Çok Gezen Abi

Faralya – Kabak Koyu | Likya Yolu | 15

13 Kasım 2020

Yazı: Faralya’dan Kabak Koyu’na Likya Yolu | Yazan: Burak Süalp


Faralya’dan Kelebekler Vadisi Görünümü

İndeks

Paylaştıkça Çoğalıyor İnsan | 1
Korkularımı Cihangir’de Bıraktım | 2
Umarım Unuttukları Çok Yer Vardır | 3
İnsanoğlu Baki Değil, Devrilir Ağam | 4
Herkes Zengin Ama Kimse Özgür Değil | 5
Peksimet | Kırlangıç Sanat Atölyesi | 6
Herakleia | Sekiz Bin Yıllık Miras | 7
Bu Kampta Mucize Var | 8
Bodrum | Kesişen Yollar | 9
Datça | Hâlâ Çok Güzel | 10
Marmaris | Zaman Tünelinden Çıkan Kuzen | 11
Kayaköy | Kurtuluş’un Hayalet Mirası | 12
Ölüdeniz | Aşk Böyle Bir Şey | 13
Likya Yolu | Anaerkil Topraklara Yolculuk | 14
Faralya – Kabak Koyu | Likya Yolu | 15
Kabak Koyu | Likya Yolu | 16
Alınca Yürüyüşü | Likya Yolu | 17
Yediburunlar, Alınca’dan Gey’e | Likya Yolu | 18
Gavurağılı Yürüyüşü | Likya Yolu | 19
Karadere, Patara’nın Sakin Kıyısı | Likya Yolu | 20
Daha Ne İsterim Allah’tan? | 21
Kariyerimde Bir Zirve | Karadere | 22
Ne Yapacağım Ben Şimdi? | 23
Birayla Su Bir Mi? | 24
Kök Salmak, Yol Almak | 25
Kesin İstihbaratçıydım, Başka Bir Olasılık Yoktu! | 26
Yolun Sonu, Yolun Başı | 27

 

Faralya – Kabak Koyu | Likya Yolu | 15

Kelebekler Vadisi, Faralya10 Ekim 2017, Faralya. Likya Yolu’nun Ovacık’tan başladığım ilk gün etabının ardından Faralya’nın seyir tepesinde kurduğum çadırda uzun bir uyku çekmiştim. Uykumun ışıksız derinliklerinden uyanıklığın aydınlık yüzeyine doğru kuş cıvıltıları ile sıyrıldım. Gözlerimi açmadan aldığım ilk nefes suyun yüzeyindeymişim gibi deniz kokuyordu. Matımın üzerinde gözlerim kapalı yatmaya devam ettim, yattığım yerde ağır ağır esneme hareketlerimi yaptım. Neredeyse on saat uyumuş ve iyice dinlenmiş olmama rağmen bütün kaslarım, eklemlerim sızlıyordu.

Gözlerimi açtım. Sabah güneşi ile aydınlanan çadır yavaş yavaş ısınmaya, tepemde yeşil yeşil parlamaya başlamıştı. Yattığım yerde İstanbul’daki hayatımı düşündüm.

Her sabah telefonun alarmıyla uykumu alamadan, yorgun uyandığım hayatım. İlk endişemin “işe geç kalıp kalmadığım”, ilk düşüncemin “ofise araç trafiğiyle mi yoksa metro kalabalığıyla mı gideyim?” olduğu hayatım. Sabahları lavaboda yüzümdeki mutsuzluğu yıkamaya çalıştığım bordrolu hayatım.

Parmaklarımı çadırımın brandasında gezdirdim. Günlük hayatın herhangi bir tasasından, endişesinden amade, mutlu uyanmak. Ne kadar müthiş bir lüks, ne haz.

Bu hayatta “yaşıyor” olmak elle tutulur, gözle görülür tek mucizeyken, farkında mısınız, biz bu tek atımlık barutlarımızın, çoğunlukla başkaları için yaşadığımız bir sıradanlaşmaya dönmesine izin veriyoruz. Bir zamanlar doğanın koynunda yaşadığımız özgür hayatı, dört tarafı betonarme ile çevrili, dağ gibi sorumlulukların yaşamımıza paralel uzandığı bir esarete değiştik. Devrimini Afrika’nın orta yerinde iki ayak üzerine kalkarak yapan ve yol arkadaşlarının kıymetini bilerek hayatta kalan insanın yaşam algoritmasını karıncanın yaşam algoritmasına çevirdik. Bunun da mümkün olan tek hayat biçimi olduğuna inandık. Bizleri açlıkla, yoklukla, yoksullukla korkutarak, ömrümüz yeterse son demlerinde ulaşacağımız bir avuç emekliliğin hayaliyle kandırarak terbiye ettiler, ediyorlar.

Milyonlarca yıllık evrimin sonunda bütün görkemi ile ayağa kalkan Homo Sapiens, topu topu on bin yıllık uygarlaşma döneminin sonunda bir tür Homo Formicidae (Karınca İnsan) olacaksa, ne gerek vardı ki o kadar evrime? Sürüngenden sonrası ziyan olmuş mutasyonlar ve doğal seleksiyonlar silsilesi gibi değil mi?

Bunları yolda düşünmeye devam etmek üzere şimdilik bir kenara bıraktım. Artık buradaydım. Uyku tulumunu üzerimden sıyırıp, yattığım yerde şortumu giydim. Ağır ağır uzandım, çadırın fermuarını açtım, emekleyerek dışarı çıktım. Botlarımı ayağıma geçirip ayağa kalktım.

Ayaklarımın dibinde Kelebekler Vadisi ve devamında muazzam bir Akdeniz manzarası vardı. Tepemdeki ağaçta kuşlar cıvıldıyordu. Vadiyi kucaklamak ister gibi kollarımı iki yana açtım, aralık duran ayaklarımın parmakuçlarının üzerinde yükselip bütün bedenimle gerindim, vadinin tertemiz havasıyla birlikte deniz kokusunu içime çektim. O an dünya üzerinde olmak isteyeceğim tek yerdeydim.

Kelebekler Vadisi

Kelebekler Vadisi

Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından yasal koruma altına alınmış olan Babadağ ve koylarından birinde yer alan Kelebekler Vadisi, yaklaşık 350 metreye varan keskin kayalıkların orta yerinde, 80’den fazla kelebek türüne ev sahipliği yapan bir koyda yer alıyor.

Ölüdeniz belde sınırları içinde bulunan ve halk arasında Ködürümsü Limanı olarak bilinen koya, Faralya’dan iniş çok tehlikeli. Ovacık’tan Faralya’ya yürüdükten sonra oradan da Kelebekler’e ineriz diye düşünmeyin. Vadiye sadece Ölüdeniz’den yarım saat süren bir tekne yolculuğu ile ulaşılabiliyor.

Vadideki yerleşik insan tarihi bilebildiğimiz kadarıyla M.Ö. 400’lü yıllara dayanıyor. Likyalılar o dönemde vadiyi çevreleyen kayalıkların üst tarafında, bugünkü Faralya’nın olduğu yerde Perdicia Kenti‘ni kurmuş. Tarih boyunca burada yaşayanlar yamaçlara teraslar kurarak bahçecilik yapmışlar. Yamacın üzerindeki Perdicia’nın konumlanışından savunmasının doğal olarak ne kadar güçlü olduğunu tahmin etmek mümkün. Arkanızda aşılması güç Babadağ ve Toroslar, önünüzde dik bir yamacın dibinde Akdeniz’e açılan cennet gibi bir vadi. Tek kelimeyle muazzam.

Kurtuluş Savaşı’nı veren ve cumhuriyeti kuranların bedeller ödeyerek sahip çıktığı topraklarımızın 20. yüzyılın ikinci yarısında parsel parsel satılmaya başladığı 1960’larda bu vadi de ihale ile satışa çıkartılmış. Ne yazık. Bir dönemin insanının canını vererek koruduğu toprakların çok değil 40 sene sonra başkaları tarafından para karşılığı satılması ne acı.

Bu topraklar doğal miras. Sadece bizlere değil, bizden sonraki bütün nesillere.

Kelebekler VadisiO yıllarda vadiyi satın alanlardan bir ziraat mühendisi, az zamanda çok kâr edeceğini düşünerek vadideki devasa dut, narenciye ve meyva ağaçlarını yaşlı oldukları gerekçesiyle kestirmiş, yerlerine genç fidanlar diktirmeyi planlamış. Fakat vadiye ulaşım zor olduğu için onu da becerememiş bir süre sonra pes etmiş. Babadağ’dan gelen ve yağmurlarla beslenen yeraltı sularının bir şelale ile döküldüğü ve ortasından denize ulaştığı vadinin o katliama uğramadan önce ne kadar muazzam bir ekosisteme sahip olduğunu hayal edebiliyor musunuz? Neyse, olan olmuş.

Ondan, yaklaşık 20 yıl sonra Kelebekler Vadisi’nin bitmek bilmeyen zenginliği bir takım büyüklerimizin 1985 yılında kurdukları S.S. Anadolu Turizm Geliştirme Kooperatifi tarafından değerlendirmeye alınmış. Kooperatif, 1987 yılında vadideki ilk turistik işletmeyi açmış. Peki, bu S.S. Anadolu Turizm Geliştirme Kooperatifi’ni kuran büyüklerimiz kimlermiş dersiniz? Durun bekleyin biraz.

2019 yılının temmuz ayında Kelebekler Vadisi’nin 1. Derece olan Doğal SİT statüsü Nitelikli Doğal Koruma Alanı olarak değiştirildi. Diyebilirsiniz ki, ne güzel işte daha da bir koruyacaklar vadiyi. Kazın ayağı öyle değil. 1. Derece Sit Alanı zaten en yüksek koruma seviyesi. Mimarlar Odası Muğla Şubesi‘nin konu ile ilgili açıklamasını buradan okuyabilirsiniz.

Bu kararın ardından, gazeteci İnci Hekimoğlu, konuyu gündemine almış ve 1993 yılında yayınladığı bir araştırmasını Artı Gerçek‘te “Türkeş’ten bugüne Kelebekler Vadisi” başlıklı yazısında tekrar anlatmış. Olay çok ilginç, n’olur, bir göz atın. Hatta bu yazı gezi yazısı, benzeri çok var, bunu bırakın onu okuyun.

Görün bakın, büyüklerimiz vatanın kimi köşelerini nasıl daha fazla sevmiş, sahip çıkma gereği duymuşlar.

Neyse, sizler de vatanımızın bu cennet köşesinde bir-iki gece olsun konaklamak isterseniz şu anda vadideki tek işletmenin ağaç evlerini ya da çadırlarını tercih etmeniz gerekiyor. Öyle kafanıza göre Vadi’ye çadır atamıyorsunuz. Çünkü vatanın kimi köşelerini sizden bizden daha çok sevip, zamanında akıl edip daha çok sahip çıkmışlar.

Biz yine gezi yazısına dönelim. Siz olur da Vadi’ye giderseniz, meşhur kelebekleri görmek için bir miktar tırmanmanız gerekiyor. Vadinin içinde iki adet yürüyüş yolu var. Bunlardan ilki şelaleye çıkıyor. Özellikle sezon başlamadan önce, henüz bahar yağmurları etkisiyle kuvvetli aktığı dönemde şelale yürüyüşü yapmanızı tavsiye ederim. Ha, bakın, bu yürüyüş de ayrıca ücretli bu arada. Haliyle, cennet vatana kolay sahip çıkılmıyor. Yürüyüş biraz zahmetli olsa da şelaleyi geçip devam ederseniz bir süre sonra karşılaşacağınız kelebekler manzarası gerçekten görülmeye değer. Vadinin ortasından geçen dere de ayrıca güzel bir görüntü oluşturuyor.

İkinci yürüyüş yolu da Faralya Köyü’ne çıkıyor. Yürüyüş yolu dediğime bakmayın, tırmanış konusunda çok tecrübeli değilseniz, hatta şöyle söyleyeyim, dağcılık tecrübeniz yoksa vadi içinden Faralya’ya ulaşmaya çalışmanızı tavsiye etmem. Bu yol çok dik ve bir iki yerinde ancak ip yardımıyla yukarı tırmanabiliyorsunuz. Burada tedbirsizlik yüzünden hemen hemen her sene can kayıplarıyla sonuçlanan ciddi kazalar oluyor.

Kelebekler Vadisi

Vadiyi Seyrederek An’a Döndüm

Çadırın içinden kamp ocağımı çıkardım, demliğe su koydum, altını yaktım. Etrafta çeşme ya da tuvalet yoktu. Dişlerimi fırçalayıp kalan suyla ağzımı çalkaladım. Tuvalet işini akşam uğradığım Zakkum Restoran’da daha sonra halletmek üzere döndüm çadırın içindeki eşyalarımı toplamaya başladım. Uyku tulumunu çadırdan çıkartıp havalanması için yan taraftaki ağaca astım. Çantamı toplamam çok uzun sürmedi. Geriye bir tek çadır kalmıştı.

Kaynayan suyla bir fincan kahve yaptım. Çadırdan çıkardığım matı dışarı serdim, üzerine bağdaş kurdum. Karşımda uzanan açıkları sisli Akdeniz manzarasını ve Kelebekler Vadisi sahilini izleyerek kahvemi içtim, ilk atıştırmamı birkaç tane fındık ve cevizle yaptım. Bir yandan da yeni defterim elimde, önceki günün notlarını almaya başladım.

Az sonra çadırın arkasından gelen seslerle yazma işine ara verdim, arkaya doğru döndüm. 12-13 yaşlarında iki erkek çocuğu, bir yandan bana bakıyor, bir yandan da birbirlerini dürtüyorlardı. Defteri yana bırakıp çocuklara sesleneceğim sırada bir tanesi cesaretini toplamış olmalı ki benden önce davranıp “Hello!” diye seslendi. Gülmeye başladım.

Ekim 1985, Ankara

O heyecanlı “Hello!” beni bir anda Faralya’dan alıp ortaokul yıllarıma Ankara’ya, bu çocuklarla hemen hemen aynı yaşlardayken yaşadığım bir güne götürdü.

Ankara’da ilkokuldan sonra devam ettiğim Özel Arı Lisesi’nde hazırlık sınıfını bitirmiş, ortaokul birinci sınıfa başlamıştım. Maddi imkanlarımızın çok kısıtlı olduğu o yıllarda, Arı Lisesi’ne annemin büyük çabaları ve özverisiyle kaydolmuş, ilk yarıyılın sonunda da burs kazanmıştım. O okula başka türlü devam etme şansım da yoktu.

Okullar açılalı bir ay kadar olmuştu. İngilizce ağırlıklı okuduğumuz hazırlık senesinden sonra, orta birinci sınıfa başlarken öğretmenlerimiz sürekli tekrar eder olmuşlardı: “Her fırsatta İngilizce konuşacaksınız. İngilizce bilen kimi yakalarsanız tutun konuşun.”

İyi de, İngilizce bilen insanı nereden bulacağız? Sanırsın bütün mahalle İngilizce konuşuyor.

Ankara Özel Arı Lisesi Yılları

@AntolojiAnkaraO dönemde Arı Lisesi, Bakanlıklar’daki ilk binasındaydı. Bizler de ilk öğrencileriydik. Hani bizden büyük sınıflar olsa onlarla konuşalım ama yok. Tabi söz dinleyeceğiz, öğlen arasında bahçede top oynarken bile öğretmenlerimizden birini gördüğümüzde yarım yamalak İngilizcemizle en azından birbirimize bağırmaya başlıyorduk: “Give me the ball, run run, come back!”

Sıra arkadaşım Özgür’le birlikte okuldan çıktığımız bir gün, biz iki Hobbit beden, ortaokul birinci sınıf öğrencisi, çantalar elimizde sallana sallana Bakanlıklar’dan Kızılay’a inerken karşıdan yürüyerek gelen takım elbiseli, bond çantalı, siyah tenli adamı görünce hemen birbirimizi dürtmüştük. Al sana fırsat. Adam yaklaştığında heyecanla elimi kaldırdım “Stop!” dedim. O anda aklıma bir tek o geldi, ne yapayım?

Neredeyse iki katımız boyundaki adam durdu, Özgür hemen topa girdi: “Hello!” Şaşırarak gülümseyen ve “Hello” diye cevap veren adama ardı ardına bildiğimiz soruları sıralamaya başladık.

“What is your name?” (Senin adın ne?)
“Where are you from?” (Nerelisin?)
“How old are you?” (Kaç yaşındasın?)

Amerikalı adam hiç sıkılmadan sorularımıza tek tek cevap verdi. Bildiğimiz sorular bitince sokakta yakaladığımız Amerikalıyla çatır çatır İngilizce konuşmanın verdiği mutlulukla birbirimize sırıtırken, adam “Pardon, bittiyse gidebilir miyim?” diye sordu, Türkçe olarak! Ne diyeceğimizi bilememiş ama şaşkınlıkla hâlâ İngilizce olarak “Sorry, sorry, thank you!” diye yolundan çekilmiştik adamın.

Muhtemelen yakındaki konsoloslukta ya da Amerikan Kültür’de çalışan ve bayağı Türkçe bilen Amerikalı adam hevesimizi kırmamış, sorularımıza sabırla cevap vermişti. Ertesi gün İngilizce dersinde olayı öğretmenimize anlattığımızda ikimiz de sözlü notu olarak birer on almıştık. Daha ne olsun.

Faralya Çocuklarına İngilizce Pratiği

Çadırın arkasından bana “Hello” diyen çocuklara ben de “Hello” diye cevap verdim. İkinci soru hazırdı hemen: “How are you?” (Nasılsınız?)

İngilizce devam ettik diyaloğumuza:

“I am fine thanks and you?” (Ben iyiyim, ya siz?)

“Good, good” (İyi, iyi) dediler ama öyle kaldılar. Biraz ben yardımcı olayım dedim, “How old are you?” (Kaç yaşındasınız?) diye sordum. “Fourteen” (Ondört) dedi biri. Öbüründen zorla bir “Thirteen” (Onüç) çıktı. Neyse ki adımı sordular da, Türk olduğum ortaya çıktı.

Büyük olanı şaşkınlıkla “Anaa, Türkmüş ya bu” dedi. “He yaa” diye güldü öbürü de. Güldüm, güldüler. Çocukları yanıma çağırdım, fındık ve ceviz ikram ettim. Onlar matın üzerinde oturup beni seyrederlerken uyku tulumunu ve çadırı toplamaya başladım. En nihayetinde toplanacak bir tek mat kalmıştı. Matı sarıp çantaya bağladım. Sabah kahvesinin etkisi mi, Kelebekler Vadisi manzarasının verdiği enerji mi, çocukların sohbeti mi bilmiyorum ama ağrım sızım kalmamıştı. Çantam sırtımda, ben önde, çocuklar peşimde Zakkum Restoran’a doğru yola düştük.

FaralyaSabah kahvaltımı Zakkum’da yine Bayram ve babasıyla sohbet ederek gözleme ile yaptım. Buradan itibaren Likya Yolu’nun Faralya-Kabak etabı başlıyor. Likya Yolu kitabından o günün etabını bir kere daha gözden geçirdim.

İkinci gün etabında bu rota, Babadağ’ın güneybatı yamacı boyunca, Faralya’dan Kabak Koyu’na uzanıyor. Rota boyunca Babadağ’ın sarp omzunu geçtikten sonra, daha az dik patikalar üzerinden önce Kabak Köyü’ne oradan da aşağıya, koya varmam gerekiyor. Kitaptaki tarif böyle. Faralya’dan ayrıldıktan sonra bir süre asfalt kenarından yürüyüp orman içine doğru döneceğim. Köye vardıktan sonra da yine patika yoldan Kabak Vadisi’ne ineceğim.

Kahvaltıdan sonra izin isteyip kalktım. Bayram’ın babası, “Dur hele, dur” diyerek kalktı, uzun bir sopayla yan taraftaki asmadan koca bir salkım koparıp oğluna verdi, yıkayıp de getirsin diye. Zakkum’dan koca bir salkım üzümle ve kucak dolusu sevgiyle ayrıldım.

Vakit Tamam, Yola Devam

Üzümleri yiye yiye Faralya’dan aşağı asfalt yoldan yürürken, yoldan çıkmam gereken yeri tarif de etmelerine rağmen kaçırdım. Durumu farkettiğimde de yokuş yukarı geri dönemedim, Kabak Köyü’ne kadar asfalt yol kenarından yürüdüm.

Yol boyunca yanımdan geçerken durup köye kadar bırakmak isteyen araçlara teşekkür edip yürümeye devam ettim. Ovacık’ta “Biz seni taksiyle atarız, soranlara yürüdüm dersin” diyen taksiciler geldi aklıma. O an, asfalt kenarından da olsa, bir yanı dağ bir yanı deniz olan bu yolu yürümek, herhangi bir vasıtayla köye ulaşmaktan çok daha güzeldi.

Köye vardıktan sonra, patika yoldan aşağıya, Kabak Koyu’na yöneldim. Yeniden kırmızı beyaz işaretleri takip ederek patika boyunca aşağı doğru inerken, yukarıdan manzarası müthiş olan koy iyice güzelleşiyordu.

Kabak Koyu – Ayrı Bir Cennet

İlk başlarda ormanın içinden ve sonrasında camping ve pansiyonların arasından geçerek koya vardım. Yıllardır gitmek istediğim, fakat bir türlü planlayıp gitmeyi denk getiremediğim Kabak Koyu’na, asfalt kenarından da olsa yürüyerek varmıştım.

Çantamı sırtımdan indirdim, matımı yere serdim, oturdum. Kıyıya vuran dalgaları, doğanın bizlere sunduğu bu mucizevi güzelliği seyrettim. Tabii ki, ardından soyunup denize girdim. Yüzdüm, yüzdüm.

İki günlük yürüyüşün ardından Kabak Koyu’nda yüzerken bu sefer de denizden, ağaçlarla kaplı dağlara baktım. Binlerce yıllık tarihi taşıyan dağlara. En azından biz insanlar için binlerce yıllık. Yoksa bu dağlar, bu orman, bu deniz milyonlarca yıldır buradalar. Bizlerse sadece şanslı misafirleriyiz. Doğallığına zarar vermeden burada olabildiğimiz sürece, ne mutlu bize.

Bir Anı da Olimpos’tan

Olimpos“Doğallığına zarar vermeden” derken, yıllar önce Olimpos’ta tatil yaparken yaşadıklarım geldi aklıma. Olimpos’a gidenleriniz bilir. Antik şehir iki tepenin arasındaki vadiye kurulmuştur. Dağlardan gelen nehir, Antik Olimpos Kenti’nin ortasından geçer, denize kavuşur. Kentin girişinden denize kadar, dereye paralel olarak uzanan binlerce yıllık Kral Yolu’ndan yürürsünüz. O zamanlardaki gibi.

Açıkhava müzesi olan Olimpos’un girişine kadar araçla ulaşmak mümkün. Eskiden o da mümkün değildi ya, neyse. Bir akşamüstü gün batımının ardından, denizden kaldığımız pansiyona doğru antik şehrin içinden yürüyerek dönerken önümüz sıra yürüyen iki gence denk geldik. İster istemez konuştuklarını duyuyorduk.

Birinin diğerine: “Ya, şu yola da adam gibi asfalt dökseler de arabayla rahat rahat denize gelsek” dediklerini duydum.

Düşünebiliyorsunuz, değil mi? En az beşbin yıllık geçmişe sahip, bir dizi halka ev sahipliği yapmış antik kentin Kral Yolu’na asfalt dökeceğiz ve bugünkü tatilciler denize rahat ulaşacaklar. O an aklımdan geçenleri tahmin edersiniz.

Türkiye’nin neredeyse her yerinde tatil yapıp, denize girebilirsiniz. Zaten halihazırda asfalt ve betonla kaplı, kolay ulaşılabilecek bir dizi tatil beldesi var. İstediğinize gidebilirsiniz. Burada korumamız, incelememiz, bizden sonraki nesillere bozmadan aktarmamız gereken, dünyanın başka hiçbir yerinde olmayan tarihsel ve kültürel bir miras var. Hem kıymetini hem de üzerimize düşen sorumluluğu bilmemiz lazım. Öyle düşünüyorum.

Yeniden Düştüm Yola

Bu düşünceler içinde denizden çıktım, bir süre güneşlendim, kurudum. Yeniden giyinip çantamı sırtlandım, sahilin arka tarafından yeniden orman yoluna girdim. Kabak’ta ormanda kamp yapmak, ateş yakmak bir süredir yasaklanmıştı. Kabak Koyu’nda konaklayacaksanız buradaki kampinglerde, pansiyonlarda kalmanız gerekiyor. Sahilin üst tarafında bir de bekçi var: Rambo. Kabak Köyü’nden Ramazan Abi. Ertesi sene tanıştım.

Rambo’nun kulübesinin önünden geçerken içeride kimsenin olmadığını farketttim. Yaz sezonunun sonu gelmiş, zaten pek de ormanda çadır atacak kimse kalmamıştı. Kulübeyi geçtim, Alınca Köyü’ne doğru devam ettim. Faralya’dan Kabak Koyu’na birkaç saatlik yürüyüşle iniş kolay fakat Kabak’tan Alınca’ya tırmanış zor. Devam edip etmeme konusunda hayli tereddütlüydüm.

Şans eseri birkaç yüz metre ileride, sağ tarafta etrafı çalılarla çevrili, 15-20m²’lik bir yer farkettim. Çantamı kenara indirip çalılığa yöneldim. Etrafı çevrili bu küçük bahçenin yürüyüş yolundan farkedilmesi hayli zordu.

Ortadaki ağacın üzerinde de koca bir arı kovanı vardı. Benim için bu dezavantajdan ziyade avantajdı. Bu arılar burada olduğu sürece buraya kimse yaklaşmaz diye düşünerek çantamı taşıdım. Deodorant, parfüm, güneş kremi kullanmıyorsanız arı için bir cazibeniz yok. Yuvasıyla da uğraşmazsanız sizinle pek işleri olmuyor.

Etraftan topladığım kesilip atılmış dallarla, çitleri sağlamlaştırıp dışarıdan görülmesini iyice zorlaştırdım. Ortadaki ağacın altına çadırımı kurdum, yerleştim. Sonra da tabii ki hamağımı.

O gece kalacağım evim hazırdı.
 
 

Devamı için tıklayınız.

 
 
Burak Süalp

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

4 YORUMLAR

  • Yanıtla Didem Çelebi Özkan 13 Kasım 2020 at 19:14

    Kasım ayının ortasında, kapkaranlık bir havada, dört duvar arasında bu yazıyı okumak ve bu fotoğraflara bakmak nasıl da iyi geldi 🌞🦋🌴🌸💧🏕
     
    Çocukken yaşadığın olayı anımsayıp başka çocuklara aynı tecrübeyi yaşatabilmek amacıyla yaptıklarını okurken gülümsemekten ve şunu düşünmekten kendimi alamadım: Sen ne kadar iyi bir adamsın yaa 😁😁😁 Çocuklara tutumun, doğayı korumaya adanmışlığın, hayvan hakları için çabalaman, kadın hareketlerinde “yanınızdayım” diyerek ön saflarda yer alman… Biliyorum hep aynı şeyi diyorum ama öyle inanılmaz geliyor ki bunu tekrarlamaktan kendimi alamıyorum: İyi ki senin gibi adamlar var. Erkeklere inancımı yükseltiyorsun 😝

    • Yanıtla Burak Süalp 22 Kasım 2020 at 00:15

      Didemcim, samimi ve cesaret veren yorumun için teşekkür ederim. Yeniden evlere kapandığımız şu günlerde yazılarımın böyle iç açıcı duygular uyandırması beni çok sevindiriyor.
       
      Övgülerin için ayrıca teşekkür ederim ama bu saydıkların, kanaatimce, kadın ya da erkek her birimizde olması gereken özellikler. Bu özellikleri biraz olsun taşıyabiliyorsam ve yansıtabiliyorsam ne mutlu bana. Maalesef hızla yozlaşan insanlığımızı, kurtarabilirse, iyilik, güzellik kurtarır diye düşünüyorum. İyi ki varsın!

  • Yanıtla Pelin Öncüoğlu Işık 25 Ocak 2021 at 11:23

    “Sabahları lavaboda yüzümdeki mutsuzluğu yıkamaya çalıştığım bordrolu hayatım.”
     
    Bu cümle sabahın 6’sında henüz gün uyanmamışken uyanmak ve şirkete doğru yola koyulmak zorunda olduğum yılları hatırlattı bana. Belki birlikte çalıştığım insanlar sayesinde mutu bir çalışandım, yaptığım işi seviyordum ama hayatımı zorlaştıran ne çok gereksiz detay vardı. Şimdi düşünüyorum da…
     
    Ardından kaleminin yumuşaklığı ile beni Akdeniz’e çocukluğumun Akdeniz’ine götürdün. Gözümde popüler olmadığı zamanlarda sık sık gittiğimiz Olimpos, kral yol, Çıralı canlandı. Artık benim onu tanıdığım gibi olmayan, hergün daha da çok değiştirilen Akdeniz’imin güzel koyları hasretle burnumda tüttü.
     
    Her zamanki gibi çok güzel bir yazıydı Burakcım. 🙂
     
    Eline sağlık.

    • Yanıtla Burak Süalp 25 Ocak 2021 at 12:30

      Canım Pelincim, en iyi senin anlayabileceğini düşünüyorum ben de. O yaşlarda dev bir uluslararası şirkette çalışmak bizlere çok şey öğretti. Aslında biliyorsun, çok şikayet etmiyorum. Birçok insana göre rahatımız çok yerindeydi. Sadece süre olarak biraz fazla uzattık galiba :))) Ama o da hayat şartları.
       
      Akdeniz benim de burnumda buram buram tütmeye başladı. Hayırlısı diyorum :))))

    Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan