Yaşamın Sunduğu Mucizeler

Yaşamın Sunduğu Mucizeler | 20

14 Mart 2022

Roman: | Yaşamın Sunduğu Mucizeler | Bölüm 20 | Yazan: Nimet Canbayraktar

 

İndeks

Yaşamın Sunduğu Mucizeler | Bölüm 1
Yaşamın Sunduğu Mucizeler | Bölüm 2
Yaşamın Sunduğu Mucizeler | Bölüm 3
Yaşamın Sunduğu Mucizeler | Bölüm 4
Yaşamın Sunduğu Mucizeler | Bölüm 5
Yaşamın Sunduğu Mucizeler | Bölüm 6
Yaşamın Sunduğu Mucizeler: | Bölüm 7
Yaşamın Sunduğu Mucizeler | Bölüm 8
Yaşamın Sunduğu Mucizeler | Bölüm 9
Yaşamın Sunduğu Mucizeler | Bölüm 10
Yaşamın Sunduğu Mucizeler | Bölüm 11
Yaşamın Sunduğu Mucizeler | Bölüm 12
Yaşamın Sunduğu Mucizeler | Bölüm 13
Yaşamın Sunduğu Mucizeler | Bölüm 14
Yaşamın Sunduğu Mucizeler | Bölüm 15
Yaşamın Sunduğu Mucizeler | Bölüm 16
Yaşamın Sunduğu Mucizeler | Bölüm 17
Yaşamın Sunduğu Mucizeler | Bölüm 18
Yaşamın Sunduğu Mucizeler | Bölüm 19
Yaşamın Sunduğu Mucizeler | Bölüm 20

 
 
Akademideki işleri, holdingde katılmak zorunda olduğu toplantı, Sevin’e arkadaşı ile ilgilenecek zaman bırakmamıştı. Ancak dün, bugün için sözleşmişlerdi.

Sabahleyin otelde buluşup Taksim’e çıktılar. Önce İstiklal Caddesi’nde dolaştılar. Çiçek Pazarı’na gittiler. Sonra Nişantaşı’na çıktılar. Pamela kendisine kıyafetler aldı. Oradan karşıya geçtiler. Pamela’ya boğaz köprüsünün bu tarafının Avrupa, diğer tarafının Asya olduğunu anlatması ile genç kız çok heyecanlandı. Tam köprünün ortasında annesine mesaj attı.

Bağdat Caddesi her zamanki gibi çok hareketliydi. Mağazaların çokluğu ve güzelliği Pamela’yı hayli şaşırtıyordu.

“Ben İstanbul’un bu kadar muhteşem olabileceğini hiç düşünmemiştim. Her şey çok güzel. Kesinlikle tatile geleceğim buraya.”

“Tatil için başka şehirlerimiz de var, üstelik tüm Dünya’nın gelip tatil yaptığı çok güzel yerler ve oteller var güneyde ve Ege’de.”

“Çok güzel. Eğer ailemle gelemezsem evlenince buraya balayına geleceğime inanabilirsin.”

Akşam hava kararırken otele döndüler.
 

*

 

Aradan koca bir altı yıl geçti.

 
Şimdi artık Ekim ve Gürkan’ın iş haricindeki tüm zamanlarını dolduran, dünya tatlısı iki çocukları vardı.

Sabahleyin yanına gelen ikizlerin öpücükleri ile gözünü açtı Ekim.

“Gürültü yapmayın, daha çok erken, babanız uyuyor.”

“Hayır baba uyumuyor. Bu canavarların sesleri uzun zamandır dışarıdan geliyordu. Günaydın çocuklar, niye bu kadar erken kalktınız?”

“Ama bugün okul var baba.”

“Görüyorum. Giyinmişiz bile. Kim giydirdi sizi?”

“Sude abla giydirdi.”

“Ne kadar yakışmış kıyafetleriniz. Hadi siz Sude ablanızın yanına gidin, biz geliyoruz.”

“Sude abla gitti.”

“Tabii o da kardeşini okula götürecek, sonra sizin yanınıza gelecek. Hadi siz odanıza gidin, hemen geliyorum.”

Çocuklar dışarı çıkınca Gürkan karısına sarıldı.

“İnanılır gibi değil. Büyüdüler de bugün okula başlıyorlar. Poyraz kendini kurtarır da aklım Meltem’de kalacak.”

Ekim giyinmek için kalktı.

“Merak etme, Poyraz onu da korur. Görmüyor musun sanki ikiz değiller de Poyraz abi gibi davranıyor.”

“Hele kardeşinin anlamadığı bir şeyi ona anlatırken takındığı büyük adam pozlarına bayılıyorum. Dikkat ediyor musun, kapıyı vurmadan asla içeri girmiyorlar.”

“Sude öğretmiş, çok faydalı şeyler öğretiyor çocuklara. O kadar akıllı bir kız ki bazen okuyamadığı için üzülüyorum. Gerçi birgün, ‘Tahsilin yarım kaldığı için senin adına üzülüyorum’ dedim, ‘Üzülme Ekim abla, ben sizlerle olmaktan çok mutluyum. Boş zamanlarımda sizin okumam için verdiğiniz kitapları okuyorum. İnternetten devamlı bir şeyler araştırıp, okuyorum. Belki daha sonra yabancı dil kursuna falan giderim’ dedi.”

“Çocuklara bundan sonra daha da faydalı olacak. Derslerinde falan yardım eder.”

“Gürkan beni lafa tutuyorsun. Ben bu arada hazırlandım ama sen hâlâ yataktasın.”

“Ne yapayım, seni seyretmek çok güzel.”

“Hâlâ bıkmadın mı beni seyretmekten?”

“Asla, ihtiyar olunca bile seni seyretmeye devam edeceğim ama şimdi kalkmam lazım.”

“Ben çocukların kahvaltılarını vereyim.”

Onlar kahvaltılarını ederken okulun ilk günü torunlarının yanında olmak isteyen Sermin Hanım’la Tahir Bey geldiler.

“Dedeciğm, anneanneciğim, bakın biz önlüklerimizi giydik.”

“Canlarım, ne de güzel olmuşsunuz. Meltem saçlarını ne güzel yapmışsınız.”

“Sude ablam yaptı. Bugün okulun ilk günü olduğu için böyle dağınık gidebilirmişim.”

“Sude ablan doğru söylemiş. Poyraz bak sen erkeksin, okulda Meltem’e dikkat et.”

“Merak etme dedeciğim, ben kardeşimi kimseye ezdirmem.”

Gürkan Ekim’e bakıp “görüyorsun” anlamında başını eğerek kaşlarını kaldırdı.

Arabalara binip okula geldiler.

Nazan Hanım’la Nedim Bey daha önce gelmişlerdi.

“Günaydın çocuklar. Hımm, siz galiba biz fark etmeden büyüdünüz. Baksanıza bugün hayata adım atıyorsunuz.”

“Biz zaten hayattaydık babaanne.”

“Gerçek hayat bugün başlıyor yavrum. Uzun bir eğitim yoluna adım atıyorsunuz bugün.”

“Anne, okula başladığım ilk gün bana, ‘Bak evladım, derste öğretmenini çok dikkatli dinle, sana öğretilen her bilgi, mutlaka sana bir gün lazım olacaktır’ demiştin. Ben de hep çok iyi bir dinleyici oldum. Bu yüzden lisede sadece derslerde dinlediklerimle sınıflarımı geçtim.”

“Gerçekten Ekim, öğretmenlerin hep senin çok dikkatli bir talebe olduğunu ve dersleri büyük bir merakla dinlediğini anlatırlardı.”

“Ben okula ilk gittiğim gün annem bana ‘Bak okulda öğrendiklerinle, her gün biraz daha büyüyeceksin’ demişti. Ben de her gün okuldan gelip aynanın karşısına geçip bakıyordum, bugün ne kadar büyüdüm diye. Sonra bana sorulan sorulara doğru yanıtlar verdikçe büyümenin ne anlamda söylendiğini anlamıştım.”

“Şaka yapıyorsun Gürkan.”

“Vallahi doğru söylüyorum. Anne hatırlıyor musun?”

“Galiba, buna benzer bir şeyler söylediğimi anımsıyorum.”

Sonra çocuklar sınıflarına göre ayrıldılar ve sıraya geçtiler. Birçok çocuk annesinin elini bırakmadığı için veliler de sıradaydılar.

Ekim’le Gürkan sıranın arkasından sınıfa girip çocukların sıraya oturmalarını seyrettiler.

Ekim, çocukların yanına giderek “Benim yanınızda kalmamı istiyor musunuz?” diye sordu.

Meltem tam evet demeye hazırlanıyordu ki Poyraz “Hayır anneciğim, siz bahçede bekleyin, biz artık büyüdük, hem zaten biz yalnız değiliz ki” dedi.

Ekim gülümseyerek Gürkan’ın yanına geldi, birlikte bahçeye çıktılar.

“Anneciğim, bizim gitmemiz lazım. Birazdan Sude de gelir. Nazan Anne siz bekleyecek misiniz?”

“İlk teneffüse kadar bekleriz. Sonra benim bir toplantım var, Nedim beni bırakacak.”

“Merak etme Ekim, bugün ilk günleri biz bekleriz. Çocuklar yalnız hissetmesinler. Sonra alıp eve geliriz.”

“Onların servisleri var ama neyse siz çocuklara söylersiniz.”

İlk teneffüse çıktıklarında Sudede gelmişti. Çocuklar koşa koşa yanlarına geldi.

“Nasıl geçti ilk dersiniz?”

“Öğretmen hepimizin adını sordu. Bize ‘Siz ne tatlı şeylersiniz’ dedi. Bir de boyumuz uzun olduğu için daha arka sıraya oturduk.”

“Öğretmeninizi sevdiniz mi?”

“Evet, o çok güzel. Saçları uzun.”

“Tam senin sevdiğin gibi değil mi Meltemciğim.”

“Evet Sude abla. Senin kardeşin de gitti mi okula?”

“Evet ama o artık büyüdü. Ben sadece öğretmeni değiştiğinden yeni öğretmeniyle tanışmak için gittim. Hemen sizin yanınıza geldim.”

“Öğretmen sınıftaki anneleri dışarı çıkartmak istedi ama çocuklar ağlamaya başladı. O zaman, ‘Yalnız bugün izin veriyorum’ dedi. ‘Ama annesiyle gelmek isteyen çocuklar yarın okula gelmesinler. Biz burada çok güzel şeyler öğreneceğiz ve bir sürü oyunlar oynayacağız ama annesiyle evde kalan arkadaşlarınız bunları göremeyecek’ dedi. Ama biz yarın da okula geleceğiz değil mi Meltem?”

“Tabii yoksa yeni şeyler öğrenemeyiz.”

“Hadi doğru arkadaşlarınızın yanına. Devamını evde anlatırsınız.”

Hemen çocuklarla kaynaşıp oyun oynamaya başladılar.

Nazan Hanımlar gittikten sonra Tahir Bey arabada bıraktıkları çantayı alıp getirdi. Sermin Hanım termosu ve fincanları çıkararak kendilerine ve Sude’ye kahve hazırladı. Hacer Hanım’ın akşamdan yapıp yanlarına ısrarla verdiği kurabiyelerden çıkarıp yediler.

Çocuklar, sonraki teneffüste beslenme saatinde neler olduğunu anlattılar. Anneannelerinin verdiği kurabiyeleri arkadaşlarına da ikram ederek yediler.

Son dersten sonra hep beraber eve geldiler.

“Bugün dersiniz yoktur herhalde, değil mi çocuklar?”

“Yok Sude abla. Bugün oyunlar oynadık ve tanıştık. Ders yarın başlayacakmış. Öğretmen öyle söyledi.”

“Hadi o zaman televizyonu açayım biraz çizgi film seyredin. Ben de size meyve getireyim.”

“Sude kızım, biz gidiyoruz.”

“Niye kalmıyorsunuz Sermin teyze. Ekim abla üzülecek.”

“Nasıl olsa görüştük, çok selam söyle. Müsait olurlarsa hafta sonu hep beraber siz gelin.”

“Ben söylerim.”

Arabada giderlerken Sermin Hanım’ın aklına Sude’yi ilk gördüğü gün geldi. O gün torunlarını görmek için gelmişlerdi. Tahir Bey eşini bırakıp bir arkadaşıyla buluşmaya gitmişti. Servet Hanım’ın, büyük arayışlardan sonra işe aldığı dadının, asık suratıyla çocukların öğlen uykusunda olduklarını söylemesi üzerine, bari bu arada saçlarımı kestireyim diyerek yakındaki kuaförüne gitmişti.

Sırasını beklerken genç bir kızın, Suat Bey’le konuştuklarına kulak misafiri olmuştu. Genç kızın konuşması dikkatini çekmişti. Son derece düzgün Türkçesi kulağa çok hoş geliyordu. İş aradığını söylemişti. Suat Bey elemana ihtiyacı olmadığını söyleyince arkasını dönüp kapıya doğru ilerlerken Sermin Hanım dayanamayıp genç kıza seslendi.

“Pardon kızım. İstemeden konuştuklarınızı duydum. Benim ikiz torunlarım var. Onların dadıları var ama ben seni çok beğendim. ‘Çocuklara bir abla olarak yardımcı olabilir misin?’ diye soracaktım.”

“Ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Siz öyle uygun gördünüzse neden olmasın.”

“Ama benim önce kızımla ve damadımla konuşmam lazım. Sen bana telefon numaranı verirsen, konuşunca ben seni ararım.”

Genç kız minnet dolu bir ifadeyle teşekkür ederek uzaklaşmıştı. Sonra Ekim ve Gürkan kızla konuşmak için ertesi günü eve çağırdılar. Onlar da genç kızı görür görmez sevmişlerdi. Çocuklar dadının sıkı disiplininden sıkıldıkları için Sude’nin işe başlamasına çok sevinmişlerdi. Çocukların her şeyi ile ilgileniyor, onlarla oyunlar oynuyordu. Sonra bir gün dadı kendi isteğiyle işten ayrıldı. Ondan sonra çocukların bütün sorumluluğu Sude’ye geçti. Sanki çocuklar kendi kardeşleriymişçesine ilgiliydi çocuklarla.

Sude’nin babası bir fabrikada gece bekçisiydi, annesi küçük bir konfeksiyon atölyesinde çalışıyordu. Bu sene üçüncücü sınıfa başlayan bir erkek kardeşi vardı. Annesi daha işe yeni başlamıştı. İkisi de çok az maaş alıyorlardı. Bu nedenle Sude üniversite sınavlarını kazandığı halde eğitimine devam edememişti.

“Sermin ne düşünüyorsun, hiç sesin çıkmıyor? Ne büyük bir şans oldu bu kızcağıza rastlamamız. Gözüm hiç arkada kalmıyor. Biliyorum çocuklar emin ellerde.”

“Ben de Sude’yi ilk gördüğüm günü düşünüyordum. Eğer o gün dadının asık yüzünü göreceğime bari kuaföre gideyim demeseydim tanışamayacaktık.”

“Kısmet. Çocuklar ne kadar keyifliydiler, değil mi?”

“Çok sevindiler, artık okullu olmuşlar. Ama çok özlüyorum. Bari ara tatilde gelip bizde kalsalar da doya doya görsek.”

“Okulda, Nazan Hanım da Gürkan’a, çok özlüyorum, işlerinizin yoğunluğundan torunlarımızla vakit geçiremiyoruz diyordu.”

“Sanki onlar yeterince vakit ayırabiliyorlar mı? Sabah kahvaltıda beraber oluyorlar. Akşam erken gelirlerse beraber yemek yiyebiliyorlar. Eh kısa bir süre sonra da yatma vakti geliyor çocukların.”

“Bu maalesef hep böyle oluyor. Çocuklarla yeterince beraber olamadan bir bakıyorsun büyüyüp iş güç sahibi olmuşlar. Neyse buna da şükür.”

Bu arada bu büyük ailede önemli bir değişiklik daha yaşamışlardı.

Yalnızlıktan sıkılıp, Seher Hanımlara çok yakın bir yere küçük ama çok güzel bir çiftlik yaptıran Servet Hanım da 5 senedir çiftliğinde oturuyordu. Arka bahçede organik sebze ve meyve yetiştiriliyordu. İhtiyaçlarını karşılayacak kadar hayvanları da vardı. Sırf çocuklar sevsinler diye tavşan da besliyorlardı. Çocuklara nereye gitmek istiyorsunuz diye sorulduğunda canları hangi hayvanla oynamak istiyorsa oraya gidiyorlardı. Tahir dedelerine gittiklerinde de Kont’tan bir saniye ayrı kalmıyorlardı. Zaten değişen bir şey olmuyordu ki,nerede olurlarsa hep beraber oluyorlardı. Genelde Sevinlerle beraber gidiyorlardı zaten. Ama son zamanlarda seyahatlerinin de sıklığı, bu hafta sonu eğlencelerine bayağı mâni olmuştu. Bu durumdan çocuklar da şikâyet ediyordu. Arkadaşlarıyla da hiç görüşemiyorlardı.
 

*

 

Gürkan toplantısı bitince Ekim’in odasına uğradı.

“Selam canım, nasıl gidiyor?”

“Bildiğin şeyler Gürkan. Biraz önce Nazan anne aradı.”

“Neyi unutmuşuz yine?”

“Yok, onun için aramıyor. Aklına bir şey gelmiş onu söylemek için aramış. ‘Çocuklar artık büyüdüler, daha birinci sınıfa gittikleri için fazla dersleri de olmaz, cuma akşamından bize gelsinler, Sude de birlikte gelsin. Pazar günü öğleden sonra biz eve geri getirelim. Hem çocuklara değişiklik olur, tabii biz de doya doya severiz, hem de sizler de kendinize vakit ayırırsınız. Çocuklarla kısıtlı zamanınızda birlikte olmak için hiçbir yere gitmediğinizin farkındayım. Ne dersiniz?’ diye soruyor.

“Fena fikir değilmiş. Çocuklar kalırlar mı acaba?”

“Ooo bayılırlar bile.”

“Ne cevap verdin?”

“Ne diyebilirim ki canım. Göndermemek gibi bir şey olur mu? Küserler valla.”

“Çok haklısın. Hemen bu hafta mı alacaklar çocukları?”

“Ben öyle anladım.”

“İyi o zaman biz de hafta sonunda bir şeyler yaparız.”

“Ne düşünüyorsun?”

“Geçen gün Yıldırım aradı. Yeni bir gece kulübü açılmış. Hafta sonlarında toplanıp yemeğe çıkıyorlar, oradan da kulübe dansa gidiyorlarmış. Harika bir orkestra var, her hafta da yabancı bir şarkıcı getiriyorlar, diye anlattı. Biz de onlara takılırız. Hem belki Sevinler de gelmek isterler.”

“Bu hafta sonu onlar yoklar, unuttun tabii. Ediz Londra’ya gidiyor, onlar da beraber gidecekler. 2-3 gün tatil yapacaklar.”

“Ha, Bay Yani aradı. Adamcağız arkadaşlarıyla buluşturduk diye bizi asla unutmuyor.”

“Ne diyor? Aslında bunca sene geçti, ben hâlâ onların nasıl buluştuklarını bilmiyorum. Bir akşam tam Gökalp onları anlatıyordu ki konu nasıl olduysa Yunan Adalarına gitti. Sonra da unuttuk gitti. Sen biliyor musun?”

“Eh tam detayı ile bilmesem de biraz biliyorum. Hani bazı adresler vardı ya, onlar grup arkadaşlarının o zaman çalıştıkları yerlermiş. Tabii pek çoğu kapanmış. Ama bir tanesi hâlâ açıkmış. Artık arkadaşı orada çalışmıyormuş ama yeni adresini vermişler. Oradan ulaştıkları arkadaşları, bazılarıyla hâlâ görüşüyormuş ama bunların kimi Marmaris’e, kimi Bodrum’a yerleşmiş. Kimileri Yunanistan’a gitmiş. Neticede grup tamamlanmış. Hatta Gökalp bu işi o kadar kolay halletti ki Bay Yani’nin ısrarlarına rağmen para bile almadı.

Biliyorsun o zamandan beri her sene bir veya iki kere toplanıyorlar. Bu yaz hep beraber Marmaris’te yani grubun solistinin orada toplanacaklarmış. ‘Ama daha yaza çok var, biz arada bir kere daha toplanırız, diyor. Büyük bir ihtimalle de İstanbul’da toplanacağız. Ben şimdiden size söylüyorum. Düşünün, bir isteğiniz varsa gelirken getireyim’ diye aramış.

“Ne kadar nazik bir bey. Her yılbaşında gönderdikleri yetmiyor sanki.”

“Sevinlerin gecesi ne zamandı?”

“Bu çarşamba değil, haftaya, ayın kaçı oluyor bilmiyorum.”

“Okulda olacak, değil mi?”

“Evet. Bak aklıma ne geldi Gürkan? Bizim personel yemeği var ya, hep anneannemin hatırlatması ile yapıyoruz. Ben diyorum ki yakında yapalım bu geceyi. Anneanneme de son ana kadar haber vermeyelim. Sonra davet edelim.”

“Olur, bari içi rahat etsin anneannenin.”

“Başından sonuna kadar orada olmamız gerekmiyor. Zaten onlar da rahat edemezler bizimle. Hep beraber yemek yeriz. Sonra eve döneriz, onlar diledikleri gibi eğlenirler.”

“Güzel fikir.”

“Güzel olmaz mı? Bir de piyango gibi bir şeyler düzenleriz. Hediyeler alırız. Piyangoda kime ne çıkarsa, hediyesi o olur. Tabii bu hediyeler küçüklü büyüklü olur. Haksızlık diye bir şey de olmaz. Herkese önceden birer bilet dağıtırız, çekilişi o gece orada yaparız.”

“Çok güzel bir fikir. Peki bu yemekleri anneannen evi sattığından beri değişik yerlerde yaptık da bu sefer nerede yaparız ki?”

“Ben onu da buldum sanırım. Levent’te bir afiş gördüm, ‘Her türlü davetlerinizde aradığınız hizmet bizde’ yazıyor. Anladığım kadarıyle düğün salonu gibi bir yer herhalde. Gülgün Hanım’a söyleyeyim, bir baksın nasıl bir yer. Tüm düzenleme ve programı da Gülgün Hanım’a veririz.”

“Tamam hayatım. Çok iyi düşünmüşsün.”

“Hani biz Teksas’a gittiğimizde bir modaevinde defile seyretmiştik…”

“Biliyorum daha sonra onlar buraya geldiler, Sermin anne onlarla ilgilendi. Galiba sonra bir kez daha geldiler. Sermin annenin fabrikayı falan gezmişlerdi, değil mi?”

“Evet, annem onlarla irtibat halindeydi. Şimdi onlar daha büyük bir merkeze taşınıyorlarmış. Binanın bir katında da Sermin markalı ürünler satılacakmış. Yani Sermin’le anlaşma imzalamak istiyorlarmış.”

“Bu süper bir haber. Sermin anne hâlâ kendini emekli zannediyor ama işler peşini bırakmıyor.”

“O kadar mutlu ki anlatamam.”

“Ama haklı bir tanem. Sermin tek başına, onun var ettiği bir marka.”
 

*

 
Her akşam eve geldiklerinde çocuklar o gün okulda ne olduysa uzun uzun anlatıyorlardı. O kadar heyecanlanıyorlardı ki birbirlerinin anlattıklarını kesip başka bir konuya geçiyorlardı.

Hafta sonunda babaanne ve dedelerine gideceklerini öğrendiklerinden beri heyecanla cuma akşamını beklemişlerdi. Cuma akşamı eve geldiklerinde ikisinin de hazırlandıklarını ve kendilerini beklediklerini gördüler.

“Bizden bu kadar mı bıktınız? Ne kadar sevindiniz böyle. Hiç düşünmüyorsunuz ben siz olmadan ne yapacağım.”

“Aşk olsun anneciğim, siz de sessiz bir hafta sonu geçireceksiniz. Bazen babam bize ‘Ne olur on dakika sessiz olun’ diyor ya, işte biz yokken sessiz olur burası.” Bunu söyleyen Poyraz’dı. Meltem ise hemen “Anneciğim, isterseniz ben gitmem. Dedemlere bir tek Poyraz gitsin. Ben sizinle kalırım.”

“Hayır yavrucuğum, ben şaka yaptım. Babaanneniz ve Nedim dedeniz sizi nasıl bekliyorlar bir bilseniz. Bakalım size ne sürprizler hazırlamışlar. Ama bana söz verin, son derece terbiyeli ve uslu çocuklar olun. Poyraz özellikle sen oğlum. Anlaştık mı? Bakın eğer bu hafta sonunu uslu geçirirseniz, haftaya da anneannenize gönderirim sizleri.”

“Oley. Kont’un yanında kalacağız. Söz anne. Büyükler ne derse onu yapacağız.”

“Bakın son defa soruyorum. İsterseniz Sude ablanız da sizinle gelsin.”

“Hayır annecim, Sude abla da ailesinin yanına gidecek. Bizi merak etme.”

Hazırlanıp, önce çocukları Maçka’ya bıraktılar. İçeri girip yarım saat kadar onlarla kalıp oradan ayrıldılar.

Ekim bir ara Nazan Hanım’a “Nazan anne, biliyorsunuz ilk defa bizden ayrı kalıyorlar bir yerde. Eğer bir şey olursa huysuzluk falan ederlerse, kaç olursa olsun bizi arayın, hemen geliriz” dedi.

“Merak etme kızım. Onlar yatana kadar öyle bir yorulurlar ki mışıl mışıl uyurlar. Sen hiç merak etme. Siz de eğlenmenize bakın.”

“Teşekkür ederiz.”
 

*

 
Arkadaşları ile buluşacakları restorana gittiklerinde bütün grubun gelmiş olduğunu gördüler.

“Aman çocuklar, dikkat edin kaçmasınlar. Zira uzuuuun zamandan sonra ilk defa meydana çıktı bizim kaçaklar.”

“Aşk olsun Yıldırım. Sanki durumu bilmiyorsun.”

“Kızım durumunuzda ne var. Evde hem yardımcınız hem de ablanız var, isteseniz dışarı çıkarsınız ama siz evden dışarı çıkamıyorsunuz.”

“Öyle söyleme oğlum. Zaten kaç saat görüyoruz çocuklarımızı. Artı biz de yorgun geliyoruz. Eve geldikten sonra bir daha çıkmak zor geliyor. Öyle değil mi Ekim?”

“Aynen öyle, sıkıştırmayın sevgili eşimi. Bu akşam çocuklar izin verdiği için gelebildik.”

Bu söz üzerine masadan kahkahalar yükseldi.

Görüşmedikleri sürede olanı biteni öğrenene kadar yemekleri de bitmişti.

“Bu akşam gideceğimiz yere bayılacaksınız. Şansınıza bu akşam Amerikalı zenci bir şarkıcı var.”

Hep beraber kalkıp gece kulübüne gittiler.

Çok güzel dekore edilmişti. Salonun tüm çevresi dörder kişinin oturabileceği minik birer loca gibiydi. Onun ön tarafları ise kalabalık gruplar için düşünülmüştü. Onlar da oldukça kalabalık oldukları için bu orta kısma yerleştiler. Çok kalabalık bir orkestra çalıyordu. Eşlik ettikleri sanatçı, daha önceki yıllarda çok popüler olan bir beydi. Söylediği şarkılar, eskimeyen ve herkesin büyük beğeni ile dinlediği parçalardı.

“Madem ki kulübe geldik, hadi bakalım pas tutan bacaklarımızı biraz çalıştıralım. Gel Ekimciğim biz başlayalım, bunlardan pek öyle bizimle yarışabilecek birinin çıkacağını sanmıyorum.”

“Vay! Meydan okuyorsun yani. Oğlum sen kendi ağzınla söyledin pas tuttuğunu, nasıl cesaret edebiliyorsun böyle konuşmaya. Gel Sema biz de dans edelim aşkım.”

Pist o kadar büyük olmasına rağmen doluydu. Zaten şöyle etrafa baktığınızda koltuklarda ya da sehpalarda, orada birilerinin oturduğunu anlatan eşyalar vardı ama koltuklar boştu. Atmosfer çok güzeldi, tabii bir o kadar da romantikti. Gürkan karısını kollarının arasına alarak dansa başladı.

“Çok ilginç, sanki evli değilmişiz de dans etmeye buraya gelmişiz gibi hissediyorum. Sen de öyle hissediyor musun?”

“Evet, bu çok güzel bir duygu. Ama dans deyince de bence böylesi çok güzel. Şimdi artık böyle değil ki. Herkes ayakta sallanıyor. Tam da Sevin’in sevdiği gibi.”

“Eh galiba biz biraz eski kafalıyız, bir çok şeyde, bizimle aynı yaşta olanlardan farklıyız.”

“Yani aklımız başımızda. Ben böyle kollarında olmaktan çok mutluyum.”

Gürkan karısını kendine biraz daha yaklaştırarak yanağından öptü.

“Ben sana daha nişanlıyken hatta daha önce seninle birlikteliğimizin çok güzel ve özel olacağını söylemiştim, yanılıyor muyum güzel karım? Ama sen o zamanlar biraz yaklaşsam, elimden kaçıp gidiyordun. Senin için çıldırıyordum ama seni ürkütmekten de aklım çıkıyordu. Ama şimdi, her an bir bakışı, bir hareketi ile beni deli edebilen muhteşem bir kadın oldun.”

“Biraz daha böyle konuşursan ben yine kollarından kaçacağım. Niye beni böyle utandırıyorsun?”

“Bu halin çok hoşuma gittiği için olabilir mi acaba? Bunca yıldan sonra bile hâlâ kızarıp utanman da benim ne kadar haklı olduğumu gösteriyor. Sen benim tek aşkımsın. Hep böyle kal ve hep benim ol canım.”

Uzun uzun dans ettiler. Ekim hızlı danslarla pek arası olmamasına rağmen aldığı alkolün de etkisi ile her müziğe eşlik etti. Gürkan da pek öyle dans etmedikleri halde, ne kadar iyi olduğunu göstermiş oldu. Dakikalar sonra yorulmuş ve terlemiş olarak yerlerine oturdular.

“Gürkan, Ekim, harikasınız. Ben sizleri ilk defa böyle seyrettim. Çok iyisiniz. Sizi gören de böyle gecelerin takipçisi sanır.”

“Aşk olsun Cüneyt, evlenip çoluk çocuğa karıştık diye ihtiyarlamadık ya, biz de genciz.”

Sonra sahneyi zenci şarkıcı aldı. Son zamanlarda şarkıları, devamlı listelerde üst sıraları alan parçalarını arka arkaya söylemeye başladı. Kimse dans etmiyordu ama neredeyse bütün salon şarkılara eşlik ediyordu. Uzunca bir programdan sonra bayan bir şarkıcının söyledikleri ile tekrar dansa kalktılar. Yerlerine döndüklerinde “Gürkan artık kalkalım mı? Aslında bugün buraya gelmek iyi bir fikir değildi galiba” dedi Ekim.

“Ne oldu Ekim? Biraz önce kocan genç olduğunuzu söylüyordu ama sen pes ettin.”

“Haklısın ama inan çok yoğun bir gündü. Yorgun olmadığımı sanıyordum ama pes.”

“Şaka yapıyorum Ekim. Haklısın tabii. Alışkanlık işte, böyle cuma akşamından hafta sonunu başlatınca iyi hissediyor insan sanki kendini. Ne bileyim hafta sonu daha uzun geçiyor gibi.”

“O zaman siz devam edin, biz kaçalım.”

“O kadar uzun boylu değil arkadaşım. Neticede biz de yorgunuz. Bu günlük bu kadar yeter. Hep beraber kalkalım.”

Kulübün kapısında en kısa zamanda tekrar buluşmak üzere sözleşip ayrıldılar.

Otoparktan çıkıp trafiğe karıştılar. Daha 10 dakika bile geçmeden Ekim uykuya daldı. Eve geldiklerinde Gürkan uyandırınca ne kadar çabuk geldik diye şaşırdı.

“Canım, çabuk gelmedik ama sen melekler gibi uyuduğun için zamanı fark etmedin.”

“Çok affedersin aşkım. Galiba yoruldum ben. Öyle güzel uyuyordum ki rüya bile gördüm.”

“E… kim bilir ne zamandır dans etmedik böyle.”

“Ama çok güzel bir akşamdı. Gerçekten de ara sıra böyle değişiklik çok güzel.”

“Biz de bunu tekrarlarız sevgilim.”

Evin önüne geldiklerinde, bu geç saatte pencerede ışık görünce bir an paniğe kapıldılar.

“Sakin ol bi’ tanem.”

“Ne oldu ki, yoksa çocuklar mı geldi?”

“Çocuklar bu saatte uykudadır. Dur çıkalım bakalım.”

Büyük bir telaşla yukarı çıktılar. Gürkan kapıyı açtı.

“Sude, Handan Hanım.”

“Hoş geldiniz. Ama ne oldu Ekim Hanım?”

“Ne yapıyorsunuz bu saatte. Aklım çıktı, ters bir şey var diye. Sude sen gitmedin mi?”

-Çok affedersiniz. Handan ablayla film seyrettik. Çok uzun bir filimmiş, yeni bitti. Biz de şimdi kalkıyorduk ama sizi korkuttuk.”

“Hayır Handan Hanım’ı yalnız bildiğim için.”

“Handan ablanın da biraz canı sıkkındı, eve gidip ailemi görüp geri geldim.”

“Ne oldu Handan Hanım, bir sorun mu var? Niye bizim haberimiz yok?”

“Yok Ekim Hanım, belli bir şey yok. Öyle kendimi…”

“Tamam tamam, Handan Hanım. Siz ailenizi özlediniz herhalde. Niye siz de sabahleyin ailenizi görmeye gitmiyorsunuz. Hatta, ailen Şile de oturuyordu, değil mi?”

“Evet efendim.”

“Tamam, sabahleyin biraz erken kalkıp, kahvaltımızı edip hep beraber Şile’ye gidiyoruz. Biz sizi ailenizin yanına bırakır, orada gezeriz, yemek falan yeriz. Akşam üstü sizi de alır geri döneriz.”

“Hiç gerek yok Gürkan Bey. Siz zahmet etmeyin lütfen. Ben gider akşama da dönerim.”

“Tabii ama sizin saatleriniz yollarda geçer. Ne dersin Ekim, var mısın böyle bir geziye?”

“Çok güzel olur. Acaba çocukları da alsak mı?”

“Hiç gerek yok. Onların programları çok dolu. Onlarla da başka zaman gideriz. Sude sen de bizimle geliyorsun ama ben eve giderim dersen o başka. Senin için de değişiklik olur.”

“Teşekkür ederim. Şile’yi görmedim. Sizinle gelmek isterim.”

Erken kalkmak için sözleşip odalarına çekildiler.

“Benim programım hiç böyle değildi ama ne yazık ki saat epey geç oldu ve sabahleyin erken kalkmamız lazım.”

“Ne yapmayı düşünüyordun ki?”

Ekim bu soruyu öyle bir sormuştu ki alacağı cevabı bildiğini belli ediyordu.

“Bak bana öyle bakarsan saati falan unutabilirim. Hadi çabuk gel, bari sarılıp uyuyalım.”

Ekim işini çabuk bitirip yatağa gelmesine rağmen Gürkan uyumuştu. Kocasını yanağından öpüp yanına yattı. Gürkan uykusunun arasından iyi geceler diledi.

Erkenden kalkıp kahvaltılarını edip hemen yola çıktılar.

Hava çok güzeldi. Yazın son günleri olmasına rağmen sıcacık bir hava vardı şanslarına. Yollar hayli kalabalıktı ama onlar yolda geçtikleri yerleri seyrederek keyifli bir yolculuktan sonra Şile’ye geldiler. Daha erken olmasına rağmen her taraf kalabalıktı. Önce Handan Hanım’ı ailesinin yanına bıraktılar. Sude de onları yalnız bırakmak için orada kalmak istedi ama Ekim kendileriyle gelmesi için ısrar etti.

Önce geniş bir tur attılar. Piknikçiler her yeri doldurmuşlardı. Oturup bir şeyler içelim diye karar verdiler. Okuyacak bir şeyler alıp güzel bir çay bahçesine girdiler. Uzun uzun gazete ve dergileri okuyarak vakit geçirdiler. Girdikleri çay bahçesi aynı zamanda et de satıyordu. Gelen garson arzu ederlerse onlara servis açabileceklerini ve kendilerine mangal verebileceklerini söyleyince yemeği de orada yemeye karar verdiler. Gürkan garsonla gidip et aldı. Bir nevi piknik yapar gibi kendi etlerini kendileri pişirerek güzel bir yemek yediler. Burası bayağı büyük bir yer olmasına rağmen, tamamına yakını dolmuştu. Daha sonra deniz kenarında bir tur attılar. Ekim’in telefonu çaldı. Handan Hanım arıyordu. Onları eve kahve içmeye davet ediyordu. Kırmayıp daveti kabul ettiler.

Handan Hanım’ın annesi ve kardeşiyle tanıştılar. Kahveden sonra acaba ne yapsak diye düşünürlerken Handan Hanım, arzu ederlerse artık dönebileceklerini söyleyince, veda edip yola çıktılar. Bu saatte bile hâlâ gelenler vardı.

“Hiç bu kadar kalabalık olabileceği aklıma gelmezdi.”

“Burası yazın hep böyle Gürkan Bey, hatta gelenlerin bir kısmı 2 gün kalıyorlar. Çok güzel konaklama yerleri var.”

“Doğrudur, çocukluğumdan beri gelmemiştim buraya. O kadar büyümüş ve değişmiş ki…”

“Ben çok teşekkür ederim. Size zahmet verdim.”

“Hiç olur mu Handan Hanım, bizim için de değişiklik oldu. Ayrıca yediğimiz öğlen yemeği de çok güzeldi. Değil mi Sude?”

“Evet Ekim abla. Ben de bugün için çok teşekkür ederim.”

Eve geldiklerinde akşam olmuştu.
 

*

 
Pazar günü öğleden sonra yakındaki pastaneden, çocukların çok sevdiği vişneli çöreklerden ve çikolatalı pasta alarak Maçka’ya gittiler. Daha kapı açılmadan çocukların sesini duydular. ‘Annemler geldi’ diye bağrışarak kapıyı açtılar. Biri annesine biri de babasına koşarak sarıldılar.

“Çocuklar, çok mu özlediniz bizi?”

“Evet özlediler. Saatlerdir sizi bekliyorlar. Sabahleyin sinemaya gittik. Biraz parkta oyun oynadılar, eve geldik. O zamandan beri sizin gelmenizi bekliyorlar. Doğru dürüst yemek bile yemediler.”

“Biz de onları çok özledik. Sizin sevdiğiniz vişneli çöreklerden de aldık. Şimdi çayla pasta ve çörek yersiniz, değil mi?”

“Tabii annecim. Sonrada eve gidiceğiz, değil mi?”

“0 niye Poyrazcığım, bizden bıktın mı?”

“Hayır babaanne tabii ki hayır ama oyuncaklarımı özledim.”

Cuma akşamından beri ne yaptılarsa anlattılar bir bir.

“Çok sevdiniz bu misafirliği galiba.”

“Çok eğlendik. Yine gelebilir miyiz anne?”

“Bilmem babaannene ve Nedim dedene sor bakalım. Üzdünüz mü, güzel güzel sözlerini dinlediniz mi? Sizi tekrar almak istiyorlar mı?”

“Ama biz çok uslu durduk, hiç üzmedik, değil mi dedeciğim?”

“Tabii kızım. Ne zaman isterseniz gelebilirsiniz, bu bizi çok sevindirir. Yine sinemaya gideriz, tiyatroya gideriz. Biz de eğlendik sizinle.”

“Duydun değil mi anne?”

“Tamam istediğiniz zaman, telefon eder sorarız müsaitlerse gelirsiniz. Hadi şimdi toparlanın eve gidelim. Banyonuzu yapın, okula hazırlanın.”

“Ne güzel yarın yine okula gideceğiz.”

Gelirken küçük bir çantayla gelmişlerdi ama şimdi kocaman bir de poşetleri vardı.

“Bu ne? Ne aldırdınız böyle?”

“Nedim dedem bizi lunaparka götürdü. Orada bir sürü oyun oynadık ve bunları kazandık.”

“Aferin size. Hadi öpün dedenizi, babaannenizi gidelim.”

İkisi de sımsıkı sarılıp öperek veda ettiler.

“Çocukları dinlemekten size soramadım. Nasıl bir yerlere gidebildiniz mi?”

“Çok teşekkür ederiz Nazan anne. Arkadaşlarla güzel bir akşam geçirdik. Çok özlemişiz meğer. Çok teşekkür ederiz biz de size.”

“Aşk olsun kızım, ne zaman isterseniz çocukları bırakabilirsiniz.”

“Biliyorum anne, merak etme arada sırada yaparız bunu. Hadi hoşça kalın. Biz de bekleriz.”

Çocuklar evi de özlemişlerdi. Daha merdivenlerde çıkardıkları sesleri duyan Sude kapıyı açmış, onları bekliyordu. Bu sefer büyük bir heyecanla Sude’ye anlattılar neler yaptıklarını, nerelere gittiklerini.
 

*

 
Çarşamba günü hava adeta yazdan kalma bir gün gibiydi. Biraz erken çıkmışlardı holdingden. Hem kıyafetlerini değiştirmek hem de çocukları almak için gelmişlerdi. Önce çocukları götürmeyeceklerdi ama Sevin de o gece mini bir konser vereceğini söyleyince geceye hep beraber gitmeye karar vermişlerdi.

Okula vardıklarında salonun şimdiden dolduğunu gördüler. Ayrılan yerlerine oturdular. Tüm aile oradaydı. Çocuklar ilk defa teyzelerini dinleyecekleri için çok heyecanlıydılar. Ekim gurur ve memnuniyetle büyük ailesine baktı. Her zaman olduğu gibi, Allah’a şükretti.

Bu düzenlenen gece, her yıl tekrarlanarak bir gelenek halini almıştı. Son sınıf talebeleri, eski mezunlar ve ailelerin katıldığı gecede, talebeler hatta bazı öğretmenlerin bile katılımı ile hazırlanan bir oyun sahneye konuyordu. Bu genelde, talebelerin yazdıkları küçük skeçlerden oluşuyordu. Yine son sınıf talebeleri arasında yapılan bir yarışmada birinci olan bir öğrencinin gösterisi yer alıyordu. Bu bazen bir dans, bazen minik bir konser ya da benzeri bir gösteri oluyordu ama ilk defa Sevin sahne alacaktı. Talebelerden oluşan orkestra ile uzun zamandır hazırlanmışlardı.

Sahnelenen küçük oyun bittiğinde alkışlar uzun süre devam etti. Sonra orkestra yerini aldı. Bu sene yarışmayı kazanan bir erkek talebe, günün popüler parçalarından oluşan programını bitirdi. Ve nihayet öğrencilerin merakla bekledikleri Sevin sahne aldı.

Grubuyla söylediği parçalardan oluşan mini bir konser verdi. Salon alkıştan yıkılıyordu. Zorla bir şarkı daha söyledi. Sahneden indiğinde etrafını talebeler sardı. Hepsi bir ağızdan, ne kadar iyi ve güzel olduğunu söylüyordu.

“Tamam çocuklar. Bu kadar yeter. Ben de özlemişim sahneyi ama yeter. Hadi hepiniz ailelerinizin yanına” diyerek kendisi de ailesinin yanına geldi.

“Teyzecim çok güzeldi, ben de büyüyünce senin gibi şarkı söylemek istiyorum.”

“Neden olmasın teyzesinin gülü. Senin sesin güzel zaten. Ama Poyraz’ın sesi felaket.”

“Ben zaten istemem öyle çıkıp şarkı falan söylemek. Ben futbolcu olacağım.”

“Hah tamam işte. Hani astronot olacaktın.”

“Hımm. O zaman ben büyümeyi beklesem daha iyi galiba.”

“Aferin. Sen kendi kararlarını kendin verecek kadar büyü, o zaman konuşalım. Anlaştık mı?”

“Anlaştık.”

Salon dağılırken, onlar da arabalarına binip evlerine doğru yola çıktılar.
 

*

 
Gülgün Hanım gerekli bütün hazırlıkları yapmıştı. Hafta sonunda Ekim’in gördüğü salonda yemekli toplantı düzenlenmiş, piyangolara çok güzel hediyeler konmuş, bütün hafta biletler işyerlerinde sembolik bir bedel karşılığında satılmıştı. Ekim anneannesine telefon ederek birlikte bir davete katılmak istediklerini söyledi. Servet Hanım önce gelmek istemese de Ekim’in ısrarı karşısında, gelmeyi kabul etti.

“Anneanne ben size araba göndereceğim. Şoför gideceğimiz yeri biliyor, sizi oraya getirecek. Biz sizi orada bekleyeceğiz.”

“Tamam kızım. Görüşürüz.”

Ekim ve Gürkan kapıya yakın bir yerde anneannelerini beklemeye başladılar. Şoför telefon ederek gelmek üzere olduklarını haber vermişti. Arabanın geldiğini görünce kapıya çıktılar. Servet Hanım çok şıktı.

“Kızım fazla bir şey de söylemedin. Nereye geldik böyle?”

“Buyurun anneanne, içeri geçelim göreceksiniz.”

Kapıdan içeri girdikleri anda salonda bir alkış koptu. Servet Hanım şaşkınlıkla etrafına bakınırken tanıdık yüzleri gördükçe yüzünde kocaman bir gülüşle torununa döndü.

“Ekim, Gürkan; çok teşekkür ederim, beni çok mutlu ettiniz. Ne kadar memnun oldum anlatamam. Sevinler yok mu?”

“Olmaz olurlar mı anneanne? Bu sene değişiklik yaptık, bütün aile burada sizi bekliyor.”

Çok güzel bir akşam yaşadılar. En önemlisi de Servet Hanım’ın mutluluğuydu.

“Şimdi gözüm arkada kalmayacak biliyorum ki dedenizden kalan bu geleneği sizler devam ettireceksiniz.”
 

*

 
Sonraki günlerde bir araya gelemediler bir türlü. Gürkan ve Ekim birlikte bir iş seyahatine çıktılar. İsviçre, Almanya ve Avusturya’ya gittiler. 3 günde döneriz diye düşündükleri seyahat bayağı uzamıştı. Bir hafta sonra döndüklerinde, çocukların kendilerine sarılmalarından ne kadar özledikleri belli oluyordu.

“Ama siz çok uzun kaldınız. Biz sizi çok merak ettik.”

“Canım, her akşam arıyorduk ama niye merak ettiniz.”

“Bir daha gelmeyeceksiniz zannettik.”

“O nasıl laf öyle. Biz siz olmadan yaşayabilir miyiz? Sizi nasıl bırakırız?”

“Ama sınıfta bir arkadaşımızın babası gitmiş ve bir daha gelmemiş. Biz de sizin de gittiğinizi zannettik.”

Çocuklara aldıkları hediyelerini vererek defalarca onları çok sevdiklerini, asla onları bırakmayacaklarını söyleyerek sakinleştirdiler. Daha sonra Sude’ye bu konuyu sordular.

“Bana öğretmenleri anlattı. O çocuğun babası ölmüş fakat çocuk bir türlü babasının ölümünü kabullenemeyip ‘Babam bizi bırakıp gitti’ diyormuş. Çocukları böyle etkileyeceğini hiç düşünememiştim.”

“Hay Allah. Çocuk için çok üzüldüm.”

Neyse ki bir daha bu konu hiç açılmadı.
 

*

 
Bu hafta sonu cuma akşamından Güzelce’ye gideceklerdi. Hep beraber hafta sonunu orada geçireceklerdi. Zaten cumartesi akşamı da Servet Hanım hepsini yemeğe çağırmıştı.
Büyük bir heyecanla bekledikleri cuma günü okuldan sevinçle döndüler. Sude onları her akşam aşağı inerek servisten alıyordu.

“Sude abla, öğretmene anneannemlere gideceğimizi, sonra büyük annemizin çiftliğine gideceğimizi söyledik. O da bize ödev verdi.”

“Öyle mi? Ne kadar güzel. Peki ödeviniz ne?”

“Çiftlikte gördüğümüz hayvanların resmini yapacağız. Hangimizinki güzel olursa onu duvara asabileceğini söyledi.”

“O zaman boyalarınızı ve resim defterinizi yanınıza almayı unutmayın, olur mu?”

Yukarı çıkıp hazırlandılar, Gürkan ve Ekim de her zamankinden erken geldiler.

“Sude arzu edersen sen de bizimle gel ama burada kalmak istersen bizim için sakıncası yok.”

“O zaman gelmeyeyim Ekim abla. Zaten orada yalnız değilsiniz, bana ihtiyacınız olmaz herhalde.”

“Tamam o zaman pazar günü görüşürüz.”
 

*

 
Haber vermeden sürpriz yapmak istediler. Giderken yoldan hazır köfte falan aldılar. Çocuklar köfteye bayılıyorlardı. Ama yollar o kadar kalabalıktı ki hayli gecikecekleri belliydi. Bu nedenle telefon açıp yine haber vermek zorunda kaldılar. Ama hazırlık yapmamalarını da tembihlediler. Onlara göre erken bile çıkmışlardı ama anlaşılan güzel havayı gören herkes yazlıklarına ya da bir yerlere kaçıyordu şehirden.

Daha arabaları yaklaşırken Kont kapıya onları karşılamaya çıktı. Çocuklar da araba durur durmaz köpeğe koştular. Kont çocukları özlemişti. Bir birine, bir diğerine koşup duruyordu. Onları seyretmek bile çok güzeldi.

Tahir Bey mangalı yakıp hazırlanmıştı bile. Hemen köfteleri mangala yerleştirdiler. O kadar mutlu olmuşlardı ki evde adeta bir bayram havası olmuştu. Geç saate kadar bahçede oturdular. Dedeleri çocuklara bir de salıncak kurunca çocuklar mest oldular.

Sabahleyin kahvaltıdan sonra hep beraber yürüyüşe çıktılar. Burası çok şirin bir yerleşim yeriydi. Küçük olduğu için hemen hemen herkes birbirine aşinaydı. Oradaki bir çay bahçesine oturup çay içerlerken çocuklar da dondurmalarını yediler. Deniz çarşaf gibiydi.

Eve döndüklerinde Hacer Hanım masayı hazırlıyordu.

Yemeklerini yedikten sonra hep beraber Sabih Beylere gittiler. Çocuklar hemen midillilerin yanına gittiler. Gürkan onlarla ilgilenip midilliye binmelerine yardım etti. Sonra diğer hayvanların yanına koştular.

“Bayılıyorum çocuklara. Hale bak ne güzel eğleniyorlar. Bizim de torunumuz olsa çok sevineceğiz ama Sevin hâlâ çocuk istemiyor.”

“Onlar gelmiyorlar mı?”

“Neredeyse gelirler. Akşama kadar sizinle oluruz demişlerdi ama hâlâ gelemediler.”

“Sen üzülme Seher. Her şeyin vakti vardır. Kim bilir ne planları vardır.”

“Sevin’in planları hiç bitmez ki… Biz de sizin torunlarla hasret gideriyoruz. Nasıl okula alıştılar mı?”

“Sorma Seher anne. O kadar seviyorlar ki okulu, pazar akşamları, yarın okul var diye bayram ediyorlar.”

“Hay Allah. Bilseler ki bu okumak yıllarca sürüyor. Ama bazı çocuklar sürünür gibi giderler sabahları. O çok zor işte. A işte geldiler.”

Arabalarını park edip geldiler.

“Aa keşke beraber gelseydik, haberleşip.”

“Biz dün akşam geldik ama.”

“Ne güzel. Bizim programımızda öyleydi ama Ediz bir türlü kurtulup çıkamayınca, gelemedik yani.”

“Hey çocuklar teyzeye bir merhaba öpücüğü yok mu?”

Hemen koşarak geldiler. Sarılıp öpüştüler. Teyzeleri de onlara kocaman çikolata getirmişti. Çikolatalarını alıp yine oyunlarına geri döndüler. Erkekler kendi aralarında tavla oynuyorlardı. İki takım halinde oynuyorlardı. Önce iki baba iki damat mücadele ettiler, sonra kendi kayınpederleri ile oynadılar.

“Öyle kuru kuru oynamayın ama.”

“Merak etme Seher anne, kaybeden pazar günü hepimizi balık yemeye götürecek.”

“Ediz, biz bu gece dönmüyor muyuz yoksa?”

“Sevinciğim bırakmıyorlar bizi. Babam gelmesi sizden, dönüşü bizden diyor.”

“Çok sevindim. Bu akşam evimizde uyumak çok iyi olur. Özledim valla evimi.”

“Kızım bu kadar özledinse daha sık gelsenize.”

“O da olacak anneciğim merak etme.”

“Hadi inşallah.”

“Daha fazla gecikmeden kalkalım mı?”

“Tabii ya. Burada oturacağımıza Servet Hanım da oturalım. Onun da gönlü olsun.”

Hiç arabalara binmeden yürüyerek Servet Hanımın çiftliğine geçtiler.

“Hoş geldiniz, davet etmesem geleceğiniz yok. Aslında kırılıyorum size.”

“Yapmayın Allah aşkına Servet Hanım, daha geçen hafta sizdeydik.”

“Benim bunu, kimlere söylediğimi anladılar, Seher Hanım siz alınmayın. Hadi çocuklar işten kopup gelemiyorlar ama Sermin Hanımlar da kayıplar.”

“Haklısınız. Söz bundan sonra daha sık görüşelim. Ama siz de hiç çıkıp gelmiyorsunuz? Siz de buyurun.”

“Gelirim gelirim. Nasılsınız güzel torunlarım?”

Çocuklar büyükannelerinin yanaklarından öptüler.

Ah benim canlarım, mis kokulularım. Okul nasıl? Seviyor musunuz okulunuzu? Şimdi bir sürü arkadaşınız var, değil mi?”

“Evet büyükanne. Benim bir sürü erkek arkadaşım var, Meltem’in de kız arkadaşları var. Bazen de hep beraber oynuyoruz.”

“Sen de seviyor musun Meltemim?”

“Çok seviyorum büyükanne. Okul çok eğlenceli. Dersleri de arkadaşlarımı da çok seviyorum.”

“Aferin size. Ben de size çok güzel okul malzemeleri aldım. Bakalım beğenecek misiniz? Ferda kızım, çocukların hediyelerini getiriver.”

Ferda, elinde kocaman 2 poşetle geri geldi. Diğer elinde de iki tane çok güzel sırt çantası vardı. Biri pembe, diğeri ise maviydi. Çocuklar önce koşup çantaları aldılar ve hemen sırtlarına taktılar.

“Anneanne niye zahmet ettiniz ki. Bir dünya şey almışsınız.”

“Kızım çocuklar daha çok heveslensinler, diye düşündüm. Siz tabiî ki onlara her şeylerini almışsınızdır ama bunlar da benim armağanlarım olsun.”

Sonra Ferda’nın elindeki poşetlere sıra geldi. İçinden hikâye kitapları, boyalar, kalemler, resim defteri, silgiler, çok güzel küçük termoslar çıktı. Çocuklar hepsine bayıldı, hemen sırtlarındaki çantaları çıkarıp diğer hediyeleri içlerine doldurdular.

“Çocuklar, bir şeyi unutmadınız mı?”

“Çok teşekkür ederiz büyükanne, hepsi çok güzel.”

“Kuru kuru teşekkür mü edeceksiniz, hani benim öpücüklerim.”

Poyraz ve Meltem büyükannelerini defalarca öptüler.

“Anne, öğretmenin bize verdiği ödevi, yeni boyalarımızla yapabilir miyiz? Ne olur evet de anne.”

“Tamam tamam, kullanın. Bakın neden şimdi masaya oturup resimlerinizi yapmıyorsunuz. Unuttuğunuz bir şey olursa kalkıp bakabilirsiniz.”

Büyük bir hevesle masaya oturup, resim yapmaya başladılar.

“Evet. Artık sıra bana geldi galiba değil mi Edizciğim?”

“Tabii artık söyle canım.”

“Hepimiz bir aradayken söylemek istedik. Şimdi açıklayacağım şey en çok annemi ve babamı sevindirecek ama eminim hepiniz bu haberi bekliyorsunuz. Bizim bir bebeğimiz olacak, ben hamileyim.”

Ortalık bir anda karıştı. Seher Hanım sevinçten ağlıyordu.

“Ne zaman öğrendin? Niye bana söylemedin, aşk olsun sana.”

“Aslında sana söyleyecektim. Dün iki kere aradım ama maalesef toplantıdaydın. Sonra akşamüstü cepten aradım, açmadın belki meşguldün ama geri dönmedin.”

“Ne zaman aradın?”

“Dün saat 7 falandı galiba.”

“Biz o saatlerde yoldaydık, telefonum da çantamdaydı. Radyonun sesi, çalan şarkıya eşlik eden 3 çocuğun sesi. Kesin duyulmamıştır. Bugün de hiç telefon kullanmadım, yani aradığını görmedim. Kısmet bugün öğrenmekmiş. Ne zaman öğrendiniz?”

“Aslında tahmin ediyordum. Daha doğrusu hissediyordum ama kesinleşmeden söylemek istemedim. Dün kesin öğrendim.”

“Hayırlı olsun. İnşallah senin de ikizlerin olur. Bak çok güzel bir şey. Bir seferde iki yavrun birden oluyor. Ama sen daha çok istersen bilemem. Benden bu kadar, bir kız bir oğlan yeter.”

“Ben de isterim ikiz olsun. İkiz olmazsa da bir çocuk bize yeter. Ama hissediyorum bebeklerim olacak.”

“Kızım ne kadar sevindim anlatamam. Daha bugün Sermin’e, ‘Sizin torunlarla avunuyoruz. Sevin daha çocuk istemiyor’ diye şikâyet ediyordum.”

“İşte ben de senin sesini duydum, canım annem.”

“Ama burada en mutlu hisseden benim. Bir yerine iki torunum oldu. İki tane de minik torunlarım oldu. Şimdi de yenileri gelecek. Allah’ım sana şükürler olsun.”

“Bakın anneannem de çoğul söyledi. Göreceksiniz benim de ikizlerim olacak. Ediz şimdiden isim bile buldu.”

“Sahi mi? Ne koyacaksınız Ediz?”

“Bilemiyorum tabii ama bana da iki oğlumuz olacak gibi geliyor. O zaman Meriç ve Fırat koyarız adını diye düşündüm ama bakalım kısmet.”

“Ya bir kız bir erkek ya da iki kız olursa?”

“Bilmiyorum, hele bir öğrenelim, onu da o zaman düşünürüz, değil mi Sevin?”

“Haklısın canım.”

“Hayırlısı olsun yavrum. Eskilerin söylediği gibi, eli ayağı düzgün olsun, sağlıklı olsun da ister kız ister erkek olsun. Hay Allah. Seher Hanım’a ağlama diyorduk ama neredeyse ben de ağlayacağım.”

“Ağlamak serbest anneanne.”

Bu söze hep birlikte güldüler.

“İşte bugünün sürprizi bu oldu. Meltem, Poyraz…”

“Efendim anne.”

“Gelin size bir şey söyleyeceğim. Bakın Sevin teyzenizin de bebeği olacak. Size küçük bir arkadaş gelecek.”

“Ne zaman Sevin teyze?”

“Daha çok var, önce büyümesi lazım Dünya’ya gelmek için.”

“Anneciğim, senin bize anlattığın gibi Sevin teyzenin karnında mı bebek?”

“Evet kızım orada. Sevin teyzen onu karnında büyütecek sonra bebek Dünya’ya gelecek. O zaman biz de onu sevebileceğiz.”

“Ne güzel. Çabuk büyüse de gelse.”

“Canlarım benim. İnşallah benim bebeğim de sizler kadar tatlı olur.”

“Bu akşamki yemek bir kutlama yemeği oldu. İyi ki buradasınız.”
 

*

 
Çocuklar okumayı öğrendikten sonra büyük anneleri devamlı hikâye ve masal kitapları almaya devam etti. Odalarında kocaman bir kitaplıkları vardı. Artık annelerinin veya babalarının kitap okumasına gerek kalmamıştı. Her akşam kitap okuyarak uykuya dalıyorlardı. İkisi de okumayı çok seviyordu.

Zaman su gibi akıyordu. Sevin ikiz bebekleri olacağını öğrenmiş fakat hemen cinsiyetlerini öğrenememişti. Sonra bir gün heyecanla iki oğlu olacağı müjdesini verdi. Çok zor bir hamilelik geçiriyordu. Çok kilo almıştı. Bebekler 8 aylık olduklarında sıcaklardan çok şikâyet etmeye başladı. Akademiye gidip gelmeyi bile bırakmıştı. Zaten okulun müdürü çok iyi bir eğitmendi. Gençlerle arası çok iyiydi. Bu nedenle daha fazla zorlanmadan işi bırakıp evine geçti Sevin. Artık Ediz her akşam eve geliyordu. Yollarda bir hayli zorlanıyordu ama karısını görmeden içi rahat etmiyordu.

Doğuma az kaldı diye Filiz Hanım da İstanbul’a gelmişti. Hep beraber çiftlikte kalıyorlardı. Filiz Hanım, Sevin’i bir an bile yalnız bırakmıyordu.

Son zamanlarda holdingde işler çok yoğunlaşmıştı. Yabancı bir firmayla ortak bir işe başlıyorlardı. Bu süre zarfında ortaklar defalarca İstanbul’a gelmişlerdi ama çıkaracakları yeni ürünün dış pazardaki yerini ve tanıtımlarını görmek için Gürkan ve Ekim Amerika’ya gideceklerdi. Bu seyahat pek kısa sürecek gibi görünmüyordu. Ekim çocuklara sorun olmayacağını biliyordu ama yine de içi rahat değildi. Çocuklar hasta falan olsalar Handan Hanım’la, Sude’nin panik olmalarından korkuyordu. Bu endişelerini annesine anlatınca Sermin Hanım, merak etmemesini, onlar yokken Tahir Bey’le gelip onlarda kalabileceklerini söyleyince çok sevindi.

“Biz yokken annemler gelip bizde kalacaklar. Şimdi rahat rahat gidebiliriz canım.”

“Çok iyi düşünmüşsün.”

“Ben düşünemedim canım. Endişelerimi anlatınca annem teklif etti.”

Bu seyahat için hazırlıklar 15 gün falan sürdü, nihayet mayıs sonunda yola çıktılar.

Uzun yolculuktan sonra alanda kendilerini karşılayan firma yetkilileri ile otele gittiler. Bütün bu son günlerin stresi ile Ekim’in fena halde başı ağrıyordu. Ertesi gün buluşmak üzere sözleştiler. Ekim hemen bir duş alarak yattı. Saatler sonra uyandığında Gürkan’ın da uyumakta olduğunu gördü. Usulca kalkıp banyoya geçti.

Sonraki günlerde birçok şehir dolaştılar. Ürün gün boyu tüketilen, son derece hafif, tatlarına göre farklı şekillerde yapılmış çöreklerdi. Halka sunumu son derece sevimliydi. İnsan trafiğinin yoğun olduğu yerlerde, Ssn derece sevimli kulübelerde mikrodalga fırınlarda ısıtılarak satılan çöreklerin içinde çok değişik meyvelerden yapılmış soslar vardı. Bu soslar adeta meyvenin kendisini yermişiniz gibiydi, asla şeker ilavesi yoktu. Isıtıldıktan sonra üzerine vanilyalı pudra şekeri serpiliyordu. Özellikle sabahları adeta herkesin elinde bu çöreklerden vardı. Hijyenik büyük bir imalathanede yapılan bu çörekler, gece boyunca bu küçük kulübelere servis ediliyordu. Sabahleyin işe gelen çalışanlara, sadece çörekleri ısıtarak halka sunmak kalıyordu. Zaten ısıtıldığı sürede çıkardığı nefis koku, bütün caddeye yayıldığı için neredeyse her geçenin mutlaka aldığı bu çörekleri önce İstanbul’da daha sonra ise diğer şehirlerde halkla buluşturmayı düşünüyorlardı. Aynı tatlar, Türkiye’de yetiştirilen pek çok meyve çeşidi ile yapılabilecekti. Anlaşma imzalanırken Gürkan, kendi ürettikleri içeceklerin de bu kulübelerde satışa sunulması ile ilgili bir maddeyi kabul ettirmişti. İnsanlar ayak üstü yiyebildikleri gibi, arzu ederlerse paket alarak evlerine de götürebiliyorlardı. Sadece mikrodalga fırında ısıtmaları yeterli oluyordu.

Amerika’da bulundukları sürede onlar da her sabah Happy isimli bu çöreklerden yemeye alışmışlardı. Ellerinde imzalanan anlaşmalarla geri dönmeleri on beş günü bulmuştu. Daha dönmeden İstanbul’a verdikleri direktiflerle gerekli hazırlıkları başlatmışlardı. İki kişi gittikleri bu seyahatten dönüşte, birçok branşta işinin ehli uzmanlarla geri dönmüşlerdi. Yapılacak üretim fırınları, kulübeler için ön hazırlıkları birlikte yürüteceklerdi.

Bütün bu süre zarfında sadece akşamları çocukları arayıp konuşabilmişlerdi. Ekim çocukları o kadar özlemişti ki her telefonda konuşurlarken ağlamaya başlıyordu.

Sabahleyin çok erken saatte, kendilerini almaya gelen arabaya oturduklarında “Bu seyahat hiç bitmeyecek gibi gelmeye başlamıştı. Nihayet döndüğümüze inanamıyorum” dedi.

“Haklısın. Bakalım çöreklerden yediklerinde tepkiler nasıl olacak. Hele bizim ufaklıklar bayılacaklar. Daha uyanmamışlardır ama ben onları uyandıracağım. Çok özledik, değil mi tatlım?”

“Bana mı soruyorsun Gürkan, halim bana bile tuhaf geliyor. Seslerini duyunca ağlamaya başlıyorum artık.”

Bu erken saatte henüz trafik yoğun olmadığından kısa bir sürede evlerine geldiler.

Gelişlerini telefon açarak haber verdikleri için Handan Hanım ve Sude onları balkonda bekliyorlardı, hemen yardıma geldiler.

“Gürkan holdinge gidecek olan kutuları şoför götürsün.”

“Merak etme onları almadım. Kenan Bey, siz bu kutuları benim odama koydurursunuz.”

“Merak etmeyin Gürkan Bey. İyi günler.”

Yavaşça içeri girdiler. Evdeki hareketten gelişlerini tahmin eden Sermin Hanım’la Tahir Bey de kalkmışlardı. Önce onlarla sarıldılar, sonra beraberce çocukların odasına geçtiler. İkisi de melekler gibi uyuyorlardı. Öpüp koklayarak uyandırdılar.

“Anne, baba döndünüz.”

İkisi de yataktan fırlayıp kalktılar. Biri annesinin biri babasının boynuna sarıldı. Ekim bu sefer de mutluluktan ağlıyordu.

“Çok özledik çok. Canlarım.”

Dördü adeta bir yumak olmuş, birbirlerini öpüyordu. Kapıdan onlara bakmakta olan Sermin Hanım’la Tahir Bey de onları seyrediyordu. Hep beraber salona geçtiler.

“Dönüşümüz cumartesi olduğu için çok mutluyum. Doya doya çocuklarla hasret gidereceğiz.”

“Anneanne artık söyleyebilir miyiz? Lütfen ben söylemek istiyorum.”

“Tamam meleğim, hadi artık söyle.”

“Anneciğim, sana bir sürprizimiz var. Sevin teyzemin bebekleri geldi.”

“Ne, ne zaman, niye haber vermediniz?”

“Kızım oralardayken haber versek sen çok merak edecektin. Biz de size söylemedik. Aferin benim akıllı torunlarıma, hiç ağızlarından kaçırmadılar.”

“Ama ben Sevin’le de konuştum, O da bir şey söylemedi.”

“Sen Sevin’i aradığında biz de oradaydık, bebeklerin eve geldikleri gündü.”

“Nasıllar, hepsi iyi mi?”

“Hepsi çok iyi. Meriç’le Fırat çok güzeller.”

“Anneciğim, o kadar küçükler ki. Seher anne bizim kucağımıza verdi. O kadar güzeller ki. Küçücük elleri, ayakları var.”

“Sabih baba, bunlar küçük birer Poyraz diyor. Tıpkı benim bebekliğime benziyormuş. Ben de o kadar küçük müydüm?”

“Yok hayır biz seni büyük aldık.”

“Baba! Ben bebeklerin alınmadığını bilecek kadar büyüdüm.”

“Affedersin oğlum, haklısın.”

“Hadi o zaman kahvaltı edip çiftliğe gidelim.”

“Masa hazır efendim, buyurun.”

“Ama anne, hediyelerimizi çok merak ediyorum. Ne olur kahvaltıdan önce görebilir miyiz?”

“Oğlum, biraz önce büyüdüğünü söylüyordun. Önce kahvaltı, sonra hediyeler. Anlaştık mı?”

“Peki babacığım.”

“Siz masaya oturun, ben hemen geliyorum.”

Ekim hemen kutulardan birini açarak vakumlu ambalajların içindeki Happylerden ısıtıp bir tepsiye koydu. Happyler daha masaya gelmeden kokusu bütün evi sardı.

“Haydi bakalım bunları sevecek misiniz?”

“Aman kızım evi mis gibi kokuttun. Bunlar ne böyle, sanki şimdi fırından çıkmışlar gibi görünüyor.”

“Hımm. Anne, bunlar çok güzel. Ben başka yiyebilir miyim?”

“Tabii yersin. Bak başka şekilden ye. Hepsinin tadı farklı.”

“Benim aldığım zaten incire benziyordu. Tadı da öyleydi.”

“Bak bir tane de çilekli ye, çok güzel.”

“Ne kadar güzel, hangi meyveli olduğu şeklinden belli.”

“Evet anneciğim, bunlar tadını aldıkları meyvelerin kalıpları ile pişirildikleri için, hepsi farklı.”

Hepsi çok beğendiler, hele çocuklar.

“Kahvaltınız bittiyse kalkalım. Size getirdiklerimizi görün, sonra da hazırlanıp çiftliğe gidelim.”

Bir sürü kıyafet getirmişlerdi. Puzzle ve akıl oyunları almışlardı ama en çok sevindikleri, buz patenleri olmuştu.

“Babacığım, yarın kaymaya gidelim, ne olur. Yeni patenlerimizle kayalım.”

“Dur bakalım oğlum. Önce Meriç’le Fırat’ı görelim. Sevin teyzeni görelim. Sonra program yaparız.”

Ekim, annesine ve Seher anneyle, Nazan anneye ve Filiz teyzeye, Japonya’dan gelmiş çok güzel ipek şallar almıştı. Anneannesine çok güzel triko bir şal ve babasına ise bir türlü vazgeçemediği eski ropdöşambırın yerini alması dileğiyle hediyesini verdi. Tabii Sabih ve Nedim babanın hediyeleri de birer röpdoşambırdı.

“Kızım bu sefer benim emektarı emekli etmem gerekecek. Bu çok güzel.”

Aile kalabalık olunca hediyeler de bayağı yer tutunca, onları ayrı bir valize yerleştirmişti. Handan Hanım ve Buse’nin de hediyelerini verince, gitmek üzere hemen hazırlandılar.

“Handan Hanım, yorgunuz erken döneriz, diye düşünüyorum ama yine de belli olmaz, ben seni ararım.”

“Sude arzu edersen aileni görmeye gidebilirsin.”

“Teşekkür ederim Ekim abla ama ben Handan ablayla kalırım. Size iyi eğlenceler. Çünkü bebekler oyuncak gibi, çok güzeller.”
 

*

 
Sevin ne gün döneceklerini bilmiyordu, onları kahvaltıda yakaladılar.

“Ne güzel sürpriz. Ama ben bugün güzel bir şeyler olacağını biliyordum. Sabahleyin Ediz’e de söyledim. Hoş geldiniz.”

“Hoş bulduk. Gözün aydın, geçmiş olsun.”

“Baldız, ne kadar zayıflamışsın öyle.”

“Geç dalganı geç. Kısa zamanda bütün kilolarımı vereceğime emin olabilirsin.”

“Ediz yok mu? Nasıl ayrılıyor çocuklardan?”

“Hadi bebekleri görelim. Sonra çene yaparız bol bol. Filiz teyze, sizin de gözünüz aydın.”

“Teşekkür ederim kızım.”

Yatak odaları üst kattaydı aslında ama çocukların daha çok küçük olduklarını düşünerek, yanında yatırabilmek için alt kattaki büyük odayı hazırlamışlardı. Böylece hem Sevin sıkılmıyor hem de fazla yorulmadan bebeklerinin yanına gidebiliyordu.

“Niye üst katı hazırlamadınız, merdivenleri inip çıkarken kilo verirdin.”

“Çok zor bir doğum oldu. Ufaklıklar epey uğraştırdı. Sonunda sezaryenle doğum yaptım. Yani biraz dinlenmem gerekiyor.”

“Ah canım. Çok geçmiş olsun. Tabii benim hiçbir şeyden haberim yok.”

Büyük odada, bebeklerin yattığı karyolaları daha da küçük duruyordu. Mavi tüllerle çevrili yataklarında mışıl mışıl uyuyorlardı.

“Tanrım ne kadar güzeller. Ve ne kadar aynılar. Sadece birinin yüzü daha ince. Başka belirgin özellikleri var mı?”

“Var. Biri yani Meriç yeşil, Fırat kahverengi gözlü. Ama büyükler daha değişebilir diyorlar. Yani ince yüzlü olan Meriç, diğeri Fırat.”

“Sevin teyze ne zaman uyanacaklar, uyanınca yine kucağımıza alabilir miyiz?”

“Tabii alırsınız teyzelerinin balları. Biraz sonra uyanıp acıkıp ağlamaya başlarlar, merak etmeyin.”

“Şimdi ben takarsam uyanacaklar. Sen sonra takarsın.”

“Teşekkür ederiz. Siz nasılsınız, tabii çok yorgunsunuz.”

“Gerçekten yorucuydu ama çocukları, hepinizi görünce yorgunluğum geçti. Çok özledim hepinizi.”

“Hadi dışarı çıkalım. Rahat rahat konuşalım.”

“Filiz teyze, tekrar gözünüz aydın. Kusura bakmayın, önce prensleri görmeye içeri geçtik ama.”

“Aşk olsun Ekim, olur mu öyle şey. Çok güzeller, değil mi?”

“Nasıl bırakıp gideceksiniz?”

“Hiç bilmiyorum. Şimdiden onları görmeden nasıl yapacağım diye düşünüyorum.”

“Ben de diyorum ki. Ne işin var artık Marmaris’te. İki oğlun da, torunların da İstanbul’da. Seni de alalım buraya diyorum ama bir türlü karar veremiyor. Yavuz da çok istiyor. Anne ev tutarız ben de seninle kalırım diyor ama bakalım inşallah kandırabiliriz Filiz anneyi.”

“Seher anneler yoklar herhalde, arabayı görmemiş olamazlar.”

“Onlar erkenden Silivri’ye gideceklerdi. Yakında gelirler herhalde.”

Onlar kahvelerini içerlerken Seher Hanım’la Sabih Bey geldiler.

“Gözünüz aydın anneanne.”

“Teşekkür ederiz kızım. Gördünüz, değil mi? Ne kadar güzeller, değil mi?”

“Gördük ama uyuyorlardı hâlâ da uyanmadılar.”

“Eh vakti gelmiş, birazdan uyanırlar. Siz nasılsınız çocuklar? Siz görmeyeli değişmiş mi bebekler? Büyümüşler mi?”

“Hâlâ çok küçükler.”

“Siz de öyleydiniz ama… Babanız korkudan sizi kucağına alamıyordu, bir yerlerine bir şey olacak diye.”

“Haklıymış, şimdi ben de torunlarımı kucağıma almadım daha, korkuyorum.”

“Ama biz kucağımıza aldık Sabih dede.”

“Aferin size.”

“Baba sen ne zaman kucağına aldın bizi?”

“Anneniz sizi çok rahat soyup, giydirince, baktım bir şey olmuyor. Ben de cesaretlendim kucakladım sizleri.”

“Hatırlıyor musun Gürkan? Poyraz gece ağlamaya bir başlardı, sen kucağına alana kadar susturamazdık. Sen kucaklayınca hemen uyurdu.”

“Meltem ağlamaz mıydı?”

“Meltem senin sesinden uyanırdı ama yastığını hafifçe sallayınca yine uyurdu. O çok usluydu.”

“Sevin kızım, dadınız gelmedi mi daha?”

“Gelmedi Sermin anne. Ama zaten şimdi ben istemedim. Ben evdeyim, Filiz anne yanımda, annem var. Şimdi ihtiyaç yok. Dadı da işi yeni bırakmış, biraz tatil yapmak istemiş. Çok iyi oldu. Bir hafta sonra falan gelecek.”

İçerden önce bir ağlama sesi duyuldu. Sevin hemen kalktı, onunla birlikte Poyraz, Meltem ve Ekim de odaya gittiler. Meriç ağlıyordu. Onun sesiyle Fırat da kıpırdamaya başlamıştı. Sevin hemen Meriç’i kucağına alarak susturdu. Fırat yeniden uyumaya başladı.

Meriç sütünü emerken onu seyrettiler. Daha fazla dayanamayan Ekim yeğenini kucağına aldı. Sevin’in boşalan kollarında şimdi Fırat karnını doyuruyordu.

“Bak Meltem senin gözlerin gibi yemyeşil anneciğim.”

“Belki Fırat’ın gözleri de benim gibidir, değil mi anne?”

“Şimdi o da karnını doyursun. Fırat’ında gözlerine bakarız kucağımıza alınca.”

“Anneciğim biz de kucaklayabilir miyiz?”

“Çocuklar yeni emdi. Şimdi kucaklamayın, fazla hareket ederse kusar falan. Daha sonra kucaklarsınız. Şimdi tekrar yatağına yatıralım. Sonra da Fırat’ı kucağımıza alalım.”

Büyük bir dikkatle bebeği yatağına yatıran Ekim, usulca Sevin’in kollarındaki Fırat bebeği kucağına aldı. Fırat akıllı akıllı gözlerini açmış sanki hepsini tanımak ister gibi bakışlarını dolaştırıyordu.

“Ekim, Fırat kucağı seviyor. Hiç kusmuyor. Çocuklar onu kucaklayabilirsiniz.”

Sırayla ikisi de Fırat’ı kucaklarına aldılar.

“Anne ne kadar güzel kokuyorlar, değil mi?”

“Evet yavrum. Bütün bebekler böyle güzel kokarlar.”

Odadan çıktıklarında Servet Hanım’ın da geldiğini gördüler.

“Nerede benim küçük torunlarım?”

“Buradayız ama biz artık küçük torunların değiliz büyükanne. Bizden küçük Meriç’le Fırat var.”

“Haklısınız. O zaman size güzel torunlarım diyeyim de karışmasın oldu mu? Hani benim öpücüklerim?”

İkisi de koşarak büyükannelerinin yanaklarını öptüler.

Saatler geçtikçe yorgunluk ve saat farkı kendini hissettirmeye başlamıştı.

“Biz artık gitsek Gürkancığım.”

“Valla iyi olur Ekim. Gözlerim kapanmaya başladı.”

“Çıkın yukarı biraz uyuyun. Ediz de sizleri görmek ister. Beraber yemek yeriz sonra gidersiniz.”

“Hatta hiç gitmeyin, bu gece bizde kalın kızım. Yarın dinlenmiş olarak eve gidersiniz.”

“Kalalım ne olur anneciğim. Kontu özledik, biraz onunla oynarız.”

“Ne dersin Gürkan?”

“Olur. Giderken çocukları kaymaya götürürüz, sonra babamlara uğrar öyle geçeriz eve.”

“Yaşasın.”

“O zaman ben eve telefon edip haber vereyim. Sen arzu edersen çık biraz uzan.”

“Uzansam iyi olacak.”

“Gel Gürkan, ben sana üstüne örtecek bir şey vereyim.”

“Sen de uzan biraz Ekim.”

“Yok, şimdi uyuyamam, sonra da başım ağrır. İdare ederim böyle.”

Akşam yemeği, Ediz de geldikten sonra kurulan masa ile geç saatlere kadar sürdü. Hepsinin anlatacağı o kadar çok şey vardı ki kimse masadan kalkmak istememişti. Çocukların hepsi uyumuştu.

“Gürkan, artık çocukları uyandırayım mı? Vakit hayli geç oldu.”

“Olur. Eskiden kucağımıza alıp arabaya götürüyorduk ama şimdi kocaman oldular. Allah’tan ikisi de çok çabuk uyanıyorlar.”

Meltem de Poyraz da hemen kalktılar.

“Haydi, en kısa zamanda görüşmek dileğiyle.”

“Haydi bakalım. Siz sabahleyin erken mi gidersiniz kızım?”

“İyi olur anneciğim. Buradan giderken Nazan annelere uğrayacağız. Orada da takılırız. Sonra çocukları kaymaya götüreceğiz. Bütün her şeyi ortalıkta bıraktık. Aldıklarımızı yerleştireyim. Biraz da evde oturacak vaktimiz olsun, evimi özledim inan.”

“Tamam kızım, o zaman kahvaltı eder çıkarsınız yola.”

“Canım, tekrar geçmiş olsun. Edizciğim hoşça kalın. Merak etmeyin en kısa zamanda prensleri görmeye geliriz. Seher anne, Sabih baba hoşça kalın. Filiz babaanne, gözlerinden mutluluğunu anlayabiliyorum. Darısı Yavuz’a artık.”

“Bakın lafta kalmasın. En kısa zamanda yine bekleriz.”

Güzelce’ye geldiklerinde onları Kont karşıladı. Çocuklar onunla biraz oynadıktan sonra, hepsi odalarına yatmaya çıktılar.
 

*

 
Sabahleyin erkenden kalkan çocuklar soluğu yine Kont’un yanında aldılar. Onların gürültüsü ile uyanan büyükler de kalkmak zorunda kaldılar. Kahvaltıdan sonra, hemen yola çıktılar.

“Pazar günü bu saatte yollar niye bu kadar kalabalık anlamıyorum.”

“Canım, galiba yazlıkçılar evlerine bu saatte dönüyorlar. Bu saatte böyleyse, kim bilir akşam üstü nasıl olur bu trafik.”

“Haklısın. Nazan anneyi arayıp haber vereyim mi? Bu saatte kalkmışlardır herhalde, değil mi?”

“Tabii tabii. İkisi de çok erken kalkarlar. Ara istersen.”

Ekim yolda oldukları haberini verdi. Nazan Hanım çok memnun oldu. 20 gündür falan torunlarını görmediklerini ve çok özlediklerini söyledi.

Hediyelerini de yanlarına alarak apartmana girdiler. Çocuklar önden koşarak kapıyı çaldılar.

“Ah canlarım. Neredesiniz siz, çok özledim.”

“Biz de sizi özledik, babaanneciğim, dedeciğim.”

“Gelin buraya afacanlar. Bak şimdiden söylüyorum, bu hafta sonu kesin bize geleceksiniz. Anlaştık mı?”

Meltem de Poyraz da cevap vermeden anne babalarına baktılar.

“Tabii ki gelirsiniz çocuklar. Bakın sizi çok özlemişler. Kim bilir babaanneniz ve dedeniz size ne sürprizler hazırlayacaklar.”

“Tamam dedeciğim. Hafta sonu size geleceğiz.”

Orada da biraz oturduktan sonra çocukları buz patenine götürdüler.

Küçük yaştan beri ikisi de kaydığı için, hiç acemilik çekmeden kaymaya başladılar.

“İkisi de çok güzel kayıyorlar, değil mi?”

“Evet canım. Ama benim hâlâ uykum var, eve gitsek bir duş alsam ve de yatsam diyorum.”

“Yapma Gürkan, yatarsan bir daha kalkamazsın. Duş alınca uykun açılır. İstersen arabayı ben kullanayım sen eve kadar uyu.”

“Gerçekten yapar mısın sevgilim?”

“Aşk olsun canım.”

Bir saat kadar kayan çocuklar hamburger yemek istediklerini söyleyince hep beraber karınlarını doyurup eve geldiler.
 

*

 

Bugün Meriç’le Fırat’ın doğum günüydü, 7 yaşına basıyorlardı.

 
Hep beraber teknede kutlayacaklardı. Artık Meltem ve Poyraz onlara gerçek bir abla ve abi gibi ilgi gösterip onlarla oyunlar oynuyorlardı. Meriç babası gibi daha koyu renk saçlı, Fırat ise sarışın denecek kadar açık kumral saçlıydı. Hâlâ çok güzellerdi.

Meltem, adı kadar güzeldi. Sakin sakin ve son derece düzgün konuşmasıyla, adeta yaşından büyük halleriyle, büyüdükçe annesine daha çok benziyordu. Poyraz babasının kopyasıydı. Zaten babasına olan hayranlığıyla tıpkı onun gibi konuşup onun gibi davranıyordu. Adeta küçük Gürkan’dı. Babasıyla arkadaş gibiydi. Beraber maçlara gidiyorlar, tekneyle çıktıklarında beraber balık tutuyorlardı. Çok yakışıklı olacağı kesindi. Şimdiden kızların dikkatini çekiyordu.

Happy, artık bütün Türkiye’de tanınıyor ve çok seviliyordu. Bu 7 sene içinde ürün çeşitleri de artmıştı. Yine son dakika ısıtılarak müşteriye sunulan tatlı ve tuzlu kruvasanlar, sıcak çikolatalı minik tatlılar vazgeçilmez tatlar olmuştu. Bütün bu yıllar süresince holding bünyesindeki şirketler daha büyümüş, birçok yabancı ortaklı, büyük işlere imza atmışlardı. Birçok dalda ürettikleriyle ihracat gelirleri çok artmış, hisseleri büyük değerler kazanmıştı. Bu senenin vergi rekortmeni olmuşlar, başarı ve teşekkür belgesi almışlardı.

Sermin markasını da holding bünyesine almışlar, birçok ülkede markanın satılmasını sağlamışlardı. Artık Sermin, çok daha fazla ürün çeşidine sahipti. Sermin markası altında, erkek ve kadın giyiminde ihtiyaç duyulan her tür üretiliyordu. Buna iç giyim de dahil olmuştu. Artık Dünya’da birçok ülkede aranır bir markaydı Sermin. Sermin Hanım ise sadece torunları için modeller çiziyor ve kendi elleriyle dikiyordu.

Bu arada holding bünyesinde yeni bir şirket daha kurulmuştu. Çok lüks ve büyük 4 tekne yaptırmışlardı. Bu tekneler, iş adamlarına kiraya veriliyordu. İsterlerse konaklayıp geziye çıkabildikleri gibi, sadece toplantılarını eşsiz Boğaz manzarasına karşı yapmak için de kiralayabiliyorlardı. Fazla kalabalık olmayan, özel davetler bile verebiliyorlardı. Bu tekneler çok talep gördüğü için, 2 tane daha yapılıyordu. Yavuz, kaç senelik denizcilik deneyimi ile bu şirketi idare ediyordu artık. Bu arada Yağmur sınavları vererek kaptan olmuş, O Gün’ü artık o kullanıyordu.

Bu kadar güzel ve başarılı işlerin arasında, hepsini çok üzen bir acı da yaşamışlardı. Servet Hanım, Meriç ve Fırat’ın doğumundan sonra, hemen hemen bütün günlerini onlarla geçiriyordu. Sık sık Poyraz ve Meltem’i de, ya kendisi gelip görüyor ya da onları çiftliğe davet ediyordu. Zaten, 6 sene önce başlattıkları bir alışkanlıkla, sık sık anneannelerine, babaannelerine ve büyükannelerine giderek onlarla hafta sonunu geçiriyorlardı. Buna şimdi bir de Sevin teyzelerine gitmek eklenmişti. Bu hafta sonları, hem çocukları çok mutlu eden bir değişiklik oluyor hem de Ekim ve Gürkan’ın bir yerlere gitmesine fırsat yaratıyordu. Çocuklar büyüdükçe paylaşabildikleri birçok şey olduğu için çocuklarla vakit geçirmeyi ikisi de çok seviyor, daha çok evde kalmayı tercih ediyorlardı.

İşte her şey bu kadar güzel devam ederken Servet Hanım’ın apansız aralarından ayrılması hepsini çok üzdü. Tek tesellileri son yıllarını çok mutlu geçirmiş olmasıydı. Çiftliğe taşındığından beri hiç yalnız kalmamıştı. Sık sık verdiği davetlerle bütün aileyi bir araya toplamıştı. Kendi aralarında aldıkları kararla bu aile yemekleri geleneğini sürdürmek için sözleşmişlerdi.

Servet Hanım’ın çok değer verdiği vakıf, faaliyetini sürdürüyor, gençlere burs vermeye devam ediyordu. Birçok yoksul aileye yardımlar yapılıyor, bu ailelerden çalışmak isteyenlere, iş yerlerinde çalışma imkânı sağlanıyordu. Burs verdikleri talebelere de holding bünyesinde çalışabilecekleri branşlarda eğitim görmeleri için yardımcı oluyorlardı. Böylece burslu okuyan öğrencilerin, mezun olduklarında işleri de hazır oluyordu.

Sude, Ekim’in ısrarları ile öğrenimini tamamlamıştı. Artık o talebeler yetiştiren bir öğretmen olmuştu. Meltem de Poyraz da, konuştuklarında dikkati çekecek kadar mükemmel Türkçe konuşmalarını Sude’ye borçluydular.

Akademi de daha büyümüş, 6 yaşından itibaren öğrenci kabul etmeye başlamıştı. Artık okulda birçok yabancı öğretim görevlisi de hizmet veriyordu. Ve bu akademiden mezun olmak, birçok dalda tercih edilme nedeni oluyordu.
 

*

 
Haziran ayının en güzel yaşandığı günlerden biriydi bugün. Prensler artık bu sene okula başlayacaklardı. Heyecanla oradan oraya koşuşturuyorlardı. Ekim onlara bakarak gülümsedi. Sonra kendi çocuklarına baktı ve kendi 12. yaş günü geldi aklına. Sonra Sevin’e baktı. Ben o güne kadar bir kardeşim olduğunu bile bilmiyordum. Halbuki şimdi kocaman bir aileyiz biz diye düşündü. Gürkan karşıdan karısının yüzündeki bu mutlu ifadeyi yakaladı. Kalkıp yanına geldi.

“Canım, ne düşünüyorsun seni bu kadar mutlu edecek?”

“Bir tanem, çocuklarımıza baktım, sonra kendi 12. yaş günüm aklıma geldi. Sevin’in varlığını o gün öğrenmiştim. Şimdi böyle bir aileye ve en önemlisi sana sahip olduğum için ne kadar şanslıyım, diye düşündüm.”

“Benim melek aşkım. Sen hep en iyilere layıksın. Ben de sana ve çocuklarıma sahip olduğum için Allah’a şükrediyorum.”

Bayağı kalabalıktılar. Filiz Hanım da artık İstanbul’da yaşıyordu. Yavuz’un yanında çok güzel bir genç kız vardı. Hepsi merak etseler de Yavuz’un tanıştırmasını beklediler. En son Ediz de gelince, Yavuz Tahir Bey’le Sabih Bey’in yanına geldi.

“Tahir Baba, Sabih Baba izin verirseniz sizi Ada’yla tanıştırmak istiyorum. Ada benim sözlüm. Annem biliyor ama bu durumdan abimin bile haberi yok, şimdi öğreniyor. Ben sizlerle tanıştırmak istedim. Bu aile benim için çok değerli ve eşsiz. İşte bu nedenle hayatımı birleştirmeye karar verdiğim Ada’ya bu muhteşem aileyi tanıtmak istedim.

“Ama oğlum bir hata yapıyorsun konuşurken.”

“Ne yaptım Tahir baba?”

“Bu muhteşem aile demeyeceksin çocuğum, benim muhteşem ailem diyeceksin. Unutma sen de bu ailenin bir parçasısın.”

“Çok teşekkür ederim Tahir baba, bundan gurur duyarım. Sizlerin sayesinde bugünlere ulaştığımızı hiç unutmuyorum. Hayat çok zor, başarmak daha da zor.”

“Evet haklısın, hayat hep zordur ama, böyle bir aileyle, yenilmek de zordur evladım.”
 
 

…SON…

 
 
Nimet Canbayraktar
 
 

BEĞENEBİLECEĞİNİZ İÇERİKLER

2 YORUMLAR

  • Yanıtla Didem Çelebi Özkan 14 Mart 2022 at 10:44

    Nimet Hanımcım, öncelikle tebrik ediyorum. İlgiyle takip edilen bir roman oldu “Yaşamın Sunduğu Mucizeler” 👏🏻👏🏻 Mutsuzluk çağında insanlara umut verdiğini düşünüyorum. Ben dahil, birçok okurumuz Ekim ve Sevin’i özleyeceğiz 😁
     
    Kaleminiz durmasın, nice hikâyelere can versin 🙏🏻

  • Yanıtla Nimet Canbayraktar 14 Mart 2022 at 14:12

    O zaman amacıma ulaşmışım. Takip edenlere de çok teşekkür ederim. Hoşça kalın. 🤔😂🥰

  • Cevap Yaz

    Yazı: Pembeden Yeşile Bütünlük | Yazan: İrem Savaş
    Girne Antik Liman
    Girne Antik Liman
    Öykü: Umarım Bu Gece Öldürülmem | Yazan: Didem Çelebi Özkan