’da ilk kadın olarak kabul edilir (İslamiyet ve Hristiyanlıkta geçen Havva gibi).
     
    Zeus, Tanrıçalar gibi güzel olan Pandora’yı, Prometheus’un ikizi olan Epimetheus‘a bir kutuyla/küple gönderir. Kapıyı çalan Pandora’nın güzelliğinden büyülenmiş olan Epimetheus, onu evine alır ve ertesi gün onunla evlenir. Söz konusu kutuyu/küpü açmasını Pandora’nın kulağına fısıldayan Zeus’un, artık insanlıktan intikam alma zamanı gelmiştir. Zeus sayesinde kutuyu/küpü (Pandora’nın kutusunu) açan Pandora, insanlık arasında mutsuzluğu salıvermiştir. Böylece kötülükler dünyaya ve insanlığa yayılmıştır.

    Son anda Zeus bir kez daha kapağı kapaması için Pandora’nın kulağına fısıldar. Pandora kapağı kapatır ve umut kutuda kalır.

    Kaynak: Vikipedi    ⇡⇡⇡

  2. ***
  3. Friedrich Wilhelm Nietzsche: Alman filolog, filozof, kültür eleştirmeni, şair ve besteci. Din, ahlâk, modern kültür, felsefe ve bilim üzerine metafor, ironi ve aforizma dolu bir üslupla eleştirel yazılar yazmıştır. – Vikipedi    ⇡⇡⇡
  4. ***
  5. Üstinsan: (Übermensch) Nietzsche’ye göre insan mertebesi, hayvan mertebesiyle İnsanötesi mertebesi arasında kalmış bir varlıktır ve bu nedenle insan mertebesi alt edilmelidir. Bu ifade de İslam felsefesinde sufilerce ifade edilen insan-ı kamil fikriyle benzerlikler gösterir. Bunu Zerdüşt’te birçok kez ifade etmektedir. Bunun anlamı, Nietzsche’nin düşüncesine göre insanın eksikli yani tamamlanmamış bir varlık olmasıdır. İnsan, yanılgılardan ve yücelttiği yanılsamalardan kurtulduğunda eksikli varlığını aşabilecek, kendisini tamamlayabilecektir. İnsan hep kendini aşmaya çalışarak, alt ederek üst-insan olma yolunda ilerleyecektir. Nietzsche yaşadığı dönemi “nihilizm çağı” olarak adlandırmıştır ve bu ancak İnsanötesi’ne ulaşmaya çalışmakla aşılabilecektir. – Vikipedi    ⇡⇡⇡
  6. ***
  7. Ernst Bloch: Çok genç yaşta sosyalizmi benimsedi. Berlin’de Georg Simmel’in ve Heidelberg’te Max Weber’in öğrencisi oldu. 1915 yılında İsviçre’ye gidip Walter Benjamin’le dostluk kurdu. Almanya’ya dönünce Geist der Utopie`i (Ütopyanın Ruhu – 1918), tez konusu olan Thomas Münzer; Theologe der Revolution`u (Devrimin Tanrıbilimcisi Olarak Thomas Münzer – 1922), ve daha sonra da Durch die Wüste`yi yayımladı. 1920’lerde Berlin’de serbest gazeteci olarak çalıştı. Siyasal mücadelesi tam bir nazi karşıtlığı niteliği taşıyan Bloch, tartışma yazılarını bir araya toplayan Erbschaft dieser Zeit (Bugünün Mirası -1935) adlı kitabı yayımlanınca ülkesinden ayrılmak zorunda kaldı. – Vikipedi    ⇡⇡⇡
  8. ***
  9. Burada bahsedilen yazar 82 yaşında, Astapovo’daki tren istasyonunda ölü olarak bulunan Lev Tolstoy’dur. – Vikipedi    ⇡⇡⇡
  10. ***
  11. Bu bölümde adı geçen yazarların rahatsızlıklarına dair daha detaylı bilgiyi Psych Central sayfasındaki “7 Famous Writers With Mental Disorders” makalesinden okuyabilirsiniz.    ⇡⇡⇡
  12. ***
  13. Hayalet Yazar / Gölge Yazar: Kitap, senaryo, konuşma, makale, şarkı, blog, hikâye gibi metinleri başkası adına yazması için kiralanan kişi. – Vikipedi    ⇡⇡⇡
  14. ***
  15. Body Shaming: Bir kişiyi bedeninden dolayı utandırma, fiziksel görünüşüyle ​​alay etme eylemi. – Wikipedia    ⇡⇡⇡
  16. ***
  17. Burada gül sayılarının anlamlarına gönderme yapılıyor. Bu anlamlar şu şekilde:
    1 tane gül: Size odaklanmış özel sevgi
    2 tane gül: Karşılıklı derin bir aşkla birbirimizi seviyoruz
    3 tane gül: Seni seviyorum
    6 tane gül: Senin olmak istiyorum
    7 tane gül: Aklımı başımdan alıyorsun

    9 tane gül: Sonsuza kadar birbirimizi seveceğiz
    11 tane gül: Hayatımda en çok sevdiğim kişisin
    12 tane gül: Tatmin edici bir beraberlik ve karşılıklı sevgi
    13 tane gül: Gizli Aşk
    24 tane gül: Her dakikayı sevgiyle hatırlıyorum
    33 tane gül: Derin aşk ile seviyorum
    36 tane gül: Bana geldiğinden dolayı romantik hissetmek
    44 tane gül: Hiç değişmeyeceğim için söz vermek
    50 tane gül: Koşulsuz aşk
    99 tane gül: Karşılıklı anlayış aşkı sonsuzlaştırır
    101 tane gül: Sadece sen
    108 tane gül: Benimle evlenir misin?
    111 tane gül: Sonsuz aşk
    365 tane gül: Seni her gün düşünüyor, her gün seviyorum
    999 tane gül: Bitmeyen ve sonsuza kadar aşk

     

    ⇡⇡⇡

  18. ***
  19. Jane Eyre: Charlotte Brontë’ın 1847’de yayımladığı romandır. Victoria dönemi İngilteresinde farklı sınıftan iki kişi arasındaki bir aşkı anlatan roman, toplumda yaşanan dini baskıyı, sınıf ayrımını ve erkek üstünlüğünü gerçekçi bir biçimde yansıtır. Kadın özgürlüğü ve haklarına sahip çıkan ilk romanlardan biri olarak kabul edilen eser romantizm akımının en önemli örneklerindendir.
     
    Kaynak: Vikipedi    ⇡⇡⇡
  20. ***
  21. Charlotte Brontë: 1816 doğumlu İngiliz yazar. İngiliz Edebiyatı’nın klasikleri arasına yerleşmiş eserleriyle tanınan 3 kardeşin (Charlotte Brontë, Emily Brontë, Anne Brontë) en büyüğü. En ünlü eseri “Jane Eyre”, bir asırdan fazla geçmişiyle halen büyük ilgi görüyor. Ayrıca ailenin kısa ve acıklı hayat hikâyesi de birçok esere konu oluyor.
     
    Kaynak: Vikipedi    ⇡⇡⇡
  22. ***

 
 

5. Bölüm 👇🏻

5 | Boynuz Tarlası


 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

2 YORUMLAR

  • Yanıtla Burak Süalp 16 Nisan 2022 at 13:11

    Canım benim bu bölümü de bayıla bayıla okudum. Öncelikle girişteki felsefi düşünceler harika olmuş. Gerçekten İdil’le uyanıp, duygularını birlikte yaşar gibi hissettim. Süperdi. İdil’in yazarlarla ilgili düşüncelerini belirttiği kısma geldiğimde, itiraf edeyim, sesli güldüm. Yazar-editör, farketmez, hepimiz kendimizi sürekli geliştirmeliyiz. Yaptığımız iş edebiyatsa, en iyi bilmemiz ve sürekli öğrenmemiz gereken şey dilbilgisi kuralları tabii ki. Mesaj harika.
     
    Sevgililer Günü kutlama mesajları konusunda da İdil’e katılıyorum. Hatta bayram mesajı gibi olan mesajlar bir yana, kandil mesajı gibi olanlar var, kopartıyor onlar beni. Sanırım dergide yazdığım tek köşe yazısında da benzeri konuyu işlemiştim. Maalesef artık her gün aynı. Kadınlar Günü=Tıp Bayramı=23 Nisan=Kabotaj Bayramı… 10 Kasım gibi anma günleri bile neredeyse aynı muameleyi görüyor. Maalesef…
     
    İdil’in iç düşünceleri ve arkadaşlarla diyalogları ile devam eden bu bölüm su gibi akmış. Her bir tartışma başlığını farklı açılardan değerlendirmen de hikayenin gerçekçiliğine tavan yaptırmış. Son kısımda Mert’in erkek bakış açısı ile akışa dahil olması ile muazzam olmuş.
     
    Ayrıca, filozoflarıyla, notlarıyla, açıklamalarıyla, bilgi dolu bir bölüm okumuş oldum, çok öğrendim, çok mutlu oldum. Kalemine sağlık canım baş editörüm. Yeni bölümü merakla bekleyeceğim. 🙏🏻❤️😘

    • Yanıtla Didem Çelebi Özkan 16 Nisan 2022 at 18:40

      Defalarca okudum yorumunu 😁 Bunca güzel söze nasıl cevap veririm diye düşündüm, bulamıyorum. Ama sen biliyorsun elbette, her cümlenin beni ne kadar mutlu ettiğini 🥰
       
      Bu bölümde, bire bir çalışamadık -çok muzdaribim bu durumdan ayrıca, özlüyorum seninle beyin fırtınası yapmayı- yine de sen daima zihnimdeydin. Hani dün gece yarısı, sonunda taslaklardan okuyup “Diyaloglar çok akıcı olmuş” yazdın ya, işte onun sebebi zihnimdeki sesin. Ne zaman bir karekterin konuşması uzayıp koca bir paragrafa ulaşsa senin söylenen sesin zihnimde yankılandı, tiratları kısalttım 🙈😁
       
      Son okuyuşları senin gözünle yapmaya gayret ettim. Ve evet, bu sefer sensiz bitirmem gerektiğinden defalarca defalarca yeniden okudum. 100’ün üzerindedir rahat baştan sona okuyuş sayım 🙃
       
      Bu yüzden canım editörüm beğendiyseniz bölümü, kendime bir ‘Aferin’ veriyor, sizi de kocaman öpüyorum ❤️😘

    Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan